Osmanlı Tarihine Giriş

OSMANLI TARİHİNE GİRİŞ
Türklerin Anavatanı ve Göçleri
Binlerce yıllık tarih sayfaları karıştırılacak olursa; insanlığın kendini tanımaya ve gelecek günlere intikal edecek eserler bırakmaya başladığı zamanlardan itibaren, Türk kavminin, yakın ve uzak çevresinde tarihin her çağında mühim roller oynadığı, tarih devirlerini kapayıp yeni ve daha ileri devirler le insanlık âleminde geniş ufukların açılmasına sebep ve âmil olduğu görülür.
Milletimize bin beş yüz seneden beri alem olan Türk ismi söylenmeden çok önce de ırkımıza mensup insan toplulukları dünya medeniyetinin temellerine en yapıcı ve zengin harcı koymuşlar, bilhassa İslâmiyet’i kabulden sonra da yeryüzünde Hak dininin en fedakâr koruyucusu, eşsiz ve kahraman alemdarı, asil mücahidi olmuşlardır.
Türklüğün anavatanı haşin tabiat şartlarına malik olduğu için, Türk kavmi zaman zaman anavatanından dışarılara taşmış, kendi öz yurdundan başka topraklar üzerinde de dünya tarihine müessir olmuştur. Anayurt, asırlar boyunca, yakın veya uzak ülkelere, mütemadiyen göç kafileleri halinde Türk ırkından insanlar çıkaran tükenmez bir kaynak saha vazifesini görmüştür.
Anayurt Orta Asya’dan gelen Türklerin kurdukları en son devlet «Osmanlı devleti» dir. Bu kitapta Türk devletleri içinde en uzun ömürlüsü ve diğer Türk devletlerinden daha ziyade dünya tarihine müessir olan Osmanlı devletinin tarihini gözden geçireceğiz.
Fakat menşe ve bağlantı bakımından kısaca da olsa daha eski devirlerdeki Türk devletlerini ve faaliyetlerini de tetkik etmemiz icab eder.
ANAVATAN
Türk kavminin anavatanı Orta Asya’dır. Anavatan toprakları Hazar denizinden Kingan dağlarına, kuzeyde Sibir ovalarından, güneyde Pamir yaylasına, Karanlık dağlar, Altın dağları ve Çin’in kuzey eyaletlerine kadar uzanır. Bu geniş sahada Türklüğün en eski ve kalabalık olarak kaynaştığı yer Hazar denizi ile Balkaş gölü arasıdır. Denizlerden çok uzaklarda kalan Orta Asya’nın iklimi sert ve haşindir. Yüksek dağlar, derin vadiler, uçsuz bucaksız bozkırlar ve çöller Asya’nın bu iç kısmının mühim parçasını kaplarlar. Şehirler kurmaya ve nispeten kalabalık nüfusu beslemeye müsait arazi Aral gölüne dökülen Amuderya (Öküz) ve Siriderya (İnci) ırmakları ile Balkaş gölüne dökülen ırmaklar havzasında, ve biraz da Tanrı ve Altay dağları eteklerinde vardır.
Nehirlerden ve dağ eteklerinden uzaklaşınca geniş bozkırlar başlar.
GÖÇLER
İşte bunun içindir ki, Türk kavmi, sert iklim, kısır topraklar ve haşin tabiat şartları karşısında çok defa Anayurt dışına taşmak ve göçlerle kendisine daha iyi topraklar edinmeye bakmak zorunda kalmıştır. Anayurttan zaman zaman kütleler halinde çıkan Türk kabileleri Çin’e, Hind’e, İran’a, Mezopotamya’ya, Mısır’a, Anadolu’ya ve Avrupa’nın doğusu ile Balkanlara ve Avrupa ortalarına kadar uzanmış ve gittikleri yerlerde muhtelif isimlerle devletler kurmuşlardır.
Orta Asya’nın iklim şartlarının zorlamasının yanında Türk kavminin benliğinde mevcut hareketliliğin de göçlere müessir olduğunu ayrıca hesaba katmak lâzımdır.
Diğer taraftan, Türklerin daima müstakil ve hâkim yaşamak hususundaki yaratılış kabiliyetinin dahi, böylece yayılarak kendilerine müstakil hayat sahaları temin etmelerinde âmil olduğu unutulmamalıdır.
TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABULDEN EVVELKİ DEVLETLERİ ve BATIYA YÜRÜYÜŞLERİ
Türkler, göçlerle çıktıkları anayurt dışında devletler kurdukları gibi anayurtta da birçok devletler kurmuşlardır. Bunların bilinen en eskisi Hun (Hiyung-nu) devletidir. Çin müverrihleri milâttan 2CC0 yıl evveline doğru Hunlardan bahsederlerse de Hun tarihinin asıl belirli safhası M. Ö. üçüncü asırdan başlamaktadır. Teoman ve Mete (M. Ö. 209 – 174) Hunların en meşhur hükümdarlarıdır. Çinliler meşhur Çin şeddini Hunların akınlarından korunmak için yapmışlardır.
Orta Asya’da kurulan ilk Türk devleti olan Hun İmparatorluğu Çinlilerin uğraşmaları sonunda önce ikiye ayrılmış, sonra yakılmıştır. Çinlilerin idaresini kabul etmeyen Hunlardan büyük kütleler batıya, Güney Rusya yolu ile Orta Avrupa’ya kadar gitmişlerdir. Batıya göç eden Hunların, bugünkü Macaristan’da devlet kurarak kuzey İtalya ve Fransa’ya doğru yaptıkları müthiş akınlar, ortaçağın başındaki büyük kavimler göçünün sebeplerinden başlıcasını teşkil eder. Büyük Hun imparatoru Attilâ aynı zamanda Türk tarihinin de en meşhur şahsiyetlerinden birisidir.
Avrupa’yı titreten büyük Hun imparatorluğunun yıkılışından sonra başka Türk şubeleri de aynen Hunların takip ettikleri yoldan Güney Rusya, Balkanlar ve hattâ Orta Avrupa’ya kadar inmişlerdir. Türklerin, Hunlardan sonra batıya ikinci yürüyüşü kabul edilen bu göçler, milâdi altıncı asırdan on birinci asra kadar devam etmiştir. Batıya ikinci yürüyüşü yapan Türk şubeleri Avarlar, Hazarlar, Bulgarlar, Macarlar, Peçenekler, Kumanlar ve Oğuz (Uz) lardır. Hunların akınları Avrupa’da nasıl derin akisler bırakmışsa; ikinci Türk yürüyüşünü yapan muhtelif Türk topluluklarının hareketleri de Avrupa’nın değişmesinde o derece müessir olmuştur.
 
Türklerin anayurdu ve dünya büyük medeniyetlerine tesir sahaları: (1) Anayurt, (2) Orta Avrupa, (3) Ege, (4) Mısır, (5) Eti, (6) Sümer, (7) İran, (8) Hind, (9) Çin
Karadeniz kuzeyi ve Balkanlarda Türklerin akın ve devlet kurma faaliyetleri devam ederken bundan en ziyade endişe duyan Bizanslılardı. Onun için Bizanslılar Türklere karşı yalnızca kuvvet kullanmak değil, siyasî kombinezon ve entrikalarla Türklüğü yıpratmayı menfaatlerine daha uygun bulmuşlardır. Türkleri birbirine düşürmek, bâzı Türk şubelerini diğerlerinden ayırarak muhtelif vaitlerle başka yerlere yerleştirmek, Türklerin arasına Hıristiyanlığı sokarak kendi taraflarına kazanmak suretiyle tehlikeyi hafifletip atlatmaya çalışmışlardır. Bizanslılar bu siyasetlerinde muvaffak olduklarından, batıya ikinci yürüyüşü yapan Türk şubelerinden bir kısmının hıristiyanlaşması, bir kısmının Islav tesirinde kalarak Islavlaşması ve neticede yine Hıristiyanlaşması, bir çoklarının da yekdiğerinden uzak düşerek diğer milletler arasında eriyip kalması sebebiyle Türklük hayli kayba uğramıştır.
Hunlar, daha sonra da Avarlar, Hazarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Kumanlar ve Oğuz (Uz) lar Avrupa’ya göç ve akın hareketlerin de bulunurken Orta Asya elbette boşalmış değildi. Türklüğün Anayurdu olan Orta Asya yine en büyük Türk kütlelerini sinesinde barındırıyordu. Zaten ta eski çağdan zamanımıza kadar olan Türk tarihi toplu şekilde gözden geçirilecek olursa, batıya gitmek üzere Orta Asya’dan ayrılan Türklerden Hazar denizi kuzey yolunu seçenlerinin istikballeri Türklük bakımından pek parlak olmamıştır. Türk kavminin devamlılığını temin edenler, Orta Asya’da yaşamakta devam edenlerle Hazar denizinin güneyindeki yolu takip ederek batıya ilerleyenler olmuştur.
Orhon Kitabeleri: Gök Türk hakanı Bilge’nin zamanını anlatan bu kitabelerin birincisi 620, sonuncusu 635 tarihinde Orhon nehri kenarına dikilmişlerdir.
Asya’da büyük Hun imparatorluğundan sonra kurulan Türk devletlerinden birisi de Gök Türk İmparatorluğudur. Gök Türklerin, eski Türk tarihi bakımından ehemmiyetleri büyüktür, ilk defa «Türk» adı söylenmek suretiyle kurulan ilk Türk devlet budur. Ayrıca bugün için bilinen en eski Türk kitabeleri de Gök Türklerden kalmıştır.
Orta Asya’daki Türkleri tek bir idare altında toplamaya muvaffak olan Gök Türk imparatorluğu (552 – 659) Çinlilerin Türk beylerini birbirine düşürmesi ve mütemadi hücumları yüzünden pek uzun ömürlü olamamışsa da, Kutluk Han ismindeki bir kahramanın gayretiyle Gök Türk devleti yeniden kurulmuş (681 – 745) ve bir müddet daha devam etmiştir.
Orhon Kitabelerinden bir yazı: Bu kitabelerin en mühim parçasında şöyle denilmektedir. ”Ey Türk, Oğuz beyleri, milleti işitin, yukarıda mavi gök çökmezse, aşağıda yağız toprak delinmezse senin ilini, senin töreni kim boğabilir? ”
Karluk Türkleri ile birleşip Kutluk devletini yıkarak ayrı bir devlet kuran Uygurların da Türk medeniyeti tarihinde mühim rolleri vardır. Uygur yazısı diye isimlendirdiğimiz hususi bir yazıya sahip olan Uygurlar, medeniyet bakımından çok ilerlemiş vaziyette idiler.
(Oğuzlara yol gösteren bozkurt (Ressamlarımızın vakayı temsil eden bir tablosu)
Asya’nın iç kısmında kurulan Türk devletlerini sayarken Akhunlar (Eftalitler) ve Türkeşleri de ayrıca hatırlamak lâzımdır.
MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİ
Türklerin İslamiyet’i kabulleri, İslam dini ve İslam devletleri için büyük bir kuvvet kaynağı teşkil edip İslamiyet’e yeni ufuklar açtığı gibi; İslamiyet de Türk kavmi için yeni ve bambaşka ufukların açılmasına sebep olmuştur. Türkler, kendilerinden de pek çok şeyler kattıkları İslam medeniyeti çerçevesi dahilinde yüzlerini eskisi gibi doğuya ve güney istikametine değil, batıya, yani Ön Asya’ya çevirmişlerdir. Türkler İslamiyet’ten önce büyük devletler kurdukları zaman Çin’e doğru genişlemeyi gözetirken, İslamiyet’i müteakip Çin’e doğru uzanmayı bırakmışlardır. Bu hal, Çin ile Türklerin birbirlerine mütekabil tesirlerini de ziyadesiyle azaltmıştır. İslamiyet, Türklerin, umumiyetle İç Asya’da devlet kuran bir kavim halinden çıkmasına da amil olmuştur. Tabi bu mühim neticelerin ortaya çıkması için, İslamiyet’i kabullerinin üzerinden bir iki asırlık zamanın geçmesi icap etmiştir.
İslam Araplar Türklerle ilk defa Halife Ömer zamanında temasa gelmişlerdir. Arap orduları İran’daki Sasani devletini Yıkarak Horasan’ın doğu hudutlarında Türklerle temasa geldikleri sırada, Gök Türk devleti Çin entrikalariyle sarsılmış vaziyette son günlerini yaşıyordu.
Araplar Sasani devletini Yıkarak İran’ı istilalarını müteakip bu memleketi 10-15 sene zarfında İslamlaştırarak kendi taraflarında iyice kazanınca daha esaslı şekilde Türk ülkelerini istilaya kalkışmışlardır. Araplardaki istila hırsı ile, Türklerdeki istiklal aşkı, yarım asır devam eden Türk-Arap mücadelesine sebep olmuştur. Bu mücadele ve temaslar neticesi Türkler, yavaş yavaş İslamiyet’i kabule başlamışlardır. Bilhassa Abbasi halifelerinin Türklere karşı iyi muameleleri ve Türk ırkının eşsiz hasletlerini tanıyarak onlara gereken önem ve mevkii vermeleri, Türklerin, hem kütle halinde İslamiyet’i kabullerinde; hem de İslam medeniyetine her bakımdan değerli hizmetler ifa etmelerinde amil olmuştur.
Abbasi halifelerinin Türklere karşı iyi davranmaları ve onları tanımaları bazı halifelerin Türklerden hassa ordusu teşkil etmelerine, Türklerin Bağdat’ta mühim mevkileri ellerine geçirmelerine ve yavaş yavaş İran üzerinden Irak’a doğru göç edip yerleşmelerine yol açmıştır.
Türkler Bağdat’ta nüfuz sahibi bulundukları sırada Horasan ve Maveraünnehir’de mühim eyaletlerin valiliklerine tayin edilmekte idiler. Türklerin eyalet valiliklerine tayinleri Abbasilerin zayıf zamanlarında çeşitli Türk devletlerinin kurulmaları ile neticelenmiştir. Böylece Türkler Abbasi imparatorluğu yıkılmadan ilk Müslüman Türk devletlerini kurmuşlar, daha sonra da Abbasi halifeliğinin koruyucusu ve yaşatıcısı olmuşlardır.
Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra ilk Müslüman Türk devletleri Horasan ve Maveraünnehir’de, yani daha ziyade anayurtta kurulmuştur. Bunlar kuvvetlendikçe nüfuz ve hakimiyet sahalarını en çok batı ve güney istikametinde genişletmişleridir.
Maveraünnehir’de kurulan Samanoğulları, Karahanlılar, Gazneliler, Mısır’da kurulanlar ise Tulunoğlulları, Ihşitlerdir. Daha sonra ise Maveraünnehir, İran ve Hazar denizi civarında Harizmşahlar, Selçuklular, Timurlular; Mısır’da da Kölemenler ve Eyyubiler devlet kurmuşlardır.
