Osmanlıların İlk Devlet Teşkilâtı

İ. Hakkı UZUNÇARŞILI
Merkez teşkilâtından Divan
Divan Bizzat padişahın, bulunmadığı takdirde vezirin başkanlığı altında devlet başşehrinde veya hükümdarın bulunduğu yerde kurulan bakanlar kuruluna divan denilirdi; devlet işlerinin birinci derecede yani en son kesin olarak görüldüğü yer burası idi. Bu Osmanlı divanı yarım asır kadar İlhanlıların divanını örnek yaparak devam etmiştir. İlhanlıların zamanında onların vezirleri, erbab-ı seyf denilen askeri sınıfından olmayıp kalem erbabından oldukları gibi Osmanlılarda da Cendereli Kara Halil’e kadar ulema sınıfından olarak devam etmişti. Yani ulema sınıfından gelen vezirle ordu kumandanı ayrı ayrı idi. Kara Halil, Hayreddin Paşa unvaniyle hem vezir ve hem de ordu kumandanlığını eline alınca hundan sonraki vezir-i azamlar her iki hizmeti Üzerlerine almışlardı. O tarihe kadar birinci derecede olan beylerbeyilik yani askeri kumandanlık bundan sonra ikinci dereceye düşmüştür.
Divan her gün sabah erkenden namazdan sonra padişahın huzuriyle toplanarak gerek devlete ve gerek halka ait askeri, mali, idari, hukuki, örfi işler hakkında kararlar verirdi. Divanda, padişah, vezir-i azam ve diğer vezirlerden başka kazasker, defterdar, nişancı an olarak bulunurlardı. Askeri ve örfi işleri vezir-i izamlar, şer’i ve hukuki işleri kazasker, mali işleri de defterdar tetkik ile mütalealarını söylerlerdi. Nişancı, divan kaleminin büyük şefi olduğu gibi arazi işleri, has, zeamet, timar tevcihleri huna havale olunup esas deftere (tapu defteri) hunun yazısı ile kayıd veya tashih edilirdi; bu husustaki kanunların tertip ve tanzimi de buna aitti. Hükümdarlara, vali ve sancak beylerine, voyvodalara yazılan fermanların ve beratların üzerine çekilen tuğralar nişacı’nın kalemiyle olurdu. Bu tarihlerde divan kalemindeki katiplerin şefi olan reis-ül-küttab, nişancı’nın maiyyetinde bulunurdu.
Divan içtimaları XV. yüzyıl ortalarından sonra haftada dört gün (cumartesi’den salı gününe kadar) toplanırdı. Padişah nerede ise divan orada kurulurdu.
Vezir-i âzam ve Vezirler
Osmanlıların ilk devirlerinde divanda ulema sınıfından gelme yalnız bir vezir vardı; daha sonra vezir adedi artınca birinci vezire vezir-i azam denildi. İlk vezir-i azam yani birinci vezir Cendereli zâde Ali Paşa idi; hunun zamanında Timurtaş Paşa’ya vezirlik verilince Ali Paşa’ya birinci vezir yani vezir-i azam denilmişti. Vezirlerin, vezirlik alâmeti olarak üç tuğları vardı1. Tuğları padişah tarafından verilir, ölür veya azlolunurlarsa bu tuğlar geri alınırdı.
Fatih ‘in son zamanlarına yakın devre kadar padişahlar divana bizzat riyaset ederlerken sonra bu işi vezir-i azama bırakarak arz odasını ihdas etmiştir.
XV. yüzyılın sonlarına kadar vezir adedi hemen hemen üçü geçmemiştir. Vezir-i azam, padişahın mutlak vekili olup bu vekalete alâmet olmak üzere hükümdarın adı yazılı beyzi şekilde altun mühürünü taşırdı; bütün devlet işlerinden vezir-i azam mes’uldü; azil, tayin işleri ve bütün devlet işlerindeki muameleler onun kararı ve padişahın müsaadesiyle olurdu; bu tarihlerde hiç bir arzları geri dönmezdi.
