XVIII. Türk Tarih Kongresi Cilt III

XVIII. Türk Tarih Kongresi

Kongreye Sunulan Bildiriler (III. Cilt)

Osmanlı Tarihi ve Medeniyeti

Hazırlayanlar: Semiha NURDAN – Muhammed ÖZLER
E-Kitap Yayın Tarihi:
Yayınlayan: Türk Tarih Kurumu
eISBN: 978-975-17-5114-0 (3.c) - 978-975-17-5111-9 (tk.)
Sayfa: 1615
Konular: Türk Tarih Kongresi, Türk Tarihi

“Türk ve Türkiye tarihini çağdaş, sosyal bilim anlayışıyla araştırmak ve yaymak; bu alandaki araştırmaları desteklemek ve toplumdaki tarih bilincini geliştirmek” misyonu çerçevesinde faaliyetlerini yürüten Türk Tarih Kurumu, milli bir tarihsel kimliğin oluşmasında geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir rol üstlenmiş bulunmaktadır. Dünyayı hâkimiyeti altına alan küreselleşme süreci, köklü millî ve manevi değerleri olmayan veya bunları gereği gibi koruyamayan kültürleri yok ederek milletleri öz kültürlerinden uzaklaştırabilmektedir. Gerek dünyada gerekse bulunduğumuz coğrafyada yaşanan olaylara bakıldığında tarih ve millî kültür bilincine sahip, geçmişten ders çıkarmayı bilen milletlerin her türlü zorluğa karşı kendi varlıklarını korudukları görülecektir. Bu nedenle Türk Tarih Kurumunun insanlığa, tarihe ve geleceğe karşı görev ve sorumlulukları oldukça önemlidir. Bu bağlamda, Kurumumuzun görev ve sorumluluklarında biri de yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar, kongreler düzenlemektir. Bu toplantı ve kongrelerin en önemlisi Türk Tarih Kongreleridir. Dünyada kendi alanında en saygın kongreler arasında yer alan Türk Tarih Kongreleri, Türk tarihi ile Türkiye tarihinin önemli olaylarının aydınlatılmasına büyük katkılar sağlamış, ülkeler ve insanlar arasındaki kültürel bağların kurulmasına ve geliştirilmesine de olumlu hizmetlerde bulunmuştur.

BİLDİRİLER - SEKSİYON VI ( OSMANLI TARİHİ VE MEDENİYETİ )

Osmanlı İstihbarat Ağını Besleyen Bilgi Kanalları (Kuruluştan II. Abdülhamid Devrine Kadar)

Ahmet Yüksel

ORCID: 0000-0001-5353-1989

Sayfalar: 1-32

İstihbarat her devlet için saldırmanın, savunmanın yahut kendinden emin bir surette yarına yürümenin olmazsa olmaz vasıtalarından birisidir. Osmanlılara ait en eski tarihî kayıtlardan itibaren Sultanlar ve etraflarındaki yönetici zümrenin de girişilen ilk fetihten ülke içerisinde nizamı tesis etmeye yönelik ilk tedbirlerine kadar hemen her sahada istihbaratın önem ve gerekliliğini idrak etmiş olduklarını takip edebilmek mümkündür. O sayede, kendi devrinin şartları ekseninde Osmanlı karar alıcılarının gelişmiş bir istihbarat ağı oluşturduklarını söylemek mübalağa olmayacaktır. Bu tebliğ bahsedilen istihbarat ağının hangi bilgi kanallarından ne şekilde istifade ettiğini Osmanlı kronikleri ve arşiv vesikalarından başka halihazırdaki çalışmalar ışığında ortaya koymayı amaçlamıştır. Bu sayede Osmanlı tarihinin az bilinen konularından birisi hakkında önemli olduğu düşünülen bazı bilgilere ulaşılmış ve literatürdeki boşluklardan birisinin doldurulması yönünde ufak da olsa bir adım atılmıştır.

Intelligence is one of the indispensable means of attacking, advocating, or selfconfidently marching to tomorrow for every state. From the earliest historical records belonging to the Ottomans, it is possible to follow that the sultan and the rulers around them realized the importance and necessity of intelligence in almost every field until the first measures to establish the order in the first conquered country.On that occassion, it would not be an exaggeration to say that the Ottoman decision-makers have formed an advanced intelligence network on the basis of the conditions of their own period. This communiqué aims to reveal how the intelligence network exploits the information channels mentioned above in the light of current studies other than Ottoman chronicles and archive records. In this regard, some information that is thought to be important about one of the lesser known topics of Ottoman history has been reached and a small step has been taken towards filling one of the gaps in the literature.