Müslüman Türk devletlerinin en eskisi olan Samanoğlulları devleti (874-999) Maveraünnehir ve Horasan’a hâkim olmuştur. Samanoğlulları devletinin teşkilatı daha sonra kurulan Müslüman Türk devletlerine ilk örneği vermiştir. Samanoğullarının yıkılmasında en baş rolü oynamış olan Karahanlılar devleti ( 932-1212) halkının ve hükümdar ailesinin tamamen Türk olması bakımından Samanoğullarından daha ziyade Türk tarihi bakımından önemlidir. Karahanlılar’ın Maveraünnehir’den başka Çin Türkistanı’na da sahibolmaları, İslamiyetin Türkler arasında doğu istikametinde yayılmasına da amil olmuştur. Karahanlılardaki devlet teşkilat ve telakkisi ile İslami geleneklarin karışımından ibarettir. Karahanlılar zamanında meydana getirilen eserlerden Kutadgu Bilik ve Divan-ı Lûgat-it-Türk gibi eserler zamanımıza kadar intikal etmiştir. Bu kitapların Türk dili ve edebiyatı bakımından önemi büyüktür. İlk Müslüman Türk devletlerinin en kuvvetlisi olan Gazneliler’in (962-1183) merkezi sikleti daha ziyade Afganistan’da temerküz etmişti. Gazneliler; Maveraünnehir ve Horasan’dan başka Hindistan’ın kuzey kısımlarına sahip olmaları bakımından da ayrı bir hususiyet taşırlar. Gazneliler’in en meşhur hükümdarı olan Mahmut, Hindistan’a yaptığı seferler neticesinde İslamiyet’in ilk defa bu ülkeye girmesini temin etmiştir. İslamiyet’i Hindistan’a ilk defa sokmuş olan Gazneli Mahmut zamanında Gazne şehir ilim ve sanat adamlarının toplanma yeri olarak da şöhret kazanmıştır. Abbasiler zamanında Türkler mühim vilayetlere vali tayin edildikleri zaman mahiyetlerinde Türklerden asker ve köleler bulundururlardı. İşte bu suretle Mısır’da valilik eden Tulunoğlu Ahmet etrafındaki Türk unsuruna istinat etmek suretiyle müstakil bir devlet kurmuştur. Böylece Mısır’da Türk devletleri faslının açılması na sebep olan Tuluoğlu Ahmed’in kurduğu devlet, kendisine nispet edilerek Tuluoğlulları adını taşımaktadır. Tulunoğlulları devleti (868-905) pek uzun ömürlü olmamakla beraber Mısır’da Türk devletleri için ilk zemini hazırladığı için mühimdir. Nitekim Tuluoğullarının yıkılmasından kısa bir zaman sonra Mısır’da ikinci bir Türk devleti daha kurulmuştur ki bu devlet Ihşitler (935-969) devletidir. Mısırdaki ilk Türk devletine Abbasiler, ikincisine de Kuzey Afrika’da teşekkül etmiş olan Fatımîler son vermiştir.
Müslüman Türk devlerinden birisi de Hazar denizinin güney ve doğu çevresi ile Maveraünnehir bölgesinde kurulmuş olan Harizmşahlar devletidir. Miladi dördüncü asırdan beri Harzem kıtasında hakim olan sülaleye Harizmşahlar denilmekte idi. İslam istilası vukubulunca Harizmşahlar sülalesi, Emevilere, Abbasilere, daha sonra da Samanoğullarına tabi olarak devam etti. Fakat Harizmşahlar on birinci asrın sonlarına doğru kudretlerini gösterdiler. Harizmşahlar devleti 1077 den 1231 yılına kadar devam etti. Moğol istilası İran’a kadar uzanınca bu devlet Moğollar tarafından yıkıldı.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu kurulup da Maveraünnehir’de Anadolu’nun batısına kadar uzanan topraklar Türk idaresinde birleştirilince Türkler için yerleştirilecek yeni ülkeler ortaya çıkmıştı. Bu sebeple, Tükler İran üzerinden Irak, Suriye ve Anadolu’ya doğru ilerleyip bu topraklara yerleştiler. Selçuklu İmparatorluğu yıkılınca onun mirası üzerinde irili ufaklı birtakım Türk devletleri kuruldu. Bu küçük devletler zamanla arazilerini genişlettiler. İşte bu arada da Mısır’da da, ikinci defa Türk devletleri faslı açıldı. Musul atabeyi Nureddin Mahmud’un ileri gelen amirlerinden Eyyuboğlu Selahattin tarafından tesis edilen Eyyubi devleti (1174-1250) Mısır’da yedi asır devam edecek Türk idaresi için başlangıç teşkil etmiştir. Eyyubiler, Haçlılar’a karşı Suriye ve Mısır’ı müdafaa etmeleri bakımından da tarihte önem taşırlar.
Eyyubilerden sonra Mısır’da kurulan Türk devletlerinden ikincisi Kölemenler devletidir. 1250 yılından, Osmanlıların 1517’de Mısır’ı fetihlerine kadar devam etmiştir. Kölemenler devleti kuvvetli zamanlarında yalnız Mısır’a değil, Filistin ve Suriye’ye, Hicaz’a, Mısır’ın güneyinde Nubi kıtasına kadar hükmetmiştir.
BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ
Selçuklu İmparatorluğu’nun bundan önce gayet kısa şekilde gözden geçirdiğimiz Türk devletlerinden daha fazla ve daha başka önemi mevcuttur. Selçuklu İmparatorluğu, bir defa dünya tarihine fazlaca tesir eden imparatorluklardandır. Sonra Selçuklular, Osmanlı devletinin kurulmasına yol açmaları bakımından mutlaka tetkike değer. Şayet Büyük Selçuklu İmparatorluğu kurulmasaydı, Anadolu Türkleşemez ve bu ikinci vatan üzerinde bir takım irili ufaklı Türk devletleri arasında Osmanlı devleti de kurulmazdı.
Dünya tarihinde Türkler kadar fazla sayıda devletler kuran bir kavim daha gösterilemez. Türk devletlerinin bir kısmı anayurt Orta Asya’da, bir kısmı da anayurt dışında kurulmuştur. Gelip geçmiş bir çok Türk devletleri arasında Asya’daki Hunların, Gök Türklerin, Selçukluların, Osmanlıların gerek milli gerekse umumi tarih bakımından önem ve tesirleri diğer Türk devletlerininkinden üstündür. Dünya tarihinin cereyanı üzerinde müessir olmuş bu Türk devletleri, aynı zamanda gelip geçmiş dünya imparatorlukları içinde de büyüklükleri ile nazarı dikkati celbederler.
Anayurt dışına taşan ve batı istikametinde göç eden Türkler, Hazar denizinin kuzeyi ile birde güneyini takip etmişlerdir. Hazarın güney yolunu İran’daki Sasani devleti asırlarca kapatmış olduğundan Türkler, Sasani devleti yıkılıncaya kadar hep Hazar’ın kuzey yolunu takip etmişler, Güney Rusya, Balkanlar ve Orta Avrupa’ya kadar ilerlemişlerdir. Bu yolu takip edenler geniş topra ASklara yayılarak Hıristiyan unsurlar arasında nüfusca kesafet tesis edemediklerinden zamanla milliyetlerini kaybederek onların arasında eriyip gitmişlerdir. Fakat güney yolunu takip edenlerin akıbeti böyle olmamış, Türk kavmi için yeni vatanların teessüs etmesini sağlamıştır.
İşte güney yolunda büyük çapta ilerlemede önderlik eden ve Türklüğe yeni bir vatan kazandırıp, Orta Asya dışında en uzun ömürlü ve şanlı bir Türk devletinin kurulmasına yol açan Selçukluların bu bakımdan mutlaka tetkiki gerekir. Denebilir ki, anayurt dışında Türklük için milli tarih safhası Selçuklularla açılmıştır.
Bu arada, şurası da calibi dikkattir ki, Selçuklular da, Osmanlılar da, hatta İç Asya’daki Gök Türk imparatorluğunu kuranlar da Türklerin “Oğuz” şubesindendir. O halde Türk tarihindeki devamlılığın temin ve tesisinde Oğuzların diğer Türk şubelerine üstünlükleri barizdir.
Selçuklulara gelinceye kadar kurulmuş olan muhtelif Türk devletlerinde göçebelik, esas vasfı teşkil ederken, bu vasıf Selçuklularda yerleşik hayat vasfından geride kalmıştır. Anadolu Selçuklularından ve ondan sonra gelen Osmanlılarda ise göçebelik vasfı devlet çapında silinerek yerini yerleşiklik vasfına terk etmiştir.
Selçuklu devletini kuran Oğuzlar, bu büyük devletin kuruluş safhasında tekaddüm eden hazırlık devrelerini Maveraünnehir’de geçirmişlerdir. Dandanakan meydan muharebesinde (1040) kazanılan zaferle, Selçuklu devleti birdenbire ortaya çıkıp kendisini gösterince, devletin merkezi sıkleti daha ziyade İran’da toplanmıştır. 1071 de Bizanslılara karşı kazanılan Malazgirt zaferinden sonra ise Türklüğün mukadderatı Anadolu’ya kayıp, asırlarca bu topraklara bağlı kalınmıştır.
Selçuklu imparatorluğu tarihinin Başlangıç Devri, hanedana ve devlete adını veren Selçuk’un babası Dukak’ın İslam ülkeleri dışında bir Türk hükümdarı Yabgu’nun maiyetinde bulunduğu zamandan başlar ve Dandanakan meydan muharebesi ile biter. Bu devre, hemen hemen bir asır kadar devam etmiş, Selçuklu ailesinin etrafında bulunan ve zamanla teşkilatlanıp gelişen bu topluluk, devletin kuruluş safhasına rastlıyan zamanda yarı müstakil bir hüviyet taşımıştır. Tuğrul bey idaresindeki Selçuklu kuvvetleri Gazneliler hükümdarı Sultan Mesud’un ordusunu 1040’da Dandanakan’da mağlûbedince Selçuklu devleti müstakil hüviyetiyle ortaya çıkmakla kalmamış, Türkler içinde yeni ufuklar açılmıştır. Selçuklu imparatorluğu teşekkül edince, Müslüman Oğuzlar yeni zaptedilen ülkelerden İran ve Azerbaycan’a göç etmeye başlamışlardır. Selçukluların büyük hükümdarlarından Alp Aslan’ın Bizans imparatoru Romanos Diogones’i Malazgirt harbinde (26 Ağustos 1071) büyük bir mağlubiyete uğratması, Türklere Anadolu yolunu açtığından Türkler büyük kütleler halinde Anadolu’ya akmıştır. Anadolu toprakları Ege ve Marmara denizi yakınlarına kadar zaptedildikçe Türkler bitip tükenmek bilmeyen dalgalar halinde Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir. Böylece Anadolu çabucak bir Türk vatanı haline gelivermişti.
Büyük Selçuklu sultanı Alp Arslan’ın ölümünden sonra yerine geçe oğlu Melikşah (1072-1092) zamanı Selçuklu imparatorluğunun en parlak devridir. Melikşah zamanında Selçuklu imparatorluğu toprakları Seyhun boylarından Ege denizi yakınlarına, Hicaz topraklarından Kafkasya’ya kadar uzanıyordu. Bu büyük imparatorluk;
a- Selçuklu hanedanından hükümdarlar,
b- Selçuklu hanedanından olmayan Türk hükümdarlar,
c- Başka soydan hükümdarlar tarafından,
büyük Selçuklu sultanına tabi olarak idare edilmekteydi. Hatta büyük sultana tabi hükümdarlara bağlı, yani ikinci hatta üçüncü derece hükümdarlar bile mevcuttu. Bu kademeli hakimiyet sistemi, büyük Selçuklu imparatorluğunun saltanat kavgaları ile çabucak sarsılıp yıkılmasına sebep olmuştur. Mamafih, Anadolu, Irak ve Kirman Selçukluları devletlerinin taazzuv ve yaşamaları da mevzubahis kademeli hakimiyet sisteminin bir neticesidir.
Selçuklu imparatorluğu en geniş halini muhafaza ettiği devrede, yarı müstakil vaziyetteki tabi hükümdar ve prenslerin taht kavgasına kalkışmaları yüzünden şiddetle sarsıldı. Son hükümdar sayılan Sultan Sancar’ın (1117-1157) uğraşmaları Melikşah’ın ölümünden sonra baş gösteren ayrılık temayüllerini tamamen ortadan kaldırmaya kifayet etmedi. Nihayet onun 1157’de ölümü ile imparatorluk parçalandı.
ANADOLU SELÇUKLULARI
Büyük Selçuklu sultanı Alp Aslan ile Bizans imparatoru Romanos Diogenis arasında vuku bulan Malazgirt savaşı Anadolu’nun mukadderatında yeni bir devir yarattı. 1071 yılında Malazgirt zaferinin kıymetli bir meyvası halinde Türkler Anadolu’yu yeni vatanları halinde kazandılar. Gerçi Malazgirt savaşından bir sene evvel Selçuklu prensleri veya onlara bağlı Türk kumandanları emrindeki kuvvetler Anadolu’ya girmişler, bilhassa Doğu Anadolu topraklarını aşağı yukarı devamlı denecek derecede hâkimiyetleri altına almışlardı. Hattâ Konya’ya kadar uzanan Türk akını bile olmuştu. Fakat bunlara rağmen, Bizans kuvvetinin esaslı şekilde ezilerek Anadolu’nun Türklüğe açılması Malazgirt zaferi ile mümkün oldu.
Malazgirt savaşının yapıldığı 1071 yılında, zaferi müteakip Anadolu’da üç küçük Türk devletçiği teşekkül etti. Bunlar; Erzurum ve çevresinde Saltuklar, Erzincan etrafında Mengüçler; Sivas ve çevresinde Danişmendliler’dir. Anadolu’daki bu ilk Türk devletlerini kuranlar Alp Aslan’ın maiyetinde çalışmış emirlerdir. Alp Aslan onları Anadolu’da muayyen yerlerin fethine memur etmiş, bu beyler de fethettikleri topraklarda büyük sultana bağlı devletler kurmuşlardır. Bir ilâ bir buçuk asır kadar devam eden ve Anadolu’nun imarı ile kültürünün yükselmesinde büyük hizmetler ifa eden bu devletler, bir bakıma, Anadolu’da ilk Selçuklu feodalitesi telâkki edilmektedir. Anadolu Selçuklu devletinin kuvvetlenerek önce Danişmendileri, sonra Mengüçleri, en nihayet de Saltukları ortadan kaldırarak topraklarını ilhak etmesi, Anadolu’daki ilk Selçuk beyliklerinin nihayete ermesini sağlamıştır.
Anadolu’da geniş çapta fetihler yapan ve Anadolu Selçuklu devletim kuran Kutulmuşoğlu Süleyman’dır. Selçuk’un oğlu Arslan’ın oğlu Kutulmuş, Tuğrul Bey zamanında Anadolu fütuhatına iştirak etmiş, Doğu Anadolu’nun fethini bizzat kendisi başararak hayli kuvvetlenmişti. Kutulmuş, kuvvetine güvenerek Sultan Alp Aslan’a isyan etmiş, onunla yaptığı bir muharebede ölmüştü.
Bu isyan yüzünden Alp Aslan Kutulmuş’un oğlu Süleyman’ı Urfa ile Birecik mıntıkasında ikamete memur etti. Süleyman daha önce bu mıntıkaya yerleşmiş olan Türkmenler üzerinde yavaş yavaş otoritesini tesis ve tezyid etti. Alp Aslan’dan sonra Melikşah tahta geçince, Süleyman’ı Bizanslı’larla harbe ve Kızılırmak ötesindeki Bizans ülkelerinin fethine memur etti. Süleyman’a böyle bir vazife verirken Anadolu’daki bütün Türkmen kuvvetlerinin kumandanlığını da ona tevdi etti.
Bu sırada Anadolu’daki Bizans kumandan ve idarecileri arasındaki anlaşmazlıklar artmıştı. Büyük arazi sahiplerinin elinde âdeta bir köle hayatı yaşamakta olan halk, Bizans idaresinden pek memnun değildi. Türklerin fethettikleri ülkeler halkına hafif bir vergi tarh edip başka mükellefiyet yüklememeleri, ayrıca din ve mezhep hürriyeti de tanımaları, Türkleri onlara karşı amansız bir düşmandan daha başka türlü, hattâ âlicenap bile gösteriyordu.