Beylerbeyiler
Beylerbeyi ilk devirlerde Osmanlılarda bir tane olup bütün ordu işlerinden mes’uldü ve devlette hükümdardan sonra sözü geçen bu idi. Orhan’ın ordu kumandanı olan oğlu Süleyman Paşa beylerbeyi idi; onun ölümünden sonra bu vazife Lala Şahin Paşa’ya verilmişti; fakat bu sıralarda yani I. Murad devrinde vezir Cendereli Halil Hayraddin Paşa’nın ordu kumandanlığını da eline alması üzerine beylerbeyilerin ehemmiyetleri bir dereceye kadar azaldı ise de nüfuzları yine vardı; fütuhatın Rumeli’de genişlemesi üzerine hem Anadolu ve hem Rumeli’nin bir beylerbeyi ile idaresi mahzurlu görüldüğünden beylerbeyilik Rumeli ve Anadolu beylerbeyiliği olarak ikiye ayrıldı. Daha sonraki tarihlerde ise beylerbeyilerin hem adedi arttı ve hem de salahiyyetleri tahdit edildi; mamafih eyaletlerinin en yüksek askeri kumandanlığını muhafaza ettiler. Beylerbeyilerin iki tuğları ve has denilen dirlikleri yani maaşları vardı. Sefere hareketlerinde, eyalet denilen beylerbeyilik mıntakasında bütün sancak beylerile tımarlı sipahileri maiyetine alarak emir olunan yerde orduya iltihak ederlerdi. Fakat bu ilk devirlerde şehzadeler Anadolu’da sancak beyi olmaları dolayısiyle Anadolu beylerbeyisinin nüfuzu Rumeli beylerbeyi kadar değildi. Beylerbeyinin sancak beyleri üzerindeki nüfuzu umumi bir teftişten ibaretti. Sancak beyleri doğrudan doğruya merkezle muhabere ederlerdi. Fakat seferlerde Beylerbeğiler eyaletlerinin kumandanı idiler. Beylerbeği yalnız merkez sancağının idaresinden mesuldü.
Sancak beyleri
Sancak beyleri, tertip sırasiyle beylerbeyilere tabi olup mıntakalarındaki serbest timar yerlerden başka idareleri altındaki sancakların hem idari ve hem askeri ve asayiş işlerinden mes’ul idiler. Serbest timarların teftişi serbest timar sahiplerine aitti. Bir tuğlu olan sancak beylerinin de maaş olarak hasları vardı. Bir harb vukuunda sancağı dahilindeki tımarlı sipahileri toplıyarak beylerbeyinin kumandası altında sefere giderdi. Subaşı denilen kazalardaki timarlıların başları da kazalarının inzibatiyle alâkadarlardı.
Şehzâdeler kısmında söylediğimiz gibi, bazı sancaklarda çelebi sultan denilen padişah evlatları bulunurdu. Bunların salahiyyetleri daha genişti; hatta seferde Anadolu ve Rumeli beylerbeyilerine bile tefevvuk ederlerdi.
İdari taksimat
Osmanlıların idarelerindeki yerler aşağıdan yukarıya köy, kaza, sancak ve beylerbeyilik şeklinde idari, askeri, bir taksimata tabi tutulmuştu. Reaya denilen köyler halkı dirlik, vakıf, mülk reayası olarak başlıca üç sınıfa ayrılmıştı2. Reaya veya köylünün askeri olmıyan şer’i ve hukuki davalarına mahalli kadılar (Yargıç) bakarlardı. Köylerin birleşmesiyle teşekkül eden kazalarda kadılar, alay beyleri ve subaşılar vardı. Kazaların inzibatı, subaşılara ait olup yukarıda işaret ettiğimiz gibi şer’i ve hukuki muameleler kadılar tarafından görülürdü.
