Türk ve Bizans Mimarisine Dair Bir Mukayese

Ali Sami BOYAR  (Ayasofya Müzesi Müdürü)
Hepimiz biliyor ve okuyoruz ki, Türk mimarisi hakkında kitap ve makale yazan bazı ecnebi muharrirler, mimarimize ve san’at tarihimize dair epeyce yanlış yazılar yazmışlardır. Zaman geçtikçe, mağşuş bilgiler arasına karışan bu mevzuu incelemenin ve bilhassa Bizans mimarisiyle Türk mimarisini mukayese etmenin faydasız bir meşgale olmıyacağı kanaatindeyim.
Türkler sade münferit mimaride değil, toplu mimari demek olan şehircilikte de büyük bir liyakat ve yaradıcı bir kudret göstermişlerdir. Eğer İstanbul’u, evvelce hiç medeniyet görmemiş olan hali bir ovada kurmuş olsalardı bile, tek başına orijinal bir eser yaratmış olduklarına delalet ederdi. Kaldı ki bu şehri orta çağda, mimarisinin debdebesi ve san’atının cazibesiyle gerek Avrupalıların, gerek Asyalıların gözlerini kamaştırmış olan eski Bizans Konstantinyesi’nin yerinde, ona her cihetle zıt ve başka türlü bir estetikte kurmuş olmaları hiç bir te’sirin altında kalmıyan çok orijinal ve yaratıcı kabiliyetlerinin en kat’i bir belgesi olsa gerektir.
İstanbul’a, dünyanın en büyük ve en bediî, hatta en karakteristik şehirler arasında, layık olduğu bu yüksek dereceyi kazandıran, şehrin iç durumu olduğu kadar dış manzarasının da güzelliğidir. Onlar İstanbul’u kurarken bu ehemmiyetli noktayı düşünmemiş olsalardı, netice iyi olacak yerde fena olurdu. Belki içten güzel planlara göre kurulan abideler, dıştan çok fena bir yığın yapardı. Halbuki güzel İstanbul’un dış görünüşü belki içinden de güzeldir. Bu görünüş, güneş altında olduğu kadar tulu’da, gurupta, hatta gece karanlığında bile güzeldir. Bu hiç şüphesiz, yüksek bir sanat zevkinin neticesidir. Tesadüfler hazan ortaya birşeyler çıkarabilir, fakat onlar san’at eserleri değildir. San’at eserlerini mutlaka ince bilgiler, yüksek duygular yaratır. İşte Beyoğlu bu hakikatin en beliğ bir misalidir. Aynı hava, aynı güneş, aynı sahilin bir parçası olduğu halde, hariçten görünüşü adeta bir taş yığınından başka birşey değildir.
Bu misal bize gösteriyor ki, cetlerimiz bu işlere başladıkları zaman, ne yapmak istediklerini pek iyi biliyorlar, hiç şüphesiz, planlı ve metotlu hareket ediyorlardı. Bu fikre hakim olan kuvvetin saiki, milli gururdur. Kimseye benzememek, san’at zevkini kimseden iare etmemek ve kendi san’atıyla övünmek gururu. İşte bu meşru benlik bugün bize bir devir hediye etmiş, ve san’at tarihine de çok önemli bir fasıl açtırmıştır. Zaten dünya san’at tarihinde mukayyet belli başlı mektepler hep böyle doğmuş, böyle inkişaf etmiştir. Sonra Rokokolar, Baroklar devrinde değişen bu zihniyetin tevlit ettiği netice, gözümüzün önündedir.
Hepimizin bildiği gibi, Kanuni Sultan Süleyman devrinde, son fırçaları vurulan bu muazzam tablo, yine o devirde tamama ermiş, bütün dünyanın hayranlığını üzerine çevirmişti. Marmara’nın, Boğaziçi’nin ve Halic’in çerçevelediği bu çok sevilen Türk tablosunun yaratıcıları, Fatih devrinden Kanuni asrına kadar Ali Neccar, Eski Mimar Ayas, Mimar Hayrettin ve Mimar Kemalettin gibi büyüklerle çırakları ve muavinleri ise de, o san’atkarları bu kudrete sürükliyen de, nasıl inkar edebiliriz ki, asrın ince duyguları ve ince zevki idi.