Kutulmuşoğlu Süleyman Bizans’ın idare tarzını, bu idarenin zayıf taraflarını, Anadolu’da yaşayan halkın durumunu iyice kavramış olduğundan, fetih hareketlerinde bu bilgilerinden çok istifade etti. Süleyman, Anadolu’daki Bizans kumandanları arasındaki geçimsizlikten başka Bizans merkezindeki saltanat kavgalarından istifade fırsatını da kaçırmadı. Neticede Marmara yakınlarında İznik, Ege kıyılarında İzmir şehrine kadar mühim merkezleri zaptetti. İznik’i zaptedince burayı devletine merkez yaptı. İznik’in zapt ve merkez ittihazından bir sene sonra Anadolu Selçuklu devleti kurulmuş oldu (1077).
Bizans’ın zaafından istifade eden Süleyman fetihlerini batı istikametinde ilerletiyordu. Lâkin 1081 de Bizans tahtına geçen Aleksis Komnenos’un karışıklıklara son verip Bizans kuvvetlerini bir araya toplaması, Süleyman’ın batıda duraklamasına sebep oldu. Süleyman bu arada doğu işlerine alâka göstererek Antakya’yı zaptetti. Bilâhare Selçuklu prensleri arasında eksik olmayan kavgalara Süleyman da karıştı. Suriye Selçukluları hükümdarı Tutuşla yaptığı bir harbde mağlûboldu ve öldü.
Anadolu’nun fethi ve bu ülkenin Türklere açılmasında en büyük hizmeti ifa eden Süleyman’ın ölümü, Anadolu Selçuklu devletinin teşkilâtlanmasında bir kaç senelik gecikmeye sebep oldu. Mamafih onun ölümü üzerine Antakya’ya kadar gelen Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Anadolu ve Suriye işlerini düzene koydu ama, Süleyman’ın oğlu Kılıç Aslan’ı da beraberinde Irak’a götürdü.
Anadolu fâtihi Süleyman’ın zamansız ölümü ve oğlunun Irak’a götürülüp hapsedilmesi, Anadolu Türklüğünün yan başsız kalmasına, fütuhatın duraklamasına ve bu müddet zarfında da Bizans’ın rahat nefes almasına sebep oldu.
Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın ölümünden (1092) sonra yerine geçen Berkyaruk, Kılıç Aslan’ı Anadolu’ya göndererek onu babasının fetihlerini devam ettirmeye memur edince; Anadolu Selçuklu devletinin temelleri daha kuvvetli şekilde atılmış oldu. Anadolu Selçuklu devletinin en kuvvetli ve değerli hükümdarlarından biri olan Kılıç Aslan, Berkyaruk’un ölümünden sonra (1104) onun yerine geçenleri metbu tanımıyarak istiklâlini ilân etti. İstiklâlini ilânla birlikte sultan unvanını alan Kılıç Aslan zamanında birinci Haçlı Seferi başlamıştı. Haçlılara karşı Anadolu’yu ve dolayısı ile İslâmiyet’i kahramanca müdafaa eden Kılıç Aslan’ın hayatı harbler ve mücadele ile geçmiştir. Bir taraftan haçlılar, öte taraftan Bizanslılarla çarpışmalar bu azimkar hükümdarı yıldırmadı Türkler de bu sırada Anadolu’da kesafet peyda ediyorlardı.
Birinci Kılıç Aslan’ın 1107 de İran ve Suriye Selçuklularına karşı yaptığı harbde mağlûbolması ve Habur çayında boğulması, Anadolu Selçuklularını yine sarstı. Yerine geçen oğlu Mesut (1116 -1156) bu sarsıntıya son vererek Kılıç Aslan’ın ölümünden istifadeye çalışan Bizanslıları mağlûbetmiye muvaffak oldu ama, onun arkasından ikinci Haçlı orduları ile uğraşmak zorunda kaldı. Haçlıları Tarsus geçitlerinde ve İçel dağlarında mahvetti.
Mesut’tan sonra hükümdar olan İkinci Kılıç Aslan Danişmendliler devletine nihayet vererek Anadolu’da Türk siyasi birliğini temin bakımından en büyük adımı atmış oldu. Yine bu hükümdar zamanında Bizanslılar ağır mağlûbiyetlere uğratılarak Bizans tecavüzünün kudreti kırıldı. Bundan sonra Anadolu Selçuk devleti için Bizans tehlikesi kalmamıştı. Gerçi İkinci Kılıç Aslan’dan sonra da Bizanslılarla birtakım çarpışmalar vuku buldu ise de, Bizanslılar artık Türkleri Anadolu’dan söküp atamayacaklarını, daha ziyade varlıklarını muhafaza için, tecavüz harbi değil müdafaa harbi yapmaları gerektiğini anladılar.
Anadolu Selçuklu devletinin en parlak devri Birinci Alâeddin Keykubat zamanına (1219-1236) rastlar, iyi bir idare adamı, tedbirli bir kumandan, mahir bir diplomat olan Alâeddin, devletini yükseltmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Akdeniz kıyısındaki Kandelor şehrini zapt ederek ismini Alâiye’ye çevirdi ve kendisine kışlık merkez yaptı. Selçuklu devletinin arazisini Erzurum’a kadar genişletti. O sırada hayli kuvvetli bir devlet olan Eyyûbîlerle yaptığı harbi bile kazandı. Lâkin ustaca bir politika kullanarak Eyyûbîlerle dostluğu yeniden tesis etti. Hattâ Eyyûbîlerle birleşerek Harizmşahlar hükümdarı Celâleddin’e karşı Erzincan’da mühim bir zafer kazandı.
O sırada Moğol orduları Harizmşahlar devletinin topraklarına girmeye, neticede Harizmşahlar devleti yıkılmaya, muhtelif kumandanlar idaresindeki Harizmli Türkler etrafa dağılmaya başlamışlardı. Alâeddin bu Türklerden bir çoğunu ülkesinin doğu hudutlarına yerleştirdi. Böylece hem Anadolu’nun müdafaası, hem de Anadolu Türklüğünün kesafet peyda etmesi bakımından isabetli icraatta bulunmuş oluyordu.
On üçüncü asrın ilk yıllarından itibaren Selçuklu devletinin kemal devrine ulaşması ile Anadolu yollar, hastaneler, camiler, türbeler, medreseler, kütüphaneler, hanlar, kervansaraylar, hamamlar, çeşmeler, köprüler inşa olunarak imar edilmiş, Türk kültürü tam mânasiyle bu topraklarda yerleşip gelişmiş; halk huzur ve refaha kavuşmuştu. Lâkin Birinci Alâeddin Keykubat’ın ölümünden bir müddet sonra beliren Moğol tehlikesi, Selçuklu devletinin parlaklığının sönmesine sebep oldu. Selçuklu sultanı İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev idaresindeki ordu 1243 de Kösedağ harbinde Mogollara yenilince, Anadolu Selçuklu devleti Moğolların himayesi altına düştü. Bu tarihten sonra Selçuklular bir daha bellerini doğrultup eski hallerini bulamadılar. Devlet 1308 de tamamen yıkılıncaya kadar İlhanlı himayesi devam etti.
Mamafih İlhanlı himayesine rağmen Anadolu’daki karışıklıklar bitip tükenmedi. İlhanlılara karşı kıyamlar; onların mukabil tenkilleri; Selçuklu ailesinin taht kavgaları Anadolu’da hayli tahribata ve insan öldürülmesine sebep oldu. Bütün bunlara rağmen İlhanlıların Anadolu’daki nüfuz sahaları Doğu ve Orta Anadolu’ya münhasır kalıyordu. Bundan faydalanan Türkmen beyleri Karaman havalisinde ve Batı Anadolu’da birtakım küçük devletler kurmuşlardı. Böylece Anadolu’da «Beylikler devri» açılmış ve Osmanlılar tarafından bir bayrak altında toplanmaya kadar Anadolu’nun siyasî birliği bozulmuştur.
Anadolu Selçuklu devleti, Büyük Selçukluların Anadolu’daki parçası ve devamı olduklarından devlet teşkilâtı bakımından Büyük Selçukluların sistemini devam ve inkişaf ettirmişlerdir. Seyhun boylarından Ege kıyılarına, Hicaz’dan Kafkasya’ya kadar uzanan ülkelerde İslâm vahdetini tesis etmiş olan Büyük Selçuklular İslâm mezhepleri içinde Sünniliği kabul ederek, İslâmiyet’in ve Türklüğün Anadolu’da yayılmasında da en büyük rolü oynadılar.
Anadolu Selçukluları ise, Anadolu’yu Türkler için ebedî bir vatan haline getirmişler, Bizans hâkimiyetini Marmara kıyılarına kadar geriletip, Anadolu’yu Türk halkı ve kültürü ile bezemişlerdir. İslâmiyet’in kalkanı halinde Haçlılara göğüs geren ve İslâmiyet’in Ege ve Akdeniz kıyılarında gerilemesine kanları pahasına mâni olan Selçuklulardır.
Anadolu’da durum:
On üçüncü asrın ikinci yarısından itibaren İlhanlıların nüfuzu altına giren Anadolu Selçuklu devleti asrın sonlarına doğru ziyadesiyle zayıflamış, bir vali kadar hükmü kalmayan son hükümdar İkinci Gıyaseddin Mesud’un 1368 de ölümü ile tamamen ortadan kalkmıştır. Ayaklanma ihtimallerini göz önünde tutan Moğollar Selçuklu ailesine mensup prensleri öldürmüşler, nüfuzları altında bulunan toprakları, Anadolu Umumî Valiliği ismi altında toplayarak idaresini Moğol beylerinden birisine tevdi etmişlerdir.
İlhanlılar, Batı ve Güneybatı Anadolu’ya nüfuz edemediklerinden, buralardaki Türkmen beyleri küçük küçük devletler kurmuşlardı. Selçuklu devleti ismen son bulunca, bu beylikler daha fazla genişlemek için gayretler sarfına başladılar. Yalnız, İlhanlıların Anadolu umumi valilerinin en meşhuru olan Emir Çobanoğlu Demirtaş (Timurtaş) Bey Anadolu’yu tamamen Moğolların idaresi altına sokmaya çalıştı. İlhanlılara karşı bağlılıklarını kesen veya gevşeten Anadolu beyliklerini ortadan kaldırmak istediyse de emelinde muvaffak olamadı. Demirtaş Beyin ölümü Anadolu beyliklerine geniş nefes aldırdı.
İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han evlât bırakmadan 1335 de ölünce İlhanlı devleti son günlerini yaşamaya başlamıştı. O sırada İlhanlıların Anadolu valisi bulunan Türk asıllı Alâeddin Eretna Bey, İlhanlılardaki saltanat kavgalarından faydalanarak, merkezi Sivas olmak üzere bir devlet kurdu (1343). Böylece, Anadolu’nun doğu ve orta taraflarını içine alan İlhanlı nüfuz ve idaresi tamamen sona ererken Anadolu’daki beylikler için birbirlerine karşı daha serbest bir mücadele devresi açılmış oluyordu.
On dördüncü asrın ilk yarısında Anadolu’daki beylikler: Karaman, Germiyan, Menteşe, Hamit, Karesi, Aydın, Saruhan, Eşref, Candar ve Osmanoğulları idi. Orta Anadolu’nun bir kısmına sahip Eretna oğullarından başka Doğu Anadolu’da da ayrı beylik ve hükümetler teşekkül etti. Bu beylikler arasında, hususî beylik menfaatleri ve Anadolu birliğini kurma meselesi yüzünden çarpışmalar eksik olmadı. Nihayet Anadolu birliğini tesis Osmanoğullarına nasib oldu.
Karamanoğulları
Anadolu beylikleri içinde ilk kurulanı ve uzun ömürlüsü Karamanoğulları’dır. Beylikleri yeni kurulduğu sırada bile diğer beyliklerden daha geniş toprağa sahip olmaları çabuk gelişmelerine vesile olmuş ve kuvvetlenince de Selçukluların merkezi Konya’yı zapt etmeleri bakımından kendilerini Selçukluların vârisi addetmişlerdir.
Oğuzların Salur yahut da Afşar boyundan olan Karamanlıların Anadolu’ya ne zaman geldikleri kat’i şekilde belli değildir. Onların, Tuğrul Bey ile birlikte Anadolu’ya geldiklerini ve Tuğrul Beyin dönmesinden sonra burada kaldıklarını bildiren eserler olduğu gibi, Moğol istilâsından kaçmak suretiyle geldiklerini kaydeden kaynaklar da vardır. Karamanlıların Anadolu’daki yerleşmelerine ait kat’i tarih Birinci Alâeddin Keykubat zamanına rastlamaktadır. Alâeddin Keykubat Karamanlıları 1228 de Ermenak yöresine yerleştirmişti.
Karamanlıların ilk mühim tarihî şahsiyeti Kerimüddin Karaman’dır. Karamanlılar, başlarında Kerimüddin Karaman bulunduğu sırada dahi Konya üzerine hücumda bulunmuşlardır (1261). Oğlu Mehmet Bey, Karamanlıları daha fazla kuvvetlendirmiş, Selçukluların çekmekte oldukları sıkıntılardan faydalanmış, Mısır sultanı Beybars’la siyasî münasebetlerde dahi bulunmuştur. Mehmet Bey Konya’ya karşı hücuma geçerek şehri zapt etmiş, Selçuk tarihlerinde Cimri diye bahsedilen Siyavuş adında birini Selçuk hükümdarı ilân eylemiş (1277) ise de, sonradan Moğollar tarafından yenilerek öldürülmüştür.
Mehmet Beyden sonra gelen oğulları da Moğollarla mücadeleye devam etmişlerdir. İlhanlıların Anadolu valilerinin en kudretlisi olan Emir Çoban ile oğlu Demirtaş Beye bile boyun eğmemişler, fakat onların valilikleri sırasında da çok sıkıntılı devreler atlatmışlardır.
Emir Çobanoğlu Demirtaş Beyin Mısır’a kaçmasını müteakip rahat nefes alan Karamanoğulları, ülkelerini daha kolaylıkla genişletmeye koyulmuşlardır. Konya’ya kat’i şekilde sahip oluşları da Demirtaş Beyin Anadolu’dan uzaklaşmasından sonradır.
Osmanlılarla Karamanlılar arasında ilk münasebet Orhan Bey zamanına rastlamaktadır. Karaman hükümdarı Alâeddin Ali Bey Osmanlı hükümdarı Birinci Murad’ın kızı Nefise Sultan’la evlenmiş, iki devlet arasında akrabalık bağları teessüs etmişti. Akrabalık bağından en çok faydalanmaya çalışan Karamanlılardır. Bu bağa rağmen Alâeddin Ali Bey Osmanlı topraklarına tecavüzden geri durmamıştır.
Kayınpederine karşı tecavüzde bulunan Alâeddin Ali Bey kayınbiraderi olan Yıldırım Bayezit ile de iki defa muharebe etmiştir. Meşhur Akçay muharebesinde Yıldırım Bayezid’e yenilince Konya’ya kaçıp şehre kapanmış, fakat Konya Osmanlılar tarafından zapt edilerek kendisi öldürülmüştür (1398). Yıldırım Bayezit Konya’dan sonra, Karamanlıların daha önceki merkezleri olan Lârende (Karaman) kasabasını da zapt etmiş, Alâeddin Ali Beyin iki oğlunu Bursa’ya göndererek muhafaza altına almıştır. Böylece 1402 Ankara muharebesinin neticesine kadar Karaman ülkesine Osmanlılar sahip olmuşlardır.
Timur, Anadolu beylerine eski topraklarını iade edince Karamanoğulları da yine ülkelerine sahip olmuşlardır. Osmanlılar kendilerini toparlayınca Anadolu’da en mühim hasım olarak yine Karamanoğullarını bulmuşlardır. Osmanlılarla Karamanoğulları arasındaki mücadele Fatih Sultan Mehmet devrine kadar devam etmiştir.