Pek yakın bir tarihe kadar kullandığımız kaza tabiri kadıların idareleri dolayısile verilmiş bir isim olup, zamanımıza kadar gelmiştir3. Bu gün ilçe dediğimiz birçok kazalardan teşekkül eden sancakların isimleri muayyendi. Anadolu beylerinden alınan mahaller ayrı ayrı birer sancak itibar olunduğu gibi bazı yerlerde vaziyetin icabına göre sancak yapılmıştı. Tarihini yazdığımız bu ilk devirlerde Rumeli ve Anadolu beylerbeyilikleri mevcut olup ehemmiyetine göre Rumeli beylerbeyiliği Anadolu’ dan üstündü. Rumeli beylerbeyisinin merkezi Manastır ve Anadolu’nun ise Kütahya ve muvakkat bir zaman (Kütahya şehzade sancağı olunca) Ankara ve sonra daimi olarak Kütahya olmuştur.
Osmanlılar vaziyetin icabına göre ilk devirlerinde devlet merkezini sık sık değiştirmişlerdir. Bilecik, Yenişehir, İznik, Bursa, küçük beyliğe merkez yapılmış ve fütuhatın Rumeli’de genişlemesi üzerine ilk zamanlarda muvakkat ve sonra daimi olarak İstanbul fethine kadar Edirne devletin baş şehri olmuştur.
Toprağın idaresi
Osmanlılar fethettikleri memleketlerde, tıpkı büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları ve kendilerinden evvel teşekkül etmiş olan Anadolu beylikleri gibi toprağı taksim ve idare etmişlerdir. İslamiyette arazi, harâci, öşri ve emîrî olarak üç kısım olup Osmanlılar, Anadolu beyliklerinden aldıkları yerleri eski şekilleriyle aynen kabul edip Rumeli’de elde ettikleri yerlerin hepsini emiri yani devlete ait arazi olarak tapulamışlar ve yalnız buradaki kilise ve manastırlara aid dini vakıfları tanımışlardır.
Arazi-i emiriyye4 veya arz-ı memleket denilen yerler devlete ait topraklar olup bunlar öşür ve resimlerine ve hizmete göre büyük, orta ve küçük parçalara bölünmüştü; bu araziyi ekip biçen halka da reaya denilirdi; fethedilen bir memleketin yerleri (şehir ve kasabalardaki bağ ve bahçe ve mer’alar hariç) arazi-i emiriyye sayılarak tahrir edilmiş ve o topraklar, ekilmek ve boş bırakılmamak şartiyle yine eski sahipleri üzerinde bırakılmıştı. Bunlar şeraite riayet ederek o toprağı ekip, biçerler ve öldükleri zaman yerleri evlatlarına da intikal ederdi. Emiri arazi, has, zeamet ve tımar olarak üç kısma ayrılmıştı. Emiri araziyi bu suretle ekip biçenler, tarlalarının öşür ve resmi olarak her sene devlet hazinesine verecekleri zahire veya bedelini bizzat hazineye vermeyip hükumet o öşür ve resmi hizmet mukabili olarak kimse ve neye tahsis etmişse reaya onu oraya verirdi. Eğer tahsis edilen öşür ve resim tımarlı sipahiye ait ise ona verilir ve o da tımarlı sipahi kısmında söylendiği üzere buna mukabil muharebe zamanlarında sefere giderdi; yahut arazinin geliri zeamet ve hasa ait ise öşür ve resim o zeamet ve has sipahilerine verilirdi. Tımar, zeamet, has sahiplerinin kendilerine tahsis edilen topraklardan aldıkları öşür ve resme dirlik ve bu dirliğe sahip olan has, zeamet ve tımar erbabına da sahib-i arz denilmiştir. Sahib-i arz, öşrü kendisine tahsis edilen toprakları, reayanın vazifesini yapmadığı zaman hükümdar’a vekaleten onun elinden alıp başka birisine verebildiği için kendisine bu isim verilmiştir.