Çünkü o devirde, mimarlıkla beraber san’atın diğer mühim bir kolu olan şiir, edebiyat ve musiki de ilerlemişti. Bu sevgi bir gösteriş, bir üzentiden ibaret değil, tamamen asalet peyda etmiş ve millileşmiş bir bilgi halini almıştı. Zaten san’atın medeniyete olan hizmetinden faydalanmak için böyle kültürel bir hal alması, belli başlı şartlardan biridir.
Mimar Sinan ve ondan sonra gelen Davut’lar, Kasım’lar, Dalgıç Ahmet Çavuşlar, Mehmed Ağalar ve Mustafa’lar bu muazzam tabloyu gittikçe zenginleştiren değerli san’atkarlardır.
Bu güzelliği seven ve takdir eden sade biz miyiz? Hayır, bütün dünya, bütün garp ve şark dünyası bunun hayranıdır. Bizde, son senelerde çıkan birkaç kıymetli eser müstesna, bunun hakkında yazılmış kitap bile yoktur. Fakat garpta, bu mevzuda ciltlerle kitap yazılmış, resimler, albümler basılmış, tomarlarla makaleler çıkmış, dünya müzelerinin şaheserleri arasında yer tutan ölmez tablolar vücude getirilmiştir. Hattâ itiraf edelim, bu el-beyendiliğin bizim sevgimizin üzerinde bile pek büyük te’siri olmuştur.
Türk mimarisi bir kubbe ve kemer mimarisidir. Bu mimariyi kendi fasilesinden herhangi bir mimariye benzetmek onun hususiyetlerini görmemek demektir. Bu mimarinin Bizans mimarisinden örnek aldığını iddia etmek mimari unsurlardaki farkları anlamamaktan başka bir şey değildir. Böyle basit bir görüşle işi halletmiye kalkarsak, bütün kubbe ve kemer mimarisini, mesela Gotik mimari ile Türk mimarisini bir stile icra etmek lazım gelir. Basit görüşlerin san’at tarifinde yeri yoktur. Her memleketin, her milletin kubbe ve kemer mimarisindeki üslup farkı, o mimariyi teşkil eden parçaların şekilleri, ölçüleri ve onların da birbirleriyle birleşmelerinden hasıl olan bütünlük farkıdır. İşte bu fark Türk mimarisinde tamamen müstakil ve tamamen orijinaldir.
Mimarimizin kalınlık, ağırlık, açıklık, muvazene ve mihver irtifaları tamamen hususidir. Bu fennen sabit olmuş bir hakikattir. Türk mimarisinin başlı başına hakim bir üslubun sahibi olan mevcudiyeti karşısında, onun Bizans taklidi olduğunu iddia etmenin ne kadar basma kalıp bir iddia olduğunu anlamak için mutahassıs olmağa hacet yoktur. Bir kere Bizans kubbelerine, Bizans kemerlerine iç ve dış tezyinatına, her iki yapının umumi görünüşüne, sathi bir nazarla bakmak kifayet eder. Bu binalar arasında göreceğimiz farklar, sade hendesi ve mimari şekillerinde de değildir. Türkler yapıcılık tekniğinde de Bizanslılar’dan hiçbir şey almamışlardır. Mesela tuğla eb’adında harçların nevinde ve kalınlığında bile bir benzeyiş yoktur. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u aldığı zaman, şehirde bir haylı tuğla fabrikası vardı. Bunları biz şimdi markalarından biliyor ve devirlerini tayin ediyoruz. Türk mimarları pekala bu fabrikalardan istifade edebilirlerdi. Fethi müteakip yapılan yapılarda, hiç böyle bir şeye tesadüf etmiyoruz.