Germiyanoğulları
Anadolu beyliklerinin kuvvetlilerindendir. Germiyan, bir Türkmen aşireti ismi olup bilâhare hem aile hem de devlet ismi haline geçmiştir. Beyliği kuran Germiyan aşireti, önce Malatya taraflarında bir müddet oturmuş, sonra Kütahya ve Denizli yöresine gelmiştir. Bunların ne zaman Kütahya’ya kat’i şekilde yerleştikleri bilinmemektedir. Yalnız 1283 yılından itibaren Germiyanlıların Kütahya’da kuvvetli nüfuzlar olduğu görülmektedir.
Germiyanlıların ilk reislerinden Ali-şir Bey ve onun oğlu Yakup Bey Selçukluların emirlerinden idi. Beyliği kuran Yakup Bey’dir. «Germiyan Sultan» unvanını alan Yakup Bey, beyliğini hayli kuvvetlendirmiş, Bizanslılarla muharebe etmek üzere, Aydınoğlu Mehmet Bey kumandasında sevkettiği kuvvet Ege sahillerine kadar inmiş, Ayasluğ ve Birgi’yi zapt etmiştir.
Yakup Bey’in ölümüyle yerine geçen oğlu Mehmet Bey Bizanslılardan Simav gölü çevresini zapt etmiştir. Mehmet Bey vefat edince, Germiyanlılara tâbi Aydınoğulları beyliği ayrılmıştır. Mehmet Bey’in oğlu olup Süleyman Şah veya Şah Çelebi diye anılan Germiyan hükûmdarı, Karamanoğullarının tazyikine maruz kaldığından, onlara mukabil komşusu Osmanlılarla anlaşmak istemiştir. Bu gaye ile kızı Devlet Hatun’u Birinci Murad’ın oğlu Yıldırım Bayezid’e vererek akrabalık bağı tesis etmiştir. Kızının çeyizi olarak merkezleri Kütahya ile birlikte Tavşanlı, Simav, Emed’i Osmanlı’lara terk edip kendisi Kula kasabasına çekilmiştir
.
Birinci Kosova muharebesinde Sultan Murat şehit düşünce Osmanlıların sarsılacağına hükmeden Karamanoğulları ve Germiyanlılar Osmanlı topraklarına tecavüze kalkmışlardır. Bu sırada Germiyan hükümdarı olan ikinci Yakup Bey, evvelce çeyiz olarak terk edilen toprakları geri almaya başlamışsa da, Yıldırım gibi Anadolu’ya yetişen Bayezit Yakup Beyi yakalatarak Rumeli’de İpsala kalesine hapsetmiş ve bütün Germiyan ülkesini zapt etmiştir (1390).
Dokuz sene İpsala’da kalan Yakup Bey 1399 da bir yolunu bulup kaçmak imkânını elde etmiş, deniz yolu ile önce Suriye’ye, oradan da Timur’un yanına gitmiştir.
Ankara muharebesinden sonra öteki Anadolu beyleri gibi Yakup Bey de Osmanlıların eline geçmiş olan arazisine Timur’un emir ve müsaadesi ile sahip olmuştur. Timur’un yüksek hâkimiyetini tanımış, onun namına para kestirmiştir, ikinci Yakup Bey, yeğeni Çelebi Mehmet ve daha sonra İkinci Murat ile iyi geçinmiştir. Kendisinin erkek evlâdı olmadığından memleketini Osmanlılara vasiyet etmiştir. Böylece 1428 de ölümü ile Germiyan beyliği son bulup toprakları Osmanlılara intikal etmiştir.
Karesi Beyliği
Batı Anadolu’da kurulan beyliklerden olup merkezi Balıkesir idi. Beyliği kuran, Karesi Bey ile babası Kalem Beydir. Kalem Bey Melik Danişmend Gazi torunlarındandır. Anadolu Selçukluları Danişmendlilere nihayet verince, bu aileye mensup kimseler Selçukluların hizmetine girerek hudut mıntıkalarında uc kumandanlığı vazifeleri almışlardır. Selçuklular yıkılmak üzereyken uç kumandanlarından olan Karesi Bey de kendi adı ile anılan beyliği kurmuştur.
Karesi beyliği, Balıkesir ve çevresi ile birlikte Edremit ve Çanakkale’ye uzanan topraklara sahipti. Bunlar donanma da meydana getirmişlerdi. Osman Gazi’nin çağdaşı olan Karesi Bey’in ölüm tarihi kat’î şekilde belli olmamakla beraber 1325 ile 1330 yılları arasında öldüğü muhakkaktır. Onun ölümü ile Karesi beyliğinin iki oğlu arasında bölünmeye maruz kaldığı anlaşılmaktadır. Balıkesir ve çevresine Demirhan Bey, Bergama ve çevresine de Yahşi Bey hükmetmekte idi. Yahşi Bey 1341 ve 1342 senelerinde iki defa Gelibolu’ya donanma ile asker çıkarmış, fakat muvaffak olamayarak sonunda imparator Kantakuzenos ile anlaşmaya mecbur olmuştur. Osmanlılara komşu olan Demirhan Bey’in top -raklarının bir kısmının Osmanlılara geçtiği, maamafih Demirhan’ın oğlu olması muhtemel bulunan Süleyman Bey’in Çanakkale etrafında bir müddet daha tutunduğu anlaşılıyor.
Osmanlı vekayinameleri Karesi Beyin oğulları ile beyliğin topraklarını Osmanlılara geçişini başka türlü anlatırlar. Osmanlı kaynaklarına nazaran; Karesi Beyin oğlu Aclân Beydir, Aclân Bey, Osman ve Orhan Gazilerle iyi geçinmiş, oğlu Dursun Bey’i de Orhan Bey’in yanına göndermiştir. Aclân Bey 1335 veya 1337 de vefat edince yerine büyük oğlu geçmişti. Aclân Bey’in büyük oğlu Demirhan Bey geçimsiz ve kötü huylu bir adam olduğundan, halk meşhur bir şahsiyet olan Hacı İl Bey vasıtası ile Dursun Beyin hükümdarlığını istemiştir. Bunun üzerine Dursun Bey Orhan Gazi’ye müracaatla yardım talep etmiş ve yapılacak yardıma mukabil merkez Balıkesir hariç diğer yerlerin Osmanlılara terk edileceğini vaad etmiştir.
Orhan Bey ise yanına Dursun Bey’i alarak Balıkesir üzerine yürüyünce Demirhan Bey Bergama’ya kaçmıştır. Orhan Gazi, Dursun Bey’i, Hacı II Bey’le birlikte Bergama’ya göndermiştir. Fakat Bergama önünde Dursun Bey kaleden atılan bir okla ölmüş, Demirhan Bey ise yakalanarak Bursa’ya getirilmiştir. Böylece Karesi Beyliği de nihayet bulmuştur. Beyliğin nihayet buluşuna ait bir kaç tarih mevcutsa da, son Karesi topraklarının 1345 ile 1354 seneleri arasında Osmanlılara katılmış olması lâzım gelmektedir.
Aydınoğulları
Aydınoğulları beyliğini kuran Mehmet Bey’in babası Anadolu Selçuklularının emirülsevahili (amirali) Aydın Bey’dir. Aydınoğlu Mehmet Bey Germiyan hükümdarı Birinci Yakup Bey’in subaşısı idi. Mehmet Bey, Menteşeoğullarına damat olan Sasa Bey ile birlikte hareket ederek sür’atli akınlarla Birgi, Ödemiş, Ayasluğ (Selçuk) ve Tire’yi zapt etmiştir. Mehmet Bey bilâhare Sasa Bey’i bertaraf ederek akın ve fetih hareketlerine yalnız başına devam etmiş, böylece kendi adı ile anılan bir beylik kurmaya muvaffak olmuştur. Beyliğin merkezi Birgi idi.
Mehmet Bey’in ikinci oğlu Umur Bey, daha babasının sağlığında kuvvetli bir donanma meydana getirmiş, bilgi ve cesaretle deniz harplerine girişmiştir. Mehmet Bey’in 1333 de ölümü üzerine beyliğin başına Umur Bey getirilmiş, kuvvetli donanmasiyle deniz harplerine devam etmiştir.
Sakız, Ağriboz adalarına, Mora ve Rumeli kıyılarına müthiş akınlar yapan Gazi Umur Bey Bizans’taki taht ve taç kavgalarına müdahale ederek dostu Kantakuzen’in imparatorluk tahtına oturabilmesini temin etmiştir.
Umur Beyin pervasız deniz seferlerinden canları yanıp göz açamayanlar nihayet birleşerek Umur Bey donanmasına hücum etmişlerdir. Papa, Venedik, Rodos ve Kıbrıs donanmalarından mürekkep müttefik donanması bu hücumda Umur Bey donanmasını yakmışlar, Sahil İzmir’ini de zapt etmişlerdir. Hıristiyanların bu ittifakına rağmen yılmayan Umur Bey İzmir’i geri almak için yaptığı çarpışmada şehit düşmüştür (1348).
Umur Bey’in ölümüyle yerine geçen büyük biraderi Hızır Bey onun azim ve cesaretine sahip olmadığından Hıristiyanlarla ağır bir muahede imzaladı. Neticede Aydınoğullarının deniz kuvveti de hiçe indi. Hızır Bey ölünce İsa Bey Aydınoğulları hükümdarı oldu. İsa Bey hem âlim, hem de ilim ve sanat adamlarının koruyucusu idi.
İsa Bey zamanında, Osmanlılarla Aydınoğulları çatıştılar. Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezit, Karamanoğullarının teşviki neticesi kendi aleyhinde anlaştıklarını duyduğu Aydınoğulları üzerine hareket etti. İsa Bey mukavemet edemiyeceğini anladığından, Yıldırım Bayezit Aydınoğulları arazisini harbsiz işgal etti (1390). Yıldırım Bayezit İsa Beyin kızı Hafsa Hatun’u kendisine nikâh ederek kayın pederine Tire tarafından biraz arazi bıraktı.
Timur’un 1402 Ankara muharebesinden sonra diğer Anadolu beylikleri gibi Aydınoğulları da yeniden ortaya çıktılar. İsa Bey’in oğlu Musa Bey ile onun oğlu Umur Bey (İkinci Umur Bey) Aydınoğullarının başında bulundular. Bu aileden olup daha çok İzmir oğlu Cüneyd Bey diye anılan Aydınoğulları hükümdarı Osmanlıları hayli uğraştırdı. Cüneyd Bey, Yıldırım Bayezid’in oğlu Emir Süleyman ile, Çelebi Sultan Mehmet ile, sonra da İkinci Murat’la mücadele etmiş, en sonunda da 1425 de yakalanarak idam edilmesiyle Aydınoğulları tamamen sona ermiştir.
Menteşe Beyliği
Anadolu’nun güneybatısında kurulmuş olan Menteşe beyliği, ismini yine Anadolu Selçuklularının emirülsevahili (amirali) olan Menteşe Beyden almıştır. Takriben 1300 tarihine doğru teşekkülünü tamamlamış olan Menteşe beyliği, kurucularının deniz yoluyla bu toprakları ele geçirdikleri bazı kaynaklarda yazılmışsa da, Muğla, Beçin, Milas ve Çine taraflarına da hâkim oldukları şüphesizdir.
1280 senesinde bir Menteşe beyinin Tralles yâni Aydın kasabasını kuşattığını, başka bir Menteşe beyinin de 1300 de Rodos adasını almak için şiddetli mücadelede bulunduğunu biliyoruz. O halde Menteşe beyliği on üçüncü asrın sonlarında güneydoğu Anadolu’da bilhassa denizcilik bakımından hatırı sayılır bir kuvvetti. Menteşe ailesi Rodos’u zapt için Aydınoğulları ile işbirliği de etmiştir.
Menteşe ailesinden Mes’ut ve Erhan Beylerle onun oğlu İbrahim Bey hakkında fazla bilgiye sahip değiliz, yalnız bunlardan Erhan Bey’in kuvvetli donanmaya malik olduğunu biliyoruz. 1354 ten önce ölen Erhan beyin Musa, Ahmet ve Mehmet Bey isimlerindeki oğulları arasında ihtilâflar vuku bulmuş, bu yüzden Menteşe beyliği parçalara ayrılmıştır. Bunlardan Mehmet Bey Balat (Milet) hükümdarı bulunurken 1390 da Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezid’in hücumuna uğramış ve mağlûbolunca memleketinden kaçmış ve en sonunda Timur’un yanına kadar gitmiştir. Onun kaçmasiyle Menteşe beyliği toprakları Osmanlıların eline geçmiştir.
Ankara muharebesinden sonra Mehmet Bey, Timur’un himayesinde eski beyliğine sahip olmuştur. Onun ölümü ile Menteşe beyi olan oğlu İlyas Bey 1415 ten itibaren Osmanlıların nüfuz ve himayesini tanımıştır. İlyas Beyin oğlu Leys zamanında ise, Menteşe beyliğine tamamen son verilmiştir.
Menteşeoğulları, komşuları Aydınoğulları gibi denizci olmaları bakımından Anadolu beylikleri tarihinde mühim bir mevki işgal ederler.
Eşrefoğulları Beyliği
Eşrefoğulları beyliği Beyşehir etrafında kurulmuştur. Beyliğin kurucusu Eşrefoğlu Süleyman Bey Selçukluların emirlerindendi. Süleyman Bey on üçüncü asrın sonlarında Selçuklu şehzadeleri arasındaki mücadelede mühim bir rol oynayarak kuvvetini göstermiştir.
Eşrefoğulları beyliğinin kurucusu olup, merkez edindiği Beyşehir’i imar ve ihya eden, hattâ bir zamanlar bu şehrin Süleyman Şehri diye anılmasında âmil olan Süleyman Bey 1301 yılma doğru ölmüş, yerine oğullarından Mubarizüddin Mehmet Bey geçmiştir. Mehmet Bey, Akşehir ve Bolvadin taraflarını zapt ederek Eşrefoğulları arazisinin genişlemesini temin etmiştir.
Mehmet Bey’in ölüm tarihi de babasınınki gibi kat’i şekilde malûm olmamakla beraber 13-20 den sonra öldüğü anlaşılmaktadır. Mehmet Bey’in oğlu, İkinci Süleyman Bey Eşrefoğulları hükümdarı bulunduğu sırada İlhanlıların Anadolu Valisi Demirtaş’ın yıkıcı darbelerine maruz kalmıştır. Demirtaş, 1325 yılında Süleyman Beyi mağlûp ve esir etmiş, sonra da Beyşehir gölüne atarak boğup öldürmüştür. Böylece Eşrefoğulları beyliği son bulmuştur. Daha sonra İlhanlı Valisi Demirtaş Mısır’a kaçıp da Anadolu beyleri rahat nefes alınca, Eşrefoğulları tekrardan tarih sahnesine çıkamamış, Eşrefoğullarına ait topraklar Karaman ve Hamitoğullarının eline geçmiştir.
Candaroğulları
Anadolu beylikleri arasında Karamanoğullarından sonra en uzun yaşayan bu beylik, Kastamonu ve çevresinde kurulmuştur. Sülâlenin altıncı hükümdarı İsfendiyar Bey’e nisbetle İsfendiyaroğulları diye de anılmaktadır.
Ailenin ilk reisi Şemseddin Yaman Candar, Selçuklu ümerasından olup, hizmetlerine karşılık Kastamonu ve etrafı kendisine verilmişti. Oğlu Süleyman Paşa Kastamonu’da bir beylik kurmaya muvaffak olmuştur. (1300), Bilâhare Sinop ve Safranbolu’yu da alarak kuvvetlenen Süleyman Paşa, bir müddet İlhanlılara itaat eder görünmüştür. Bu beyliğin tam müstakil hâle gelmesi, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümünden sonraya rastlamaktadır.