Osmanlılarda arazi-i emiriyyeden başka vakıf ve mülk topraklar da vardı; bunlar arazi-i emiriyyeden ayrılmak suretiyle müessesata veya hizmet mukabili bazı kimselere verilmiş yerlerdi; tabii bunları ekip biçen reaya da vardı. Vakıf arazinin öşür ve resmi dini, ilmi ve ictimai müesseselere tahsis kılınmıştı. Vakıf reayası, arazisi hangi vakfa tahsis edilmişse öşür ve resmini o vakfın mütevellisine verir ve o da vakıfnamesi mucibince bunu icabeden yerlere sarf ederdi. Vakıf arazi satılmaz ve başkasına hediye edilemezdi; vakıf arazinin bazen aslı olan emiri araziye tahvil edildiği görülüyorsa da bu pek azdır. Buna da sebep vakıfların çoğalarak memleket müdafaasına tahsis edilen askeri arazinin azalmasıdır.
Mülk arazi de hizmet mukabili verilmiş olup bunun da birkaç nevi vardır. Tam mülklerin satılması, hediye edilmesi, parçalanması caiz olup kimse müdahale edemezdi. Bu nevi Mülk arazi istenirse vakfedilir, veya evlâda geçerdi.
Toprağı işliyen reaya veya köylü tabakasına gelince, bunlar öşür ve resmi, kime ve nereye veriyorlarsa onun veya oranın reayası sayılırlardı. Reaya, toprağı ekip biçmek, mamur etmek şartiyle onu muhafaza ederdi; aksi takdirde sahib-i arz tarafından tarlası elinden alınıp başkasına verilirdi. Bütün bu arazi muamelatı tahrir defterlerinde gösterilir, arazinin kimden kime geçtiği her tahrir defterinde görülürdü. Reayadan biri vefat edecek olursa onun oğlu babasının yerine toprağa sahip olurdu; bunun tapusunu sahib-i arz olan has, zeamet veya tımar sahibi verirdi. Sahib-i arz ile reaya arasında ihtilaf çıkacak olursa bunun tahkiki mahalli kadılıklar veya merkezden verilecek emre göre veya sair suretle yapılırdı. Reaya, sahib-i arz’a karşı hakkını müdafaa edebileceği gibi sahib-i arz da hakkını arardı.
Bu kayıtlardan anlaşılacağı üzere sahib-i arz, reayanın efendisi ve onun işlediği toprağın sahibi gibi ise de reaya üzerinde haksız ve keyfi bir muamele yapamazdı. Yaptığı takdirde bunun hakkında takibat yapılır ve icap ederse elinden dirliği alınırdı. Toprak ne köylünün ve ne de sahib-i arz’ın malı olmayıp devlete aitti. Köylü ekip biçmek, imar etmek, diğeri de kendisine tevdi edilen vazifeyi ifa etmekle mukayyet ve muvazzaf idiler; bundan dolayı o toprak satılmaz, bağışlanmazdı; fakat memleketin sahibi olan hükümdar isterse onu vakıf veya mülk olarak bir müessesenin idaresi için veya her hani bir şahsa hizmet mukabili verebilirdi.

Dipnotlar:
1 Tuğ, Türkçedir. Osmanlılarda bir araya toplanmış olan at kuyruklarının tepesi toparlak veya hilal şeklinde olan bir sırığın ucuna takılmasile tuğ vücude gelirdi. Kıllar kırmızıya boyanırdı; tepesinde beyaz ve siyah kılların karışmasile ince bir başlık vardı. Vezirlerin üç, beylerbeyilerin iki ve sancak beylerinin bir tuğu vardı.
2 İlk devirlerde islâm, hıristiyan bütün köyler halkına kanunnamelerde reaya denilip bu tabir sonradan bütün gayr-i müslimler hakkında kullanılmıştır.
3 Teşkilat-ı Esasiye kanunundaki (Anayasa) tadilat üzerine vilayetlere il, kazalara ilçe ve nahiyelere de bucak adı verilmiştir.
4 Mutlakiyetle idare olunan memleketlerde toprak ve reaya, emir’in yani hükümdarın addedilmiş olup hundan dolayı şimdiki tabirle devlete ait yerlere arazi-i emiriyye denilmiştir.


Kaynak: OSMANLI TARİHİ I. Cilt (Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan İstanbul’un Fethine Kadar), İ. Hakkı UZUNÇARŞILI, ss 501-506