Muhyî ve Selîmnâmesi

Alaattin Aköz

ORCID: 0000-0002-3819-1864

Sayfalar: 33-46

Osmanlı tarih literatüründe dönemleri ele alınan padişahların adını taşıyan eserler Yavuz Sultan Selim dönemi ile başlamış,Kanuni Sultan Süleyman ve II. Selim dönemi ile devam etmiş ancak devamı gelmemiştir. Yavuz Sultan Selim ve II. Selim dönemi için Selimnâmeler, Kanuni Sultan Süleyman dönemi için Süleymannâmeler bu dönemleri içine alan eserlere verilen isimlerdir. Selimnâmeler, bizzat saray çevresinde bulunmuş, hükümdarla birlikte seferlere katılmış kişiler tarafından ya da birincil kaynaklara dayanarak yazılmış oldukları için tarihî değerleri oldukça yüksektir. Müellifinin kimliği hakkındaki gizemini koruyan Muhyi’nin Selimnâmesi, “sıymak, toyum, od’a urmak, kakmak, yaği, tüskürmek, tanrı, ayruk, kanda ve kamu” gibi eski Türkçe kelimelerin yanında Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalar ile bezenmiş bir eserdir. Eser nesir olmasına rağmen yer yer manzum bölümleri de bulunmaktadır. Muhyî, zaman zaman “Seyyid Mehmet bin Seyyid Ali İznikî eyle rivâyet ider kim” kaydıyla bugün elimizde olmayan Seyyid Ali İznikî’nin Selimnâmesine atıfta bulunmaktadır. Eser, Sultan Selim’in kardeşi Ahmed ile olan mücadelesi ile başlamakta, Sultan Selim-Şah İsmail mücadelesi ve Çaldıran Savaşı anlatılmaktadır. Müellif, Çaldıran Savaşı’nı naklederken Osmanlı ordusunda kullanılan bazı silahlar hakkında da bilgiler vermektedir. Özellikle tüfekli yeniçerilerin bu savaştaki konumu ile ilgili verdiği bilgiler önemlidir. Muhyî, eserinde Çaldıran Savaşı sonrası için diğer Selimnâmelerde bulunmayan bilgilere yer vermektedir. “Hünkâr buyurdı Anatolıdan ve Rum iliden ve Yunan’dan ve Harçene’den ne kadar beğler ki şehid oldıysa hep bir yere cem’ eylediler bir mu’azzam yer kazub hep ol şehidleri bir yere gömdiler üstin örtdiler ol örtülen yerün üstine bir ‘amûd dikdiler anlarun dahi tarihlerin yazub ruhlarına dua kıldılar” kaydı ile Çaldıran Sahrası’nda şehit düşenlerin nâmına bir kabir yapılıp üstüne bir direk dikildiğinden bahsetmekte, Çaldıran Savaşı’nda şehit düşen Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa ve meşhur akıncı beylerinden Tur Ali bin Malkoç hakkında da ayrıntılı bilgiler vermektedir. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Sultan Selim’in Tebriz’e yürüyüşü, Şah İsmail’in Sultan Selim’e esir düşen eşi Taclı Begüm anlatılmaktadır. Tebriz dönüşü Sultan Selim’in Alaüddevle ile mücadelesi gayet mufassal bir şekilde tasvir edildikten sonra Sultan Selim’in Tebriz’den yaptığı sürgünler ve Çaldıran Savaşı’nın batı dünyasındaki etkileri anlatılır. Diğer Selimnâmelerde ve kroniklerde bulunmayan farklı ve mufassal bilgiler vermesi nedeniyle Selimnâme literatüründe müstesna bir yere sahip olan eserin tek nüshası Konya İzzettin Koyunoğlu Kütüphanesi 13335 numarada kayıtlıdır.