Candaroğulları ile Osmanlılar arasındaki ilk münasebet Celâleddin Bayezit Bey zamanında başlamıştır. Osmanlı tarihlerinin Kötürüm Bayezit diye bahsettikleri Candaroğullarnıın bu hükümdarı sert ve haşin tabiatlı bir insandı. Kötürüm Bazeyid’in haşin tabiatı yüzünden Candaroğulları beyliği komşuları ile mütemadiyen anlaşmazlıklara düşmüştür. Kötürüm Bayezid’in İskender adındaki oğlunu veliaht tâyin edeceğinden kuşkulanan öteki oğlu Süleyman Paşa babasına karşı silâhlı muhalefete geçmiş bu arada Osmanlıların yardımını temin edebilmek için de Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın kızı ile evlenmiştir. Osmanlıların yardımı sayesinde babası Kötürüm Bayezid’i Kastamonu’yu terke mecbur bırakmıştır. Kötürüm Bayezit Kastamonu’dan çıkıp Sinop’ta yerleşirken, oğlu da Kastamonu’ya hâkim vaziyete geçtiği cihetle, Candaroğulları ikiye ayrılmıştır.
Kötürüm Bayezit 1385 de ölünce oğlu İsfendiyar Bey, Candaroğullarnıın Sinop şubesi hükümdarı olmuştur. Önce Osmanlılarla iyi geçinen Süleyman Paşa (ikinci Süleyman Bey) bilâhare bu tavrını değiştirdiğinden Yıldırım Bayezit ile çarpışmak zorunda kalmış, harp de yenilerek öldüğünden, Candaroğullarnıın Kastamonu şubesi toprakları Osmanlılara geçmiştir (1392). Sinop şubesinin hükümdarı İsfendiyar Bey’in hâkimiyeti Sinop şehrinde devam etmiş, 1402 Ankara harbini müteakip ise, Timur’un müsaadesiyle İsfendiyar Bey Kastamonu’dan Samsun’a kadar Candaroğullarnıın eski topraklarına yeniden sahip olmuştur.
Ankara harbinin sarsıntıları atlatılmaya çalışılırken Çelebi Sultan Mehmet zamanından itibaren Candaroğulları ile Osmanlılar arasındaki mücadele yeniden başlamış, ikinci Murat zamanında yine çatışmalar olmuş, Fatih zamanında da Candaroğullarına nihayet verilmiştir (1461).
Saruhanoğulları
Saruhan beyliği, Türkmen beylerinden Saruhan Bey tarafından Manisa merkez olmak üzere eski Lidya kıtasında kurulmuştur. Beyliğin kuruluşu 1313 tarihine rastlamaktadır. Manisa’dan başka Menemen, Gördes, Nif, Turgutlu ve Demirci gibi kasabalarla sahilde bir miktar araziye sahip olan Saruhanoğulları denizcilikle de meşgul olmuşlardır. Saruhanoğulları, Naksos dukası, Sakız ve Foça Cenevizlileri ve Midilli beyleri ile yaptıkları deniz harplerinin sonunda, denizcilikle Aydınoğulları kadar kuvvetli olmamakla beraber bunlardan bazılarını vergiye bağlayacak kadar muvaffakiyet göstermişlerdir.
Beyliğin kurucusu Saruhan Bey ölünce yerine oğul İlyas Bey geçmiş (1346), o da ölünce İlyas Bey’in oğlu İshak Bey Saruhan beyi olmuştur (1364).
Osmanlılarla Saruhan oğulları arasında ilk münasebet ve mücadele Ihsak Bey’in oğlu Hızırşah Bey zamanında vuku bulmuştur. Murat Hüdavendigâr’ın Birinci Kosova muharebesinde şehit düşmesi üzerine, Osmanlılar aleyhine Karamanoğulları tarafından hazırlanan tertibe Saruhanoğulları da karışmışlardır. Lâkin Yıldırım Bayezit, sür’atli hareketiyle bunların birlikte iş görebilmelerine fırsat vermemiş ve Saruhan arazisini işgal ederek (1390) beyliğe son vermiştir.
Saruhan arazisi Osmanlılara geçince son hükümdar Hızırşah Bey önce Candaroğlu İsfendiyar Beyin yanına sonra da Timur’un yanına kaçmıştır. Ankara harbini müteakip, diğer Anadolu beyleri gibi Hızırşah Bey de memleketine sahip olmuş, hattâ Yıldırım’ın şehzadeleri arasındaki mücadeleye bile karışmıştır. Nihayet Çelebi Mehmet tarafından yakalanarak idam edilince, Saruhan beyliği ikinci defa olarak nihayete ermiştir.
Hamidoğulları
Eğridir merkez olmak üzere Uluborlu, Yalvaç ve daha sonraları Antalya’yı da içine alan Hamidoğulları beyliğinin kurucusu Feleküddin Dündar Bey’dir. Eğridiri imar ederek kendi adına nisbetle şehre Felekabad ismini veren Dündar Bey bu beyliği on üçüncü asrın son senelerinde kurmuştur. Dündar Beyin büyük babası Hamit, Selçuklular zamanında bu bölgeye yerleştirilen Türkmen aşiretlerinden birisinin reisi idi. Dündar Beyin mensup olduğu aşiretin büyük babasının ismiyle anılması da muhtemeldir. Hamit Beyin oğlu İlyas Bey Selçukluların göller havzası hududundaki uç beylerinden idi.
İlyas Bey’in oğlu Dündar Bey Hamidoğulları beyliğini kurduğu zaman ilk defa Uluborlu’yu, bilâhare de Eğridir’i merkez yapmıştır. Antalya şehri de Dündar Bey zamanında Hamidoğullarına bağlanmıştır; yalnız, Antalya’da Dündar Bey’in kardeşi Yunus Beyin sözü geçtiğinden Hamidoğulları beyligi Eğridir ve Antalya şubelerine ayrılmıştır.
İlhanlıların Anadolu valisi Demirtaş, Anadolu beyliklerini kaldırmak için harekete geçtiği zaman Demirtâş’a karşı duramayacağını anlayan Dündar Bey Antalya’ya kaçmıştır. Lâkin Antalya emiri bulunan yeğeni Mahmut Bey amcası Dündar Beyi Demirtâş’a teslim etmiş, o da Dündar’ı öldürtmüştür (1324).
Anadolu beylikleri için tehlike saçan İlhanlı Valisi Demirtaş Mısır’a kaçınca Dündar Bey’in oğlu Hızır Bey meydana çıkarak babasının mülkünün bir kısmını elde etmiş, onu müteakip Dündar’ın diğer oğlu İshak Bey Hamidoğulları beyliğinin idaresini elde ettiği gibi (1328) Eşref oğullarından arazi bile koparmıştır.
Osmanlılarla Hamidoğulları arasındaki münasebet Dündar Beyin diğer oğlu Mehmet Beyin torunlarından Kemaleddin Hüseyin Bey zamanında vuku bulmuştur. Osmanlı hükümdarı Birinci Murat, Kemaleddin Hüseyin Bey’i sıkıştırarak ülkesinin büyük bir kısmını satmaya mecbur bırakmıştır. Osmanlılar, Hamidoğullarına verdikleri 80,000 altın mukabilinde bu beyliğin topraklarından Yalvaç, Karaağaç, Beyşehir, Akşehir ve Seydişehir’e sahip olmuşlardır. Hüseyin Bey 1391 de ölünce arazisinin diğer kısımları Osmanlılarla Karamanlılara intikal etmiştir.
Hamidoğullarının Antalya şubesi eğridir şubesinden daha sonra yıkılmıştır. Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezit 1392 de Antalya’yı zapt ederek beyliğin bu şubesine de nihayet vermiş ise de, 1402 Ankara harbinden sonra Hamidoğullarının Antalya şubesi soyundan Osman Bey, Antalya hariç olmak üzere beyliğin topraklarının bir kısmını elde etmiştir. Antalya’yı zapt edebilmek için Karamanoğullarından yardım isteyen Osman Bey, Osmanlıların Antalya Sancak Bey’i tarafından merkezi Korkuteli’ne yapılan ani bir baskın neticesinde telef olmuş, Antalya’yı kuşatan Karamanoğlu Mehmet Bey de kaleden atılan bir gülle isabetiyle ölmüştür (1423).
Böylece Hamidoğularının son tutunma noktaları olan Korkuteli de Osmanlılara geçmiştir.
Eretna ve Kadı Burhaneddin hükümetleri
Bu iki hükümet, Selçuklular yıkılmak üzere iken veya yıkılmalarını müteakip hemen kurulan hükümetlerden olmadığı ve bunun için de Anadolu beylikleri sayılırken onların arasında zikredilmediği halde, Osmanlı tarihinin ilk devirlerinin iyi kavranabilmesi için kısaca gözden geçirilmeleri faydalı olacaktır.
Eretna beyliği, aslen bir Uygur Türkü olan Eretna Bey tarafından kurulmuştur. İlhanlıların Anadolu valisi Emir Çobanoğlu Demirtaş Mısır’a kaçtığı sırada Noyan unvanını haiz olan Alâeddin Eretna Beyi kendisine vekil bırakmıştı. Kurnaz ve müdebbir bir zat olan Eretna, Moğollara sadakat göstererek mevkiini muhafaza etmiş, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümü ile baş gösteren saltanat kavgalarında da gayet kurnaz davranarak Anadolu valiliğini elinden kaçıracak bir hata işlememiştir. 1343 senesinde üzerine yürüyen Demirtaş’ın oğlu Küçük Şeyh Hasan’ı mağlûbedince istiklâl ve hükümdarlığını ilân eylemiştir. Böylece Erzurum, Sivas, Kayseri, Amasya, Ankara, Aksaray, Tokat şehirlerini içine alan Eretna hükümeti ortaya çıkmıştır.
Anadolu halkı Moğol tahakkümünden bizar olduğundan Alâeddin Eretna’nın iyi idaresi, hak ve adaleti tanıması geniş bir memnuniyet uyandırmış, halkı arasında «Köse Peygamber» diye maruf olmuştu.
Eretna 1352 de ölmüş, yerine geçen oğlu ve onu müteakiben de torunu zamanında valilerin nüfuzları artmaya, bunlara mukabil hükümdarların nüfuzları da azalmaya yüz tutmuştu. Eretna’nın torunu Ali Bey’in 1380 yılında ölümü üzerine, yedi yaşındaki oğlu hükümdar ilân edilmiştir. Fakat çocuğa vasi tâyin olunan Kadı Burhaneddin bir taraftan bu çocuğu hal’ ederken öte yandan da Eretna beyliğinin en nüfuzlu ümerasından olan Hacı Şadgeldi’yi katlederek Eretna beyliğine son verip kendi hükümdarlığını ilân etmiştir (1381).
Eretna beyliği topraklarının mühim bir kısmını içine alan Kadı Burhaneddin’in hükümeti, hükümdarın cesur, zeki ve mücadeleci olmasına rağmen on yedi seneden fazla devam edememistir. Kadı Burhaneddin Karamanoğulları, Mısır memlûkleri ve Osmanlılar gibi kendisinden çok kuvvetli hasımlar karşısında kalmış, buna rağmen onlarla mücadele etmekten çekinmemiştir.
Âlim, fâzıl ve şair bir kimse olan Kadı Burhaneddin, Akkoyunlu devletinin kurucusu Karayölük Osman Beyle Divriği yakınlarında yaptığı bir harbde (1397) esir düşerek idam edilmiş, onun öldürülmesiyle hükümeti de sona ermiştir.
SELÇUKLULARLA BEYLİKLER DEVRİNİN ÖN ASYA’DAKİ MEDENİYETİ
Selçuklular Ön Asya’ya geldikleri vakit burasını harap bir halde buldular, az zamanda kendi idareleri altındaki yerlerde Orta Asya’da kurdukları binalar tekniği ile çalışmaya koyuldular; yer yer sıhhî, içtimai ve dinî müesseseler, Selçuk mimarîsinin ince ve zarif hatları ile yükselmeye başladı. Taş işçiliğinin, tahta oymacılığının şaheserleri addedilen örnekleri verirken diğer sahalarda; kumaş, hah, işleme, tezhip ve ciltlemede, dericilik, ev ve el sanatlarında da bir gelişme ve yükselme gösterdiler, silâhlarına bile Selçuk sanatının kendine has ince desenini nakşettiler.
On üçüncü asırda Ön Asya, Selçuklular elinde her bakımdan bir inkişafa mazhar olmuş bulunuyordu. Yeni şehirler kurulmuş, halk, kendi işleriyle meşgul, refah içinde bir hayat sürmekteydi. Başta sanat şubeleri olmak üzere ziraat ve ticaret de daimî inkişaf halinde idi. İlim müesseseleri devrin en yüksek otoriteleri elinde öz Türkçenin özellikleriyle sulh ve sükûn içinde çalışıyor, yeni adamlar yetiştiriyordu. Müslüman dininin ana prensibi olan vicdan ve beden temizliğini tam ve gerçek manası ile anlayan Selçuk hükümdar ve devlet adamları, şehirlerinin kuruluşunda bilhassa bu noktaya kıymet veriyor, camilerle çeşmeler ve hamamlar inşa ediyor, bir taraftan da halkın sağlığını ve sağlamlığını temin için darüşşifaların temellerini atıyorlardı.
Sonra Anadolu beyliklerini kuranlar da, böyle yüksek bir medenî seviyeye ulaşmış bir ülkeye tevarüs ettiklerinden bir taraftan istiklâl mücadelesi yaparlarken diğer taraftan da bu imar ve kalkınmayı durdurmadılar, kendilerinden de bazı özellikler katarak devam ettirdiler. Bilhassa her büyük şehirde beylerin kendi adlarını taşıyan eserlerinin imar faaliyetinin şahidi olarak diğer eserlerle birlikte bugün hâlâ ayakta durmaktadırlar.
Anadolu’ya Selçuklulardan sonra en fazla eser veren beylik Karamanoğulları’dır. Bu beyliğin Anadolu’nun birçok yerlerindeki eserleri, Selçuk ve Osmanlı devri mimarîsi arasında ayrı bir hususiyet de taşımaktadır. Diğer beylikler de, Karamanlılar kadar olmamakla beraber bulundukları yerleri kendi çaplarında imardan geri kalmamışlardır.
Selçuklular devrinde olduğu gibi beylikler zamanında, imar faaliyetine muvazi olarak ziraî, sınaî ve ticarî ve diğer mevzular da ihmal edilmeyerek ele alınmıştı. Bu devirlerde hayvan neslinin ıslahına, pamuk ekiminin yayılmasına çalışılmış, madenlerden istifade edilmiş, ipekçilik inkişaf ettirilerek ham ve mamul halde yabancı memleketlerde pazar bulmuş, Türk halıcılığı ise dünyada bu devirlerden itibaren kendisini tanıtmıştır.
HAÇLI SEFERLERİ
Hıristiyanların haç yeri olan ve mukaddes toprak diye adlandırılan Kudüs şehri ile civarının, on birinci yüzyılda büyük bir Müslüman Türk imparatorluğu kuran Selçukluların Ön Asya’yı zapt etmeleri sonunda burasının Hıristiyan hacılara kapanmış addedilmesi Hıristiyanlık âleminde esasen mevcut olan İslâm düşmanlığının artmasına sebep olmuştu, ön Asya ile teması olan Avrupalı gemici, tüccar ve iş adamlarının buralarda gördükleri zenginlik, refah ve medeniyeti, topraklarının verimliliğini kendi memleketindekilere kıyasla methetmeleri de o tarihlerde yoksul ve perişan bir hayat süren Avrupa halkı arasında efsane şeklinde ağızdan ağıza dolaşıp din düşmanlığına bir de hırs ve tamah eklemişti.