Birkaç ta teknik misal verelim. Bizanslılar küçük kubbelerde manastır tonozu dediğimiz çapraz tonozları kullanmışlar, halbuki Türk mimarları bunun yerine kürrevî kubbe yapmışlardır. Türklerin nadiren yaptıkları bu tarz tonozlar ise, kendi tekniklerine göre yapılmıştır. Bizanslılar böyle, mikyası küçük kemer ve çapraz tonozları kalıpsız da yapıyorlardı. Şimdi bunların hemen hemen hepsi feci bir haldedir. Türkler hiçbir zaman kalıpsız ne kemer, ne de tonoz yapmışlardır. Türk tuğlaları dar ve Bizans tuğlalarından daha küçüktür. Bizans işçiliğinde iki tuğla arasında bir tuğla kalınlığından fazla harç vardır. Türk kubbe ve duvarlarındaki harç kalınlığı, tuğla kalınlığından da azdır. Türk harcının ince dövülmüş horasan olmasına mukabil Bizans harcı çok kabadır. Hatta horasanlarının içinde fındık kadar tuğla kırıkları vardır. Bizans’ın kubbe ve kemer işçiliği kaba ve intizamsızdır. Şimdi bu farkı görmek için Fatih devrinin yapısı olan Bab-ı-Hümayun’un kubbesiyle yine o devirden kalan İstanbul bedesteninin kubbe işçiliğine bakmak, bir de Ayasofya’daki Bizans kubbelerini görmek kifayet eder. Hatta onuncu yüzyıldan sonraki Bizans işçiliği feci bir haldedir. Ecnebi muharrirler, Türk mimarlarının camilerimizi yaparken Ayasofya’yı taklit ettiklerini yazarlar. Hepimiz biliyoruz, bunların içinde, Charles Texier gibi daha ileri giderek, “Osmanlıların kendilerine mahsus mimarileri yoktur. Çadır ve aşiret halkı oldukları için yapıcılık san’atına bigane kalmışlardır. Umum binalarını yabancılar, Rumlar, Ermeniler, Arap ve Acemler yapmıştır,, diyenler bile vardır.
Ayasofya’yı taklit etmek bahsinde bilhassa kubbe mes’elesinde bazı Türk dostu yabancı muharrirler de diğerleriyle ittifak ediyorlar. Bu belki iyi niyetli bir yanılmadır. O halde dostlarımızla bu bahsi dostça münakaşa edebiliriz. Ben Türk mimarlarının, Ayasofya’nın hiçbir şeyini kopye etmediklerine kani olanlardanım. Her halde şu kısa yazımızla bu nazik noktayı aydınlatmıya çalışırken, biraz da Ayasofya’yı incelemek faydasız olmıyacaktır.
İmparator Justinian Ayasofya’yı yaptırırken, mabedin kubbesinin, gök kubbeyi temsil etmesini ve ilahi bir kuvvetle semadan altın zincirle asılmış gibi olmasını şart koşmuştur. İmparatorun bu bina yapılırken verdiği, daha böyle pek çok taşkın ve coşkun emirleri vardır. Mutahassısları şaşırtan bu emirlerin inşaatın ve metanetinin aleyhine neticeler tevlit ettiğinde şüphe yoktur.
Mabede haç biçimi (crüciform) vermek için şimal ve cenup duvarlarına yarım kubbe yapılmamış, bu vazife kalın ve ağır kemerlere bırakılmıştır. Bu mühim noktaya dair meşhur İngiliz mimarı Jackson(1)’ı dinliyelim:
Kubbenin bütün ağırlığı pandantiflere, fil ayaklarına ve büyük kemerler üzerine yığılmıştır. Şark ve garp cihetlerindeki kemerler yarım kubbelerle takviye edilmişse de, şimal ve cenup taraflarında istinatlar o kadar temadi etmez. Bu tarafta mimar, çok kalın olan kemerlere güvenmiştir.”