The works bearing the name of the sultans whose periods were discussed in the Ottoman history literature started with the period of Yavuz Sultan Selim and continue with the time of Süleyman the Magnificient and II.Selim but not went on. Selimnames for the period of Yavuz Sultan Selim and II. Selim Süleymannames for the period of Süleyman the Magnifient are the names given to the works containing these periods. Selimnâmes has so important historical value because it was written by people who were found around the palace itself and who joined the voyages together with sultan or base on primary sources. Maintaining the mystery of the author’s identity, Muhyi’s Selimnâme is a work of Arabic and Persian words and phrases alongside old Turkish words such as “sıymak, toyum, od’a urmak, kakmak, yaği, tüskürmek, tanrı, ayruk, kanda ve kamu”. Despite the fact that it is a prose, there are poetry sections in some places. Muhyî refer to Seyyid Ali İzniki’s Selimname”, which is not presently on the list today, as “Seyyid Mehmet bin Seyyid Ali İznikî eyle rivâyet ider kim?”. The work begins with the struggle of Sultan Selim with his brother Ahmed and telling about struggle of Sultan Selim and Shah Ismail and Çaldıran War. The author also provides information on some weapons used in the Ottoman army while telling the Çaldiran War. In particular, the information about the position of rifled janizaries in this war very important. Muhyî contains information about after Çaldiran War not found in other Selimnames. He talks about the fact that a mausoleum was built in the name of the martyrs of Çaldıran Area and a pole was set on it with record of “Hünkâr buyurdı Anatolıdan ve Rum iliden ve Yunan’dan ve Harçene’den ne kadar beğler ki şehid oldıysa hep bir yere cem’ eylediler bir mu’azzam yer kazub hep ol şehidleri bir yere gömdiler üstin örtdiler ol örtülen yerün üstine bir ‘amûd dikdiler anlarun dahi tarihlerin yazub ruhlarına dua kıldılar” (Sultan told; gents who were martyred from Anatolia, Rum, Greece and Harçene were buried in the same place and covered and set a pole on it, wrote their name and dates an prayed” and also and also a detailed description of Tur Ali bin Malkoç, one of the famous raider and Rumeli Beylerbeyi Hasan Pasha who died in the Çaldıran War. After Çaldiran War, Sultan Selim’s march to Tabriz, Shah İsmail’s wife Taclı Begüm, who was captured by Sultan Selim are told. The turn of Tabriz, Sultan Selim’s struggle with Alaüddevle is described in a very detailed way and then the effects of Sultan Selim’s exiles from Tabriz and the western world of Çaldıran War are explained. The only copy of the work, which has an exceptional place in the Selimnâme literature because it gives different and detailed information not found in other Selimnâmes and chronicles is recorded in the Konya İzzetin Koyunoglu Library at 13335

Osmanlı İdaresinde Kıbrıs’ta Evlâtlık ve Besleme Uygulamaları (1571-1878)

Ali Efdal Özkul

ORCID: 0000-0001-7868-7795

Sayfalar: 47-66

Osmanlı Devleti idaresinde Kıbrıs’ta aile hayatı ile ilgili kaynaklarda birçok bilgi bulunmaktadır. Kıbrıs gibi iki toplumlu (Müslim-gayrimüslim) bölgelerde aile hayatı çeşitlilik göstermektedir. Bu tip bölgelerde devlet aile hayatını her toplumun dini kurallarına göre şekillendirmesine izin vermiştir. Toplumun en önemli birimi olan ailenin temel taşı ise çocuklardır. Günümüzde, kimsesiz çocukların koruyucu ailelerin yanına verildiği gibi, araştırılan dönemde de Kıbrıs’ta hiç kimsesi olmayan çocuklar, onlara bakmaya gönüllü olan kişilere kadı tarafından verilmekteydi. Buna emanet veya tebenni (evlâtlık) denilmektedir. Osmanlı idaresinde adada belgelerde karşımıza genel olarak iki çeşit evlâtlık çıkmaktadır. Bunlardan birincisi bazı fakir ailelerin çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için onları zengin kişilere emanet veya besleme şeklinde vermeleridir. Bu çocuklardan bazıları yetişkin olunca veya birkaç yıl sonra ailelerinin yanına dönebilmekteydi. İkinci tür uygulama ise çeşitli nedenlerle kimsesi kalmayan veya aileleri tarafından bakılamayacak durumda olan çocuklar için geçerliydi. Günümüzde olduğu gibi bazı dönemlerde aileler küçük çocuklarını çeşitli nedenlerle ibadet yerlerine bırakabilmekteydiler. Bu tür durumlarda kadı bu çocukları onlara bakabilecek gönüllü kişilere evlâtlık olarak vermekteydi. Lefkoşa sicillerinde bu tür örneklere de rastlanılmaktadır. Bu arada bazı fakir aileler çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak amacıyla onları bazı esnaflara evlâtlık olarak vermekteydiler. Bu tip uygulamalarla çocukların genellikle bir meslek sahibi yapılmaları amaçlanmaktaydı. Evlâtlık çocuklara, miktarı mahkeme tarafından belirlenen bir nafaka da genellikle çocuğu emanet veya evlâtlık olarak alan kişi tarafından ödenmekteydi. Söz konusu çalışmada ana kaynak olarak Lefkoşa Şer’i Sicillerinden elde edilen bilgiler kullanılmıştır. Lefkoşa Sicillerinden elde edilen bilgiler Osmanlı ülkesinin diğer bölgelerinde yapılan benzer çalışmalardan elde edilen bilgilerle karşılaştırılarak benzerlikler ve farklılıklar ortaya konulmaya çalışılmıştır. Sonuç olarak ilgili çalışma ile Kıbrıs’ta çeşitli nedenlerle evlâtlık veya emanet olarak verilen çocukların sosyal, ekonomik ve kültürel durumları ortaya çıkarılmaya özen gösterilmiştir.