O sırada papa bulunan Ürben, hal ve şartları Hıristiyan halkını Müslümanlar aleyhine kışkırtmaya müsait bulup ne zamandır tasavvur ettiği din savaşını ilâna karar vererek halkı Piyer Lermit ismindeki cahil bir papazın çığırtkanlığı ile Müslümanlarla harp etmek, mukaddes topraklardan geri atmak için kurulacak orduya katılmaya davet etmişti. Bu şekilde başlayacak olan Haçlı seferleri 1096 dan 1270 yılma kadar sekiz sefer halinde devam etmişse de her yerde, İslâmiyet’i kabul ettikleri tarihten itibaren bu dinin koruyucusu ve alemdarı olan Türklerin kahramanlıkları karşısında askeri bir netice vermemiştir. Bununla beraber bu seferler, garbın şark kültür ve medeniyetini tanımasında ve bilâhare de bundan kendi yararlarına âzami faydayı sağlayarak kalkınmalarında âmil olmuştur.
Öncüler ve Birinci Sefer
Papa Ürben’in davetine ilk koşanlar Fransızlar, İtalyanlar ve Alınanlardı. Diğer Avrupa memleketlerinden de katılanlarla acele kurulan karmakarışık ilk ordu papas Piyer Lermit ile şövalye Gotye’nin kumandasında öncü olarak kolay bir zafer ümidiyle yola çıkarıldı. Balkanlar yolu üzerinden Bizans (İstanbul)a, oradan da Anadolu’ya geçen bu ordu İznik civarında kendilerine karşı cephe tutan Selçuklular tarafından mağlûbedildi ve tamamiyle kılıçtan geçirildi. Bu çarpışmadan Piyer Lermit kaçarak canını zor kurtarabildi.
Öncü kuvvetlerin imhası Hıristiyanların hırsını büsbütün kamçıladı. Asıl büyük orduyu teşkil eden altı yüz bin kişilik bir kuvvet Fransız şövalyelerinden Godfruva dö Buyyon kumandasında İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Bizanslılar, Haçlı kuvvetlerinin başlarına belâ olmasından korkarak bunları kendi gemileriyle karşı yakaya geçirdiler ve Türklerden temizlenen şehirleri kendilerine verdikleri takdirde Haçlılara erzak temin edecekleri vaadinde bulundular. Godfruva dö Buyyon, ordusu öncülerinin kılıçtan geçirildiği İznik’e kadar ilerledi, kısa bir muhasaradan sonra şehri zapt etti. Selçuk sultanı Birinci Kılıç Arslan, bu büyük düşman kuvveti karşısında oyalama ve ardçı harbleriyle ve sık sık baskınlar yaparak hasmını kırpalama tabiyesi ile köyleri yakarak, köprü ve yolları tahribederek geri çekilmeyi muvafık bulduğundan Haçlılar büyük kayıplar vererek güçlükle ilerliyorlardı.
Torosları da aşan Haçlılar ordusu bu hareketinin sonunda Kudüs’ü de almaya muvaffak oldu. Burada Türk Müslüman sivil halktan yetmiş bin kişinin işkence ile katledilmesi, kadın ve çocuklara yapılan zulümler Hıristiyanlığın yüz karası olarak tarihe mal olmuştur.
Kudüs’ün zaptı ile neticelenen ilk sefer gayesine ulaşmış addedilebilir. Suriye ve Filistin şehirlerini de zapt eden Haçlılar buralarda birtakım derebeylikler kurdular. Ordunun kumandanı Godfruva dö Buyyon ise tesis ettiği Lâtin krallığının başına geçerek kral sıfatiyle Kudüs’e yerleşti (1096-1099).
İkinci Sefer
Bu sefer, Selçuk Türklerinin birinci Haçlılar ordusu ile yaptıkları harpler sonunda kaybettikleri şehirleri geri almak için harekete geçmeleri üzerine tertiplenir.
Musul atabeyi İmadüddin, ordusu ile taarruza geçerek 1144 senesinde Urfa’yı Haçlılardan kurtarmaya muvaffak oldu.
Bu haber Avrupalıları telâşlandırdı. Mukaddes toprağı yine başlayan Türk tehlikesinden korumak ve onları tamamiyle ezmek üzerine Fransa kralı Yedinci Lui ile Alman imparatoru Üçüncü Konrad ordulariyle, ayrı ayrı olarak yola çıktılar. Anadolu’ya Fransızlardan daha evvel varan Konrad mağlûboldu.
Yedinci Lui ise Antalya önlerine kadar ilerleyebildi ise de bir netice alamadı. Oradan deniz yolu ile Suriye’ye geçti. Şam’ı muhasara etti, orada da şehrin kahramanca müdafaası karşısında başarısızlığa uğradı, mahzun ve mahcup geriye, memleketine döndü.
Üçüncü Sefer
Kudüs Lâtin krallığının Mısır’a karşı harekete geçmesi üzerine Musul atabeyi Nurettin Zengi, yeğeni Selâhattin Eyyubî ile kumandanlarından Şirgûh’u bir yardım ordusunun başında Fatımî devletine muavenete göndermiştir.
Şirgûh’un vefatı üzerine ordunun başına geçen Selâhattin Eyyubî Fatımî devletini de ortadan kaldırarak Mısırda Eyyubî devletini kurmuştu (1174).
Selâhattin Eyyubî Mısır’a hâkim ve sahip olduktan sonra ordusunu daha da kuvvetlendirerek derhal Kudüs Lâtin krallığı ile harbe başladı. Taberya gölü civarında iki taraf arasında cereyan eden büyük savaş sonunda Lâtin krallığı ordusunu perişan eden Selâhattin Eyyubî Kudüs’ü de muhasara altına aldı, şehri üç ay gibi kısa bir zamanda Haçlılardan kurtardı (1187).
Selâhattin Eyyubî’nin bu muvaffakiyet ve muzafferiyet haberi Avrupa’da yeniden Türkler ve Müslümanlar aleyhine büyük bir galeyana ve ayaklanmaya sebep oldu ve neticede Üçüncü Haçlılar seferinin hazırlıklarına başlanıldı.
Bu sefere Alman imparatoru Kızılsakallı Frederik, Fransız kralı Filip Ogüst ve İngiltere kralı olan Arslan Yürekli Rişar kumandalarında büyük bir ordu katılacaktı.
Mukaddes toprağı Müslümanlardan kurtarmak şerefini diğer krallardan evvel kazanmak hayal ve hırsiyle ilk harekete geçen Alman imparatoru oldu. Kara yolu ile ordusunun başında Anadolu’ya geçen İmparator Frederik Silifke suyunu, Göksu’yu geçerken çaya düşüp boğuldu. Başsız kalan ordusu da dağıldı.
İngiltere ve Fransa kralları deniz yolu ile Kıbrıs’a oradan da Akkâ önlerine geldiler. Maksatları Selâhattin Eyyubîyi ve devletini ortadan kaldırmaktı. Akkâ kalesini muhasara ettilerse de bir netice alamadılar. Krallar arasında seferin güdümü ve kumanda mevzuunda esasen anlaşmazlık vardı. Bu yüzden Filip O-güst ordusu ile geriye döndü. Yalnız kalan Arslan Yürekli Rişar birçok neticesiz ve ordusunu yıpratan savaşlar yaptı. Kudüs’ü geri almak şöyle dursun hiçbir muvaffakiyet elde edemedi. Neticede Selâhattin Eyyubî ile yaptığı konuşmalar sonunda üç senelik bir sulh ile Kudüs’ü Hıristiyanların ziyaret edebilmeleri müsaadesini istihsal etti ve memleketine döndü.
Diğer Seferler
Dördüncü Haçlılar seferi yine Kudüs’ü kurtarmak gayesiyle tertiplendi ise de bu sefere iştirak edenler İstanbul’a geldikleri vakit Bizans’ın iç karışıklıklarından istifade ederek şehri yağma ettikten ve halkı soyduktan sonra buraya yerleştiler, bir Lâtin imparatorluğu kurarak dâva ve hedeflerini unutuverdiler (1204).
Beşinci sefer, Selâhattin Eyyubî’nin Şam’da vefatı haberi üzerine (1193) durumdan faydalanırım ümidiyle Macar kralı Andre tarafından tertip edildi ise de neticesiz kaldı.
Altıncı seferi Alman imparatoru İkinci Frederik yaptı. Selâhattin Eyyubî’nin vefatından za’fa uğrayan Eyyubîlerle anlaşarak Kudüs’ü zapt etmeye muvaffak oldu ise de şehir bir müddet sonra yine Türkler tarafından kurtarıldı.
Yedinci ve sekizinci Haçlı seferlerini Fransa kralı Sen Lui yaptı. 1248 de Mısır’a saldıran Sen Lui Mansure savaşlarında yenilerek ordusu ile beraber esir düştü. Muazzam bir bedel fidyei necat ödiyerek esaretten kurtuldu, zelil ve makhur memleketine döndü. Bu mağlûbiyet ve esaretin intikamını almak istiyen Sen Lui bir müddet sonra, fakat bu sefer daha kolay bir zafer temini maksadiyle Tunus’a hücum etti (1270). Neticesiz birtakım harpler yaptı, orada da muvaffakiyetsizliğe uğradı. Tutulduğu veba hastalığı ile ölümü kendisini memleketine ne yüzle döneceği endişesinden kurtarmış oldu.
Mutaassıp Hıristiyanların din perdesi altında Müslüman Türkleri imhayı hedef tutan harpleri de Sen Lui’nin ölümü ile neticelenen sekizinci seferle tamamlanmış ve resmen kapanmış ise de ileride Osmanlı Türklerinin Rumeli’deki zaferleri ve ilerlemeleri Hıristiyanlık için büyük bir tehlike addedildiğinden yeni Haçlı seferlerinin tertiplendiği görülecektir.
Haçlı Seferlerinin Neticeleri
Şark kültür ve medeniyetine nazaran o devirde çok geri olan ve kilisenin nüfuzu altında bulunan Avrupalıların din uğruna diye yaptıkları bu harplerde her iki taraftan da milyonlarla insan ölmüş, bunda garbın insan kaybı daha fazla olmuştur.
Ön Asya’da Selçuk Türklerinin bulunması ve mıntıkaya kültür ve dinî müesseseleriyle yerleşmiş olmaları, garpten gelen mutaassıp ve yağmacı insan sürülerinin Müslümanlığı ve müdafii Türkleri imhaya matuf emellerine ulaştıramamıştır.
Türklerin Müslümanlığı kabul edişleri ve küçük Anadolu’da sağlam bir surette yerleşmiş bulunmaları ve bu toprakları kendilerine yurt-vatan ittihaz etmiş olmaları, asil ve necip kan ve canları bahasına bu önünde durulması güç aç Hıristiyan seline kahraman vücutlariyle sed çekmiş, bu seferler karşısında topyekûn Müslümanlığın kurtuluşunu sağlamış, tarihe zafer destanları olarak geçen harpler sonunda vatan istilâdan kurtarılmıştır.
Avrupalılar ise bu seferlerle şark kültürünü, medeniyet eserlerini, insanlarını ve Türklerin âlicenap kahramanlığını tanımışlardır. Bu seferler garp ile şark arasında yeni ufuklar açılmasına ve siyasî, ticarî münasebetlerin kurulmasına sebep olmuştur.
Avrupa’da papanın ve kilisenin; krallar, beyler, halk üzerindeki nüfuzları kırılmış, derebeylikler zayıflamış, krallıklar kuvvetlenmeye başlamıştır.
Neticede Türk İslâm medeniyeti garbın gözünü açmış ve Avrupalılar bu seferler sayesinde görüp tanımaya başladıkları bu medeniyet eserlerinden büyük ölçüde istifade yolunda çalışmaya koyulmuştur.
OSMANLI DEVLETİ KURULURKEN BİZANS’IN VAZİYETİ
Osmanlı devletinin kurulup gelişmesini iyi kavrayabilmek için, Anadolu’nun o zamanki siyasî çehresini, kültür durumunu ve etnik vaziyetini tahlil edebilmek üzere Selçuklulardan itibaren Anadolu beyliklerini kısaca da olsa, tetkike nasıl lüzum varsa; aynı noktaların aydınlanması ve bilhassa Osmanlıların süratle gelişmelerinin sırrını kolaylıkla çözebilmek için de, Bizans’ın on üçüncü ve on dördüncü asırlardaki vaziyetini gözden geçirmek lazımdır.
Malazgirt meydan muharebesinden sonra (1071), Bizanslılar Anadolu’yu kaybetmeye başlamışlardı. Gerçi Bizanslılar, Malazgirt’ten sonra da Anadolu’nun Türkleşmesine mâni olmak için gayret sarfettilerse de, kudretleri böyle bir işe mâni olmaya kâfi değildi. Haçlı seferleri Türklerin Anadolu’ya tamamen yerleşmesine bir müddet mâni oldular. Haçlı seferleri Bizans için de pek hayır getirmedi. Zira bu seferler Bizans’ın da tahrip edilmesine ve idarenin 57 yıl müddetle Latinler eline geçmesine sebep oldu. Paleoloğ’ların gayretiyle 1261 de Bizans imparatorluğu yeniden kurulduğu zaman, imparatorluk her bakımdan zayıflamış, arazisi küçülmüş ve perişan hale düşmüştü.
İmparatorluk arazisi küçüldüğü, ve imparatorluğa asker veren ülkeler elden gittiği için Bizans’ın ordusu kalmamış gibiydi. Bizanslıların ordu dedikleri şey; çeşitli milletlerden ücretle toplanmış bir kalabalıktan ibaretti. Bizans, bu gayrı mütecanis asker topluluğunun maaşlarını da doğru dürüst veremiyordu. Kara ordusu böyleyken, tabii denizcilik de aynı perişan manzarayı gösteriyordu. Akdeniz’de bir kuvvet kesilen Venedik ve Cenevizliler, Ege’deki Bizans hâkimiyetini baltalıyor, Bizanslılar onların Ege ada ve kıyılarında yerleşmelerine mâni olamıyordu.
Mihael Paleólogos (1259-1282) Lâtin hükümetinin yerine Bizans imparatorluğunu bu perişan durum içinde yeniden tesis ederken; Anadolu’da, Bizans’ın lehine sayılacak hâdiseler cereyan etmekteydi. Anadolu Moğol istilâsına uğrayarak Selçuklu devleti İlhanlı nüfuzu altına düşerken Anadolu’daki Türk kudret ve vahdeti sarsılıyordu. Fakat Bizans’ın sosyal ve ahlâkî yapısı zayıflamış olduğundan, Anadolu’daki Türk idarî vahdetinin sarsıntı geçirmesinden faydalanamadı. İlhanlı hâkimiyeti neticesi Selçuklu devleti yıkılmaya yüz tutarken, yeni Türk devletleri doğup gelişmeye başladı. Zira Türklük Anadolu’ya dinî ve sivil mimarî şaheserleri, kültür müesseseleri, halk el sanatları ve ticareti ile öylesine yerleşmişti ki, Moğol istilâsı gibi asyaî hareketler, Anadolu Türklüğünü söndürmek surda dursun, Türklüğe yeni direnme ve bu direnmeye istinat ederek ileriye atılma heyecan ve cesareti verecekti.
Mihael Paleologos’tan sonraki İmparator İkinci Andronikos (1282-1328), bu vaziyet karşısında, Anadolu’yu siyasî nüfuzları altında tutmakta olan İlhanlılardan medet ummaya başladı. Bizans imparatoru, kızı olduğu söylenen Prenses Marya’yı, İlhanlı hükümdarı Gazan Mahmut Han’a zevce olarak vermek suretiyle onlardan yardım vaadi aldı, Marya yolda iken Gazan Han öldüğünden, Bizanslı Prenses Gazan Han’ın kardeşi Olcayto Han’a zevce oldu. Lâkin o, Bizans’ın yardım talebine önem vermediğinden imparatorun bu ümidi de suya düştü.
İkinci Andronikos İlhanlılardan yardım beklerken, Bizans’ın Anadolu hudutlarında kurulmuş bulunan Türk beylikleri her gün biraz daha imparatorluk arazisinden parçalar kopararak büyüyorlardı. Osman Beyin taze kuvvetleri bunların en başında geliyordu.