Bu fil ayaklarını ikinci katta kemerli ve araları boş yapmak, onların arkalarında bulunan küçük fil ayaklarını hem alt katta, hem üst katta masif yapmamak mimari bir kusurdur. Bu fikirde de bütün mimarlar müttefiktirler. Bu boşluklar sonradan Türk mimarları tarafından doldurulmuştur. Bir Fransız mimarı(2) Justinian Ayasofya’sının mimarları olan Anthemius ve Isidor’un, Ayasofya’nın temellerine kaynatılmış arpa suyu, kireç ve horasandan mürekkep bir nevi (mortier) kullandıklarını yazıyor. Seba melikesi Belkisin sarayının temellerinde, zift kullanılmış olduğunu, buna mukabil Bizanslıların da bu halitayı icat ettiklerini, hatta meşe ağaçlarıyla bir nevi radier general yaptıklarını uzun uzadıya izah ediyor. Eğer bu doğru ise, Bizanslıların kubbe yapısında olduğu gibi, temel işlerinde de yeni yeni tecrübelere giriştikleri anlaşılıyor.
Türk mimarları Bizansın böyle halitalarını da hiç kullanmamışlardır. Onlar binanın üstü kadar toprak altına da ehemmiyet verirlerdi. Abidelerimizin temelleri bu sözlerimizin en canlı belgeleridir. Mimarlarımız bilgilerini ilk fırsatta, Ayasofya için de kullanmışlardır.
Türklerin yontulmuş ve şekillendirilmiş taşları, demir kenetler, eritilmiş kurşunla ve kendilerine mahsus bir meharetle tutturmaları bütün garp mimarlarının övündüğü bir iştir. İşte o zarif ince uzun minarelerimiz, bu meharet sayesinde fırtınalara, depremlere göğüs gererler. Ayasofya’nın imdadına ilk yetişen mimarımız, daha İstanbul zaptedilmezden evvel, Bizans imparatorunun ricası üzerine, Edirne’den gönderilen Mimar Ali Neccar’dır. Sade o mu? İstanbul’un zaptından beri, bütün Türk mimarları Ayasofya’ya emek vermişlerdir. Fakat onlar bu meşgalelerini, binayı kopye etmek için değil, yaşatmak için sarfetmişlerdir.
Ayasofya kubbesi ve Türk kubbeleri
532 de inşasına başlanılan Ayasofya, 537 de tamam olmuştur. Bu devrin resim ve planlarında görüldüğü gibi, tamamen basık bir kubbedir. Buna hatta, bizim Türkçede kubbe bile denilemez. Bu bir kubbe takkesinden ibarettir. Bu kubbe, 7 mayıs 558 de sebepsiz çöktü. Bunu bir sene evvel vuku bulmuş olan yer sarsıntısına hamledenler olduğu gibi, manevi sebeplere atfedenler de olmuştur. Bugünkü mimari bilgimizle kubbenin çöküntüsüne sebep olan teknik kusurun, kubbenin basık olmasından başka bir şey olmadığını kolayca anlıyoruz.
Çünkü böyle basık kubbelerde, yanlara olan tazyik daima çok kuvvetlidir. Fazla olarak bu ilk kubbede yan tazyikleri gögüsliyecek masif mimari unsurlar da yoktu.
Bu tarihte yapılan ikinci kubbe yirmi ayak daha yukarı istinatlar da ilave edildi. Fakat Ayasofya kubbesi 986 ve 1346 da tekrar çöktü.