There are a lot of information about family life in Cyprus in the Ottoman period. Family life was diverse in two communities (Muslim-non Muslim) area such as Cyprus. In such regions, the state has allowed family life to be shaped according to the religious rules of every society. The cornerstone of the family, which was the most important unit of society, is children. Nowadays, as the orphaned children be placed with a foster family, the children who are not families in Cyprus during the relevant period were given by the kadi to those who volunteered to look after them. It is called entrusted or adopted (tebenni). There are two kinds of adoptions in Ottoman administration in Cyprus. The first of these is that some poor families are entrusted or besleme (handmaid) to rich people to provide a better future for their children. Some of these children could return to their families a few years later or as adults. The second type of application is for children who do not have family for various reasons or who cannot be looked after by their families. In some periods, as it is nowadays, parents were able to leave their young children to various places of worship. In such circumstances, the kadi was giving them the children as volunteers who could take care of them by adoption. There are examples of such cases in Nicosia Judicial Registers. Meanwhile, some poor families were giving them up for adoption to some tradesmen to provide a better future for their children. With these types of applications, children are usually intended to be a profession owner. Adopted children’s, the amount of alimony determined by the court, was also paid by the person who adoption. In this study, the information obtained from the Nicosia Sheri Registers was used as the main source. The information obtained from the Nicosia Registers was compared with the information obtained from similar studies carried out in other regions of the Ottoman country, and similarities and differences were tried to be revealed. As a result, the study will pay attention to reveal the social, economic and cultural status of children in Cyprus who have been adopted or entrusted for various reasons.

An Assessment of George Trapezountios’s Proposal for Politico-Religious Greek-Turkish Unity in the Aftermath of 1453

Aphrodite Papayianni

Sayfalar: 67-86

The fall of Constantinople to the Turks was a devastating blow in the history of the Greeks. Many Greek scholars who fled to the West just before or immediately after the fall pleaded with western rulers and the pope for a crusade to be organised against their conquerors. One Greek scholar who had fled to the West before the fall, George Trapezountios (1395/1396 to c. 1473), had a different approach to the new status quo in the region. He was a participant in the Ferrara-Florence Council, a convert to Roman Catholicism, a humanist, a successful teacher in Italy (one of his students was Pietro Barbo, the future Pope Pius II), Pope Eugenius IV’s secretary, a translator of Greek works into Latin at Pope Nicholas V’s request and a commentator on many philosophical and theological works. In three introductions to scientific works (two to Ptolemy’s Almagest and one to Comparatio philosophorum Aristotelis et Platonis) and three treatises (On the Truth of the Faith of Christians, Eternal Glory and On the Divinity of Manuel Shortly to be King of the Whole World), addressed to Mehmet the Conqueror, written in Greek (four of them) and Latin (the other two) between 1453 and 1466, he praised Mehmet, advocated politico-religious unity between the Turks and the Greeks, as well as Islam and Christianity in general, saw Ottoman rule as being continuous with the Byzantine Empire, forecast the conversion of the Ottoman sultan to Christianity and his subsequent global rule, and urged Mehmet to conquer Europe. For this last proposal, which was considered treacherous in the West, he was imprisoned in Rome for a few months. The aim of this article is not to analyse the philosophico-theological arguments in Trapezountios’s works concerning Christianity and Islam, but to explore the political aspect of his proposals and views, assess his aims, evaluate the arguments employed in his letters and treatises, survey the contemporary facts and rumours surrounding Mehmet’s attitude to Christianity and specifically to the Greeks, and review Christian-Muslim relations following the fall of Constantinople in order to assess the feasibility of his proposals.

Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Almanya’ya Giden Bazı Osmanlı Öğrencileri

Ayhan Doğan – Sadık Çetin

ORCID: 0000-0002-3835-01240000-0003-3207-0751

Sayfalar: 87-106

Osmanlı Devleti Batı’nın gerisinde kaldığını anlamasından sonra Avrupa’yı tanıma ihtiyacı hissetmiş ve bu nedenle 28 Çelebi Mehmet Efendi’yi geçici elçi statüsünde Paris’e göndermiştir. İlerleyen süreçte Londra başta olmak üzere Avrupa’nın değişik merkezlerinde daimi elçilikler açılmış ve Batı medeniyetini daha yakından tanıma imkânı elde edilmiştir. Elçiliklerin açılmasının yanında Osmanlı Devleti Batı’nın bilim ve tekniğini öğrenme amacıyla Avrupa’nın değişik merkezlerine öğrenci göndermeye başlamıştır. Osmanlı tebaasından Avrupa’ya giden ilk öğrenciler Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa tarafından matbaa eğitimi alması için gönderilmiştir. Ayrıca Mehmet Ali Paşa 1826 yılında kırk dört öğrenciyi daha Paris’e göndermiştir. Bu öğrenciler döndükten sonra yüksek görevler icra etmişlerdir. Mehmet Ali Paşa’nın bu girişimini II. Mahmut’un gönderdiği öğrenciler takip etmiştir. Bu dönemde Bâb-ı âli tarafından Fransa’ya gönderilen ilk öğrenciler ise sadrazam Hüsrev Paşa’nın himayesinde olan Hüseyin, Ahmet, Abdüllatif ve Ethem adlı talebelerdir. Gerek Tanzimat, gerekse Meşrutiyet döneminde Avrupa’ya öğrenci gönderilmesine devam edilmiştir. Bu durumun devletin en buhranlı dönemi olan I. Cihan Harbi’nde de devam ettiği görülmektedir. Osmanlı tebaası öğrenciler I. Dünya Savaşı sürecinde Almanya’yı tercih etmişlerdir. Öğrencilerin Almanya’ya gitmelerinde Türk-Alman dostluk cemiyeti adında bir cemiyetin etkinliğinin yanında dönemin maarif vekâleti de aktif rol oynamıştır. Süreçte Selanik ve İzmir gibi Anadolu ve Balkanların değişik vilayetlerinden öğrencilerin Almanya’ya gittikleri görülmekle birlikte ağırlıklı olarak İstanbul doğumlu olup İstanbul’da ikamet eden veya İstanbul’a taşınmış olanların Almanya’ya gittikleri görülmektedir. Bu çalışma I. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul doğumlu olup Almanya’ya giden talebelerin hangi alanlarda eğitim görmek amacıyla böyle bir girişimde bulunduklarını öte yandan bu öğrencilerin sosyo-ekonomik durumlarını belirlemeyi ve süreç içinde karşılaştıkları sorunları ortaya koymayı hedeflemektedir.

Tanzimat Devletinin Taşradaki Görünürlüğü: Maliye Masraf Defterleri Üzerinden Bir Değerlendirme