İmparator Andronikos doğudan gelecek yardımdan ümidini kesince, yüzünü batıya Hıristiyanlık dünyasına çevirdi. Ücretle tutulmuş insanlardan müteşekkil bir kalabalığı yardıma çağırdı. İspanya kiralı Ferdinand Dragon, Sicilya kiralı Şarl D’anju (Charles d’anjou) ile sulh imzalayınca, kendi hizmetinde kullandığı sekiz bin Katalonyalı askeri Bizans’a göndermişti (1302). Roje dö Flar ismindeki maceracı bir kumandanın emrinde bulunan bu sekiz bin Katalan, kumandanları gibi maceracı ve nizam dinlemeyen topluluktan ibaretti. Katalanlar İstanbul’a gelir gelmez önce Galata’daki Cenevizlilerle boğazlaşıp, onun arkasından Bizans halkını soymaya başlayınca, imparator bunları şehirden uzaklaştırmaya çalıştı. Anadolu’ya sevketmek üzere Kapıdağı’nda karaya çıkarttı.
Soygun ve macera harbinden başka bir şey yapmayan Katalanlar Anadolu’da Karesi ve Germiyanlı Türklerle çarpıştıktan sonra Kilikya’ya kadar gittiler; oradan dönüp yine soygun çarpışmaları yapa yapa batıya geldiler ve Rumeli’ye geçtiler. Reisleri Roje dö Flar, Edirne’ye giderek babası Andronikos ile birlikte İmparatorluk eden Mihael’e arzı tazimatta bulunmak isterken bir Alan tarafından öldürülünce, bundan muğber olan Katalanlar işi büsbütün azıttılar. Soygun ve tahriplerini artırdılar. Bir müddet Gelibolu’da tutunarak, intikam almak gayesiyle imparatorun topraklarına akınlar yaptılar. Sonra yine tahriplerle maceracı hareketlerine devam ederek Atina’ya kadar ilerlediler, orada bir hükümet kurdular.
Bu vaziyette imparatorun batıda yardım ümidi neticelenmiş olmayıp, ayrıca yeni belâların ortaya çıkmasına, sebep olmuştu. İmparatorluk arazisi dahilindeki halk vergi yükünden ezilir, derebeyi vaziyetindeki eyalet valileri ile memurların zulüm ve adaletsizliklerinden bezginlikleri artmakta devam ederken, Bizans merkezinde de siyasî krizler ve taht kavgaları sürüp gidiyordu. İmparator İkinci Andronikos, oğlu Mihael ile birlikte saltanat sürmekte iken, Mihael’in 1320 yılında ölmesi üzerine Mihael’in oğlu genç Andronikos büyük babası ihtiyar Andronikos ile taht kavgasına girişmiş, en sonunda saray nazırı Kantakuzen’in de yardımiyle 1328 de ihtiyar Andronikos’u hal’ ederek Bizans tahtına oturmuştu.
Genç Andronikos, imparatorluğunu Anadolu ve Balkanlardan tehdit eden kuvvetlerle uğraşmak üzere faaliyete geçti. Balkanlar cihetinde Bulgar kiralının ileri hareketini durdurdu. Anadolu cihetinde Bursa’yı aldıktan sonra İznik’i kuşatan Orhan Bey ile muharebe etti. Balkanlardaki muvaffakiyetine rağmen Orhan Bey karşısında mağlup oldu. Yaralı vaziyette muharebe sahasından güçlükle sıyrılıp kurtulabildi (1330). Bunun arkasından İznik, İzmit gibi mühim merkezler Türklerin eline geçtikten sonra, Türkler Boğaziçi kıyılarına kadar sokuldular.
Bu sırada Balkanlarda Bizans için yeni bir tehlike daha belirmişti. Bu yeni tehlike Bizans başşehrini dahi almaya niyetlenen Sırp kiralı Istefan Duşan idi. Sırpların bu en kudretli krallarının arz ettiği tehlike karşısında Bizans İmparatoru Türklere yanaşmak ve onların dostluğundan faydalanmak istedi. İmparator genç Andronikos bu gaye ile Orhan Beye bir heyet yolladı. Fakat 1341 yılında ölümü Bizans merkezinde saltanat için yeni kavgaların doğmasına âmil oldu.
Andronikos’un küçük yaştaki oğlu Yuannis (Jan)e vasi tâyin edilen başvekil Kantakuzenos bir fırsatını bularak Dimetoka’da hükümdarlığını ilân etti. Lâkin Kantakuzenos’un imparatorluğu İstanbul ve Edirne’de kabul edilmedi. Edirneliler Bulgar kiralını yardıma çağırırken, tahtı elinden kaçırmak istemeyen Kantakuzenos da Sırp kiralı ile anlaşmak istedi; buna muvaffak olamayınca Aydınoğlu Gazi Umur Beye başvurdu. Umur Bey 32 gemi, 29 bin askerle yardıma geldi. Bulgarları Dimetoka’dan geriye attı. Umur Bey ertesi sene yine Rumeli’ye geçti ve Kantakuzenos’un rakiplerini tepeledi. Umur Bey Bizanslılara yardım için 1345 de üçüncü defa olarak Saruhan beyliği ile Karesi Oğullarının kuvvetleri de yanında bulunduğu halde Rumeli’ye geçmiş ve dostu Kantakuzen’in hasımlarını ezerek Bizans imparatoruna kıymetli yardımlarda bulunmuştur.
Umur Beyin bu üçüncü yardımından sonra Kantakuzenos, Umur Beyin tavsiyesiyle bundan böyle Orhan Gazi’den de yardım temin edip ona istinadetti. 1346 da kızı Teodora’yı Orhan Beye vererek dostluğunu akrabalık bağı ile takviye etti. Orhan Beyden ilk defa beş altı bin kişilik yardım kuvveti temin eden Kantakuzenos, Türk askerlerinin başarısı sayesinde, Yuannis’e karşı Rumeli’deki vaziyetini iyice kuvvetlendirdi. Rumeli’de emin ve hâkim vaziyete geçince Bizans’ı almaya karar verdi. Orhan Beyden aldığı kuvvetlerle beraber Bizans’ı kuşattı. Bir senelik kuşatma sonunda, şehirdeki taraftarlarının surlardaki bir kapıyı açmaları neticesi şehre dahil oldu. Nihayet Yuannis’le müştereken imparatorluğu kabul edildi.
Kantakuzenos, 1347 yılında damadı Orhan Gazi ile Üsküdar’da görüşmesini müteakip, Sırplara karşı kullanılmak üzere altı bin kişilik yardımcı Türk kuvveti temin etti. Kantakuzenos, sıkıntıya düşünce hemen Türklere başvurarak yardım kuvveti temin etmesine ve mevkiini Türklere medyun bulunmasına rağmen, Türklerin aleyhine çalışmaktan da asla geri durmadı. Hattâ Papaya müracaat ederek Türklere karşı bir Haçlı seferi yapılmasını dahi istedi ve bu mesele üzerinde hayli durup uğraştı.
Yuannis’le müşterek saltanatı sırasında Rumeli’de kullanılmak üzere iki üç defa daha Türklerden yardım kuvveti alan Kantakuzenos 1353 de asıl imparator Yuannis’i Bozcaada’ya sürerek hapsettirmişti. Aynı sene içinde Bizanslılara yardım için gittiği Rumeli’den dönen Orhan Gazinin büyük oğlu Süleyman Paşa, Gelibolu yarımadasındaki Çimpe kalesine bir miktar asker bırakmıştır. Türklerin Rumeli’de tutunması işte asıl bu tarihten itibaren başlamaktadır.
1354 de Türkler Gelibolu’yu alınca, imparator Kantakuzenos tehlikenin vehametini kavramış, Türkleri Rumeli’de tutunmaktan alıkoymak için Sırp ve Bulgarlardan yardım istemişse de muvafık cevap alamamıştır. Bu arada Yuannis Bozcaada’dan kaçmış, İstanbul’a gelerek şehirde bir ayaklanmaya sebep olmuştur. Ayaklanma sonunda Kantakuzenos tahtını kaybederken, Yuannis onun yerine Bizans’ın imparatorluk tahtına kuruluyordu (1355).
Bir taraftan Bizans merkezindeki taht kavgaları, öte taraftan da Anadolu’dan sonra Rumeli cihetinden de sıkışması, Bizanslı idarecileri şaşkına çevirmişti. Bizans’ın hasmı bir tane değildi; en başta fena idare ile taç kavgaları imparatorluğu her gün biraz daha çökertiyordu. Balkanlarda Sırp ve Bulgar tehlikesi, imparatorları sık sık Türklerden yardım ricasına mecbur ediyor, taç kavgaları devam ettikçe Türklerin Bizans üzerindeki nüfuz ve müdahaleleri o nispette artıyordu. Bütün bu hallerden ustaca istifade eden Türkler Balkanlarda adım adım ilerliyorlardı.
Türklerin Balkanlardaki ilerleyişi fazlalaşınca imparator yardım temin etmek için Avrupa’ya gitti. Avrupa dönüşü Macaristan’dan geçerken ziyaret ettiği Macar kiralına, yardım yapıldığı takdirde Katolikliği kabul edeceğini bildirdi. Macaristan’dan memleketine avdet ederken birçok sıkıntılar atlattı. İmparatorun bu vaadini gerek Bizans halkı gerekse Balkanlılar hoş karşılamıyordu. Balkanlılar mezhep değiştirmektense Türklerin dinî toleransından faydalanarak Türk idaresinde yaşamayı daha uygun buluyorlardı.
İmparator Beşinci Yuannis karısının ve tebaasının muhalefetine rağmen, kiliselerin birleşmesi işini görüşmek üzere Roma’ya gitti. Roma’da katolikliği resmen kabul etti (1369). Papa bir taraftan imparatorun katolikliği kabul ettiğini ilân ederken, aynı zamanda bütün Rum papaslarının da mezhep değiştirmek suretiyle imparatoru takip etmelerini tavsiye ediyordu. Fakat imparatorun katolikliği kabul etmesi Rum papasları üzerinde katoliklik lehine bir tesir yaratmadı. Bilâkis eskiden beri Katoliklerle Ortodokslar arasında mevcut olan mezhep münaferetini körükledi, Yuannis de Roma’dan ayrıldıktan sonra Avrupa’nın mühim merkezlerini dolaşarak pek çok yardım vaadi aldı ama bütün bu vaadler tamamen lâfta kaldı.
Bütün bu haller Türk muvaffakiyetini kolaylaştırmaktaydı. Batıdan istenen yardımdan kat’i şekilde ümit kesilince Bizans imparatorları Türklerle anlaşmaya mecbur oldular. Türklerin Balkanlardaki fütuhatını tanıdılar, hattâ Bizans’ta Türkler için bâzı haklar tanımak zorunda kaldılar. Maamafih fırsat düştükçe Türkler aleyhine açık veya gizli entrikalar çevirmekten geri durmadılar. Nihayet Balkanlarda da vaziyetlerini sağlamlaştıran Türkler Bizans’ı zapt etmek üzere kuşatma hareketlerine tevessül ettiler. 1402 Ankara harbi Bizanslılara rahat nefes aldırdı ama, Bizans artık o derece çökmüş, buna mukabil Türk devleti o kadar kuvvetli temeller üzerine bina edilmişti ki, neticede yıkılmaktan kurtulamadı.

Kayılar rastladıkları ili muharip ordudan mağluba yardıma koşarlarken
(Mufassal Osmanlı Tarihi Tablosu No: 1)
OSMANLILARIN ASLI
KAYILAR
Dünya tarihi seyrinin değişmesine tesir eden Büyük Osmanlı İmparatorluğunu kuranların; Oğuzların Kayı boyundan olduğu, bugün tahakkuk etmiş sayılmaktadır. Eski Osmanlı tarihleri ile yeni tetkikler, bunlara ilâveten tarih geleneği; Osmanlıları, Oğuzların Kayı boyuna mensup bulundukları neticesine götürmektedir.
Osmanlıların Anadolu’ya geldikleri zamanki aşiret devirleri ile devletin kurulduğu ilk zamanlara ait tarihleri hayli karışıktır. Bu devrelere ait tarihler sonradan kaleme alınmış eserler olduğu için, bâzı hususlarda kat’î hükümlere varabilmek üzere yeni tetkiklerin neticesini beklemek lâzımdır.
Osmanlıların aslına ve Kayılara dair son yapılan tetkikler Osmanlı devletini kurmuş olan ailenin, Oğuzların sağ kolu (Bozoklar) olan Gün Han kolunun Kayı boyundan olduğu hakikatim tarih geleneklerine uygun tarzda neticeye bağlarken; Kayılardan bahseden eski eserlere, Türk kabilelerinin İran’dan itibaren batıya doğru göç hareketlerine ve bilhassa Anadolu’da Kayı adını taşıyan köy isimlerinin yerlerine müsteniden, Kayıların Anadolu’ya gelişlerinin, Osmanlı tarihlerinin yazdıkları gibi on üçüncü asır ortalarında değil, Malazgirt harbini müteakip olduğu neticesine varmaktadır.
On beşinci asırda kaleme alınmış olan en eski Osmanlı tarihleri, Kayıların, Merv yakınındaki Mâhân şehrinde Süleyman Şah idaresinde yaşarken Moğol istilâsı üzerine batıya kaçarak Birinci Alâeddin Keykubat (1219-1236) zamanında Anadolu’ya geldiklerini bildirmektedir. Halbuki zamanımızın yeni tarih görüşünün ışığı altında, başka kaynaklara da istinat etmek suretiyle yapılan son incelemeler eski Osmanlı tarihlerinin bu ifadelerinin doğru olmadığını göstermektedir. Selçuklu hükümdarı Alp Aslan’ın 1071 Malazgirt zaferini müteakip, Selçuklular Anadolu’yu istilâya, daha doğrusu istilâ suretiyle Türkleştirmeye başladıkları sırada kendilerine bağlı birçok Türk aşiretini Anadolu’ya getirerek kısım kısım muhtelif yerlere yerleştirmişlerdir. Kayıların da bu arada Anadolu’nun bâzı yerlerine yerleştikleri muhakkaktır.
Tarih geleneklerine göre, Kayılar, Birinci Alâeddin Keykubat zamanında Ankara’nın batısındaki karacadağ mıntıkasına yerleştirilmiş bulunuyordu. Kayıların Karacadağ’a ne zaman yerleştirildiklerini kat’i şekilde tespite imkân olmamakla beraber, bunların on üçüncü asır ortalarında Karacadağ mıntıkasında bulundukları ve yine Kayılardan bir kısmının Söğüt ve Domaniç havalisine gelerek Osmanlı devletini kuranların çekirdeğini teşkil ettikleri tarihî bir hakikattir. Kayılar Söğüt havalisine geldikleri zaman reisleri Ertuğrul Beydi.
 
Kayı aşiretinin Süleyman Şah maiyetinde Anadolu’ya gelirken
ilk Osmanlı tarihçilerine göre, takip ettiği yollar.
(Bu husustaki bilgiler metinde izah edilmiştir)
Türk tarih geleneğine ve Oğuzlardan bahseden eski kaynaklara nazaran, 24 Türk kabilesi arasında Kayıların mühim bir mevkii vardır. Yukarıdaki tabloda gösterilen 24 Oğuz boyu (kabilesi Oğuz efsanesine göre Oğuz Hanın altı oğlunun dörder oğlunu, yâni Oğuz Hanın 24 torununu göstermektedir. Bunlardan Kayı, Oğuz Hanın büyük oğlu Gün Hanın birinci oğludur.
 
Kayılardan bahseden en eski eser Kaşgarlı Mahmud’un «Divan-ı Lûgat-üt Türk» isimli eseridir. Kaşgarlı Mahmut bu boyun adını Kayığ şeklinde yazmaktadır. Reşideddin’in Camiüttevarih’inde Kayılara 24 Oğuz boyu arasında birinci mevki verilmiştir.