Ayasofya’nın şimdiki kubbesini, büyük camilerimizden herhangi birinin kubbesiyle mukayese ettiğimiz vakit, Türk kubbelerinin, ağırlığını hemen hemen şakuli vaziyete almış yarım kürreden daha yüksek şekillerde olduğunu görüyoruz. Türk kubbesi, gerek eski devirde Orta Asya’daki nümunelerinde, gerek Anadolu ve İstanbul’daki muahhar örneklerinde, yani klasik devrin sonuna kadar, bu şekilde olarak kalıplarla yapılmıştır. Bir ikisi müstesna, Türk kubbelerinde nervür de yoktur. Bunlar, bir merkez etrafında resmedilen dairelerle vücude gelmiş kilit taşlı kubbelerdir. Türk kubbeleri bazan, dayak kemerleriyle de bağlanır. Bu kubbelerin istinat ettiği kasnak, ekseriyetle dört köşe değildir. Yani köşeler birer kademe şeklinde indirilmiş ve bu kısmın ağırlığı kazanılmıştır. Köşe zaviyeleri konsollarla küçültülür, bu kısımlar içerden istelaktitlerle örtülür, ve her zaviyenin üstüne birer de ağırlık kuleleri oturtulmuştur. Binayı göğüsliyen (contrefort) lar bireı’ cephe teferrüatı gibi, kademe halinde dehlizlerin istikametine kadar indirildiği halde cephenin güzelliğini bozmaz. Bazan bunların aralarında üzeri kubbeli masif tureller de vardır.
Ayasofya kubbesine gelince, ikinci yapılışında biraz daha yükseltilmiş olmasına rağmen, Türk kubbeleriyle mukayese edilince, yine basıktır. Bundan dolayı dafiası emniyette değildir. Bu kubbe kırk kaburgadan teşekkül etmiştir. Nervürlü dediğimiz bu sistem kubbelerde evvela kaburgalar yapılır, sonra araları tuğla ile doldurulur. Yukarıda söylediğimiz gibi Türk mimarları bu sistemi sağlam bulmamışlardır.
Bizanslılar bu hatayı kurtarmak için evvela fil ayakları istikametine amudi istinat duvarları yaptılar, fakat bu istinatlar da matlup olan metaneti temin edememişti. Türk mimarlarının himmetiyle bunların üzerleri kesme taşlar ile örtülerek ehram şekline getirilmiş ve ilaveler de yapılmıştır. Şimdi bunlar büyük küçük yirmi dört tanedir. İşte bugün Ayasofya, hiç şüphesiz, mimarlarımızın himmetiyledir ki, 490 seneden beri hiçbir tehlike göstermeden duruyor.
Bazı neşriyat dolayısiyle, aralarında ecnebi mimarlar da bulunan bir fen komisyonu tarafından 1910 senesinde, Ayasofya’da birtakım fennî tecrübeler yapılmıştır. Bu ameliyat esnasında Ayasofya’nın muayyen yerlerine yapıştırılan tecrübe camları otuz üç seneden beri olduğu gibi durmaktadır. Buna güvenerek, mimarlarımızın yapmış oldukları yardımla, bu kıymetli tarihi binanın hayatını kurtarmış olduklarını salahiyetle iddia edebiliriz.
Ayasofya’yı örnek tutmak iddiasına gelince, onun için uzun izahata lüzum yok, tarihin hemen hemen jeolojik bir mütehassısı gibi müzelik bir bina olan bu koca mabedin mimarı kusurlarını da, onunla uğraşan ve onu yaşatmaya çalışan Türk mimarları elbet bizden iyi görmüş ve anlamışlardır. Kubbenin çok hesapsız yapıldığını da pek iyi biliyorlardı. Hal böyle iken, onu ne diye kopye etsinler? Yanlış hesaplar kime örnek olmuş ki onlara olsun.
Dipnotlar:
1 Jackson’un 1910 da Evkaf nezaretine verdiği rapordan; Mimar bu tetkikat için bilhassa davet edilmiştir.

Kaynak: III. Türk Tarih Kongresi, Ankara 15-20 Kasım 1943, ss 694-700, Ali Sami BOYAR