Osmanlıların Kayılara mensubiyetini kaydeden ilk eser ise; Yazıcıoğlu Ali’nin Selçuknâmesi’dir. Yazıcıoğlu Ali on beşinci asrın ilk yarısında yaşamış ve eserini İkinci Murat namına kaleme almıştır. Buna mukabil Ahmedî, Âşık paşazade, Oruç Bey ve anonim Tevarih-i Âl Osman’da Osmanlıların Kayılara mensubiyetinden pek bahsedilmez. İdrisi Bitlisi, Hasan Bayatî, Acem Hâmidî, Müneccimbaşı gibi müelliflerin Osmanlıların Kayılardan olduğunu kaydeden eserlerinin kaynağı Yazıcıoğlu Ali’nin Selçuknâmesi olması lâzımdır.
Okundan çıkmış yay ile iki ok şeklinde Kayı boyu damgasına ilk defa İkinci Murad’ın bâzı sikkelerinde rastlanmaktadır. Daha sonra bu damga Osmanlı hükümdarlarının yedi tasarruflarına geçen ve hazinelerine giren silâhlarına vurulmuştur. Bu hususta Hünernâme adlı eserde şu malûmatı bulmaktayız; «Oğuz neslinden olan Osmanlı Türkleri bu damgayı kabul ve Istablıâmirelerinde dahi bu şekil ile mamulunbihtir». Hünernâme bu şeklin Şahin mânasına geldiğini kaydettiği gibi diğer boyların da işaret ve mânalarını bildirmektedir. Bu kitap Osmanlı Türklerinin ceddinin Oğuz Türkleri olduğu malûmatını veren kıymetli bir mehazdır.
Ertuğrul Bey ve nesebi
Kayıların Söğüt ve Domaniç havalisine geldikleri sırada reisleri bulunan Ertuğrul Bey’in nesebi kat’i şekilde tespit edilememektedir. Kayıların Anadolu’ya geliş zamanları gibi, kimler idaresinde geldikleri de iyice bilinmemektedir. Zira, elimizde Osmanlı beyliğini kuran şahısları ilk yıllardan itibaren tanıtan vekayinameler tam değildir. Osmanlı tarihlerinin hemen hepsinin birbirinden ufak farklarla anlattıkları Süleyman Şah hâdisesi belirli bir kaynağa istinad etmemektedir. Onun için, Ertuğrul Bey’in babasından başlayarak nesebini şüpheye meydan vermeyecek tarzda tespit edebilmemiz, ancak yeni bulunacak vesikalara ve yapılacak ilmî tetkiklerin neticesine bağlıdır.
Ertuğrul ve Osman Bey zamanında yaşamış olan Rum müverrihleri ile Selçuklu vaka’nüvislerinin eserlerinde Ertuğrul Beyden hiç bahis yoktur. Kendisinden bahis olmadığı için tabii nesebinden de bahis olmayacaktır. Ertuğrul Bey’den bahseden eserler, onun ölümünden en az yüz sene sonra kaleme alınmışlardır. Ertuğrul’un ismine ilk defa Yıldırım Bayezid’in gazalarına iştirak etmiş olan Şemseddin Muhammedül Cezerî’nin Tarihül İslâm adlı kitabında rastlanır. Burada, Osman Bey’in Bilecik fethi anlatılırken babasının adı Erdukrul şeklinde kaydedilip geçilir. Ertuğrul Bey’in nesebini tesbite delil ve medar olabilecek en eski kayıtlara, on dördüncü asrın sonları ile on beşinci asrın başında yaşamış olan Şair Ahmedî’nin îskendernamesinde ve yine on beşinci asrın ilk yarısında yaşamış bulunan Yazıcızade Ali’nin Âl-i Selçuk tarihinde rastlanır. Yazıcızade bu eserinde Birinci Alâeddin Keykubat’tan bahsederken «Rum ucunu Kayı’dan Ertuğrul’a ve Gündüzalp ve Gökalp’e ısmarladı» demektedir. Bu ifadeden Gündüzalp’in, Ertuğrul’un babası olduğu neticesini çıkaranlar olduğu gibi, Ertuğruğrula nisbeti olmayan başka bir uc beyi olabileceğini tahmin edenler de vardır.
Fatih devri şairlerinden Enverî ve Fatihan son veziriazamı Karamanı Mehmet Paşa, Ertuğrul’un babasını Gündüzalp olarak zikrederler. Behçet-üt Tevarih sahibi Sükrullah’dan başlamak üzere İkinci Bayezit ve müteakip padişahlar zamanında yaşamış ilk Osmanlı tarihçilerinden Âşıkpaşazade, Oruç Bey, İdrisi Bitlisi, Neşrî, Lütfi Paşa, İbni Kemal, Hoca Sadeddin; Ertuğrul’un babasını Süleyman Şah diye kaydettikten sonra birbirinden ufak tefek farklarla Nuh Peygambere kadar giden bir şecere tanzim ederler.
Aşıkpaşazade, Oruç Bey ve Neşrî gibi müverrihlerden daha önce yaşamış bulunan Ahmedî, Yazıcızade Ali, Enverî, Karamanî Mehmet Paşa gibi kimselerin eserlerinde Gündüzalp ismine rastlandığına; mezkûr müverrihlerin Süley’man Şaha atfettikleri maceranın da yaşadığı işaret edilen devrin tarihî hâdiselerine pek tetabuk etmediğine göre; Ertuğrul’un babasının Süleyman Şah değil Gündüzalp olması daha kuvvetle muhtemeldir.
Âşıkpaşazade ve diğer ilk Osmanlı müverrihlerinin eserlerinde Kayıların Anadolu’ya gelişleri ve Ertuğrul Bey idaresinde Söğüt havalisine yerleşmeleri hulasaten şöyle anlatılmaktadır:
Emrinde bulunan kabileleri ile birlikte İran’da Mâhan şehrinde oturan Süleyman Şah bin Kaya-Alp Acem beylerinin tahrik ve teşviki neticesi batıya doğru hareket etmiştir. Süleyman Şah Doğu Anadolu’ya girdiği zaman maiyetinde 50,000 göçebe Türk bulunmaktadır. Bunlarla Erzurum, Erzincan taraflarında dolaşmış, bâzı fütuhatta bulunmuş, göçebe Türkler dağlık arazide davarlarını barındıramadıkları için güneye inmiştir. Bu arada Süleyman Şah, Ca’ber kalesi önünde Fırat nehrini geçerken boğulmuş ve oraya defnedilmiştir. Halen burası Türk mezarı diye meşhurdur. Süleyman Şah’ın boğulması maiyetindeki-lerin dağılmalarına sebep olmuştur. Bunlardan bir grup Süleyman Şah’ın Sungur Tiğin, Gün Doğdu, Ertuğrul ve Dündar adın-daki oğullarının etrafında toplanmışlar ve Pasin ova-sındaki Sürmeliçukur’a gitmişlerdir. Bunlardan Gün Doğdu ve Sungur Tiğin oradan eski vatan-larına dönmüşler, Ertuğrul ise kardeşlerinden Dündar ve 400 kadar maiyeti ile Sürmeliçukur’da kalarak birçok cenklere iştirak etmiştir. Ertuğrul Bey o arada Saveci (Savcı) veya Sarubatı adındaki oğlunu Selçuklu sultanı Alâeddin Keykubad’a göndererek kabîlesi için bir yer istemiştir. Alâeddin Keykubat ona Söğüd’ü, Domaniç dağı, ve Ermeni Beli’ni vermiş; Ertuğrul da önce Ankara yakınındaki Karacadağ’a, sonra da kendisine yurt olarak verilen yerlere gelip yerleşmiştir.»
Kayıların reisi Ertuğrul Beye kışlak olarak Söğüt, yaylak olarak da Domaniç verilip de buralarda yerleşince huduttaki Kumlarla birtakım mücadelelerde bulunmuştur. Selçuklu Sultanı Üçüncü Gıyaseddin Keyhusrev (1264-1283) Cimri hâdisesinden sonra hududa geldiği zaman Ertuğrul Bey, sultanı selâmlayarak hediyelerini sunmuştur. Selçuklu sultanının 1279 senesine rastlayan bu ziyareti sırasında Ertuğrul Bey uçta aşiret beyi bulunmakta idi.
Osmanlı tarihlerinin çoğu Ertuğrul Beyin ölümünün 1281 yılında vaki olduğunu, öldüğü sırada 90 yaşını aşmış bulunduğunu kaydederler. Ertuğrul Beyin mezarı Söğüt’tedir.
OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN HAYATINDAKİ SAFHALAR

Onüçüncü asır kapanırken tarih sahnesine çıkan Osmanlı devletinin altıyüz seneyi aşan ömrü, devletin hayatında göze çarpan bâzı safhalara göre beş bölüme ayrılır. Bunlar: «Kuruluş», «Yükselme», «Duraklama», «Gerileme» ve «Dağılma» devirleridir. Gerçi gerileme devrini takiben Islahat, Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerini de ayrı bölümler sayanlar varsa da, bu hareketlerin her üçü de gerilemeyi önleyip, parçalanıp dağılmayı kati şekilde durduramadığından hepsini birden dağılma devrinin içinde mütalâa etmek daha doğru olur.
Kuruluş Devri : (1299-1453)
Devletin hayatındaki ilk safha «Kuruluş» devridir. Başlangıçtan 1453 de İstanbul’un fethine kadar süren bu iki safha, şayet 1403 de Timur’un Ankara’da Yıldırım Bayezid’e indirdiği darbe olmasaydı daha erken tamamlanabilirdi.
Osmanlı devletinin ilk hükümdarı olan Osman Gazi, babasından sadece bir aşiret reisliğini devraldığı halde, yüksek zekâsı ve bitip tükenmeyen gayretleri sayesinde, tarihte cihanşümul bir devletin kurucusu olarak ebedileşmiştir.
Oğlu Orhan Gazi, babasından devraldığı Osmanlı ülkesini bir hayli büyültmüştür. Orhan Gazi’nin başa geçtiği sıralarda Bursa’nın zaptı önemli bir hamle olmuş ve bu şehir Osmanlı devletine merkez yapılmıştır. Türklerin Rumeli’ye geçmesi gibi mühim bir hâdise ile devletin teşkilâtlanmasına ait idarî, adlî ve askeri ilk müessese ve organizasyonların meydana getirilmesi onun zamanında olmuştur. Teşkilâtlanma ve idare işlerinde Orhan Gazi’nin kardeşi Alâeddin Paşa ile Çandarlı ailesinin hizmeti mühimdir. 1356 da Rumeli’ye geçiş hâdisesinde Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın gayret ve hizmetleri bilhassa zikre değer. Türklerin Rumeli’ye geçmeleri, Osmanlı devletinin sadece Asyalı kalmayacağına ve ilerde cihanşümul olabileceğine ilk delildir.
Muharebe meydanında ölen ilk padişah Murad Hüdavendigâr zamanında, Osmanlı devleti, artık Balkan fütuhatı münasebetiyle, Avrupalıların bir haçlı ordusu manzarası gösteren birleşik kuvvetlerini yenmek için muharebeler vermiştir. 1389 da Kosova ovasında verilen meydan muharebesi işte böyle bir savaştır. Birinci Kosova zaferi ile Balkan hâkimiyeti için ilk büyük engel yenilerek aşılmıştır. Kapıkulu askerî teşkilâtı da ilk defa Murad Hüdavendigâr zamanında kurulmuştur.
Yıldırım Bayezid’in kazandığı Niğbolu meydan muharebesi (1398) ile İkinci Murad’ın Varna (1444) ve İkinci Kosova (1448) zaferleri de gene bir haçlı ordusu mahiyetini taşıyan müttefik Hıristiyan kuvvetlerine karşı kazanılan harplerdir. Bu mühim savaşlarda elde edilen parlak başarılar sayesinde Balkanlarda birkaç asır devam edecek olan Türk hâkimiyetinin temelleri kuvvetle atılmıştır.
Kuruluş devrinin en ateşli hükümdarı Yıldırım Bayezit, Anadolu ve Rumeli’de üst üste zaferler kazandıktan başka, İstanbul’u da kuşatarak Bizanslıları hayli sıkıştırdığı sırada, Osmanlı devleti büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştır. Bu tehlike; Maveraünnehir’de büyük bir devlet kurduktan sonra batı istikametinde istilâ hareketlerine devam eden Timur’du. Yıldırım Bayezit 140? de Ankara’nın Çubuk ovasında mağlûp olarak Timur’a esir düşünce; Osmanlı devleti yıkılma tehlikesi atlattı. Timur, Ankara muharebesinde sadece Bayezid’ı esir etmekle kalmadı, Yıldırım’ın uzun uğraşmalar sonunda kurmuş olduğu Anadolu Türk birliğini de bozdu. Zira Timur, Anadolu beylerini eski beyliklerinin başına geçirdi. Bu arada, Ankara harbini müteakip Yıldırım’ın oğullan arasında on sene (1402-1413) devam eden saltanat kavgaları da devlet için hayli zararlı ve sarsıcı oldu.
Yıldırım Bayezid’in oğullarının en diplomatça hareket edeni Çelebi Mt imet, saltanat kavgaları devrine nihayet vererek Osmanlı tahtına yalnız başına sahip olunca; Timur’un yıkıcı tesirlerini ortadan kaldırmaya ve Osmanlı devletini hemen hemen Ankara muharebesinden önceki durumuna getirmeye muvaffak olmuştur. Böylece de, Osman Gazi, Osmanlı devletinin nasıl ilk kurucusu olmuşsa Timur’un bu devleti parçalamaya matuf siyaset ve hareketlerini önleyip birliği temin etmekle Çelebi Sultan Mehmet de hakkiyle ikinci kurucusu vasfını almıştır.
Osmanlı padişahları, devletin İlk kuruluş günlerinden itibaren, bir taraftan Hıristiyan ülkelerinde fetihler yaparken, öte yandan da Anadolu Türklüğünü bir bayrak altında toplamayı gözetmişlerdir. Anadolu’da Türk birliğinin temini işi de şüphesiz kolay olmamış, bu gayenin istihsali için umumiyetle Türk beylikleriyle de silâhlı mücadele gerekmiştir.
Her biri ayrı ayrı birer kıymet olan İlk padişahların kumandanlık, devlet adamlığı ve teşkilâtçılıkta gösterdikleri kudret ve maharetle Osmanlı devleti kuruluş ve emniyetini 1453 de tamamlamıştır. Daha devlet yeni teşekkül ederken askerî düzene verilen önem, kudretli hasımlar karşısında bile zaferlerin âmili; âdil ve lâyık idare de yabancı ırkların Türk hâkimiyetine kolaylıkla ısınmalarının sebebi olmuştur.
Yükselme devrinin ilk hükümdarı Fatih Mehmet 1453 de İstanbul’u aldığı zaman, Osmanlı ülkesi Anadolu’da Karamanoğulları arazisi hariç olmak üzere Kızılırmağın kaynak bölgesine kadar olan yerleri; “Rumeli’de de Trakya ve Bulgaristan’ın tamamını, Yunanistan ile Sırbistan’ın bir kısmını ihtiva ediyordu.
Binaenaleyh, bir buçuk asır süren kuruluş devri; Hristiyan ülkelerinde fütuhat, Anadolu Türklüğünü Osmanlı idaresinde birleştirme hareketleriyle birlikte, devletin gelişmesiyle mütenasiben esas kanunların, çeşitli devlet ve memleket kurum ve müesseselerinin ortaya konduğu ve inkişaf ettirildiği devirdir.
* Kaynak: Mufassal Osmanlı Tarihi I. Cilt s. 1-37, Mustafa CEZAR, Midhat SERTOĞLU (Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2011)