Ayla Efe

ORCID: 0000-0002-2490-7593

Sayfalar: 107-124

Bu bildiri, Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki Masraf Defterlerinin kaynak niteliğini konu etmektedir. Bu defterler, sancak ve kazalara ait aylık masraf kayıtlarını içerir. Bu masraf kayıtları bize ne söyler? İşte bu bildirinin odağında tam da bu soru vardır. Bu bağlamda bildirinin temel iddiası; Tanzimat devletini, bu defter verileri üzerinden anlamlandırmak olacaktır. Bu amaçla öncelikle Tanzimat dönemine ait masraf defterlerinden üç farklı tarih ve üç farklı mekâna dair örnekler seçilecektir. İkinci olarak da bu defterlerdeki masrafların “tür, bileşen ve miktarına” dair verilerin “Tanzimat devletinin değişen fonksiyonlarını” tespit etmek için kullanılacaktır. Bu nedenle elde edilecek sonuçlar şu üç açıdan önemli olacaktır: Bir, taşradaki devlet varlığının niteliği (ya da Tanzimat devletinin taşradaki görünürlüğünü) anlamak. İki, idari ve mali açıdan merkez- taşra ilişkisini saptamak. Üç, “devlet” temalı çalışmalara Tanzimat devletinin fonksiyonlarını belirlemede katkı sağlamak. Ayrıca bu bildiriyle, arşivin bu zengin koleksiyonunun nasıl kullanılabileceği konusunda araştırmacılara bir örnek de sunulmuş olacaktır.

Subject of this paper is source quality of the expense records at the Ottoman Archives of the Prime Minister’s Office. These expense records consist of monthly expense records of sanjak and administrative district. What do these expense records tell us? This is precisely the question at the heart of this paper. In this context, basic assertion of the paper will be made sense of the Tanzimat state through these records. For this purpose, firstly, it will be selected samples represent three different dates and places from expense records of Tanzimat period. Secondly, “type, component, amount” of expense data in the records will be used to determine “changing functions of Tanzimat state”. The results to be achieved in this context will be important the following three aspects: First, to understand quality of state existence in country. Second, to determine center – country relations in terms of administrative and financial. Third, to contribute to studies have “state” theme, about on determining functions of Tanzimat state. In addition, this paper will provide an example of how this rich collection should be used to other researchers.

Avrupa’ya Giden Sefirlerin Sefaretnamelerinde Eğitim Kültür ve Sanata Dair Unsurlar

Ayşegül Altınova Şahin

ORCID: 0000-0002-9425-4540

Sayfalar: 125-150

Osmanlı Devleti’nin kendisi dışındaki dünyayı anlaması için gönderilen sefirlerin bir kısmı, ülkeye döndüklerinde gittikleri yerlerdeki gözlemlerini sefaretname yazarak ortaya koymuşlardır. Bunların içerisinde Avrupa’ya dair olan sefaretnameler gerek siyasi gerekse kültür tarihimiz açısından son derece mühimdir. Bunların Osmanlı Yenileşme hareketlerindeki etkisi de yadsınamaz. Avrupa’ya giden Osmanlı elçileri tarafından kaleme alınan sefaretnameler en çok Fransa ve Avusturya hakkındadır. Bunların dışında İngiltere, Prusya, Lehistan, İsveç, İtalya ve İspanya, hakkında sefaretname yazılmış diğer ülkelerdir. Bu sefaretnamelerde daha çok siyasi ve askerî gözlemlere yer verilmiş olsa da eğitim, kültür ve sanata dair bilgilere de rastlanmaktadır. Avrupa’yı daha yakından tanımamıza fırsat sunan ve o dönem için yeni olan bir takım kavramların (komedi, opera, balo gibi) Osmanlı Devleti tarafından tanınmasını sağlayan bu bilgiler Osmanlı Modernleşme tarihi açısından son derece önemlidir. Bu sefaretnamelerde sınırlı sayıda da olsa eğitim kurumlarından, daha sıkça kütüphane, matbaa, rasathane gibi kültürel unsurlardan ve opera, tiyatro, komedi, balo gibi sanata dair bazı kavramlardan bahsedilmektedir. Bu çalışmamızda Avrupa hakkında yazılmış sefaretnamelerdeki eğitim, kültür ve sanata dair izlenimler tespit edilerek Osmanlı Modernleşmesi açısından değerlendirilmiştir.

Some of the legates who are sent to see the world except their own world, exhibit their observations about the places they saw by writing ‘legations’ when they return to their own country. The legations about the Europe written by the legates are highly important for both our political and cultural history. It can’t be ignored that they also have an important effect on Ottoman’s Innovation Movement. The legations written by the ambassadors who went to Europe are mostly about France and Austria. England, Prussia, Poland, Sweden, Italy and Spain are the other countries that the legations write legates about. Even if the mostly mentioned topics in these legations are about political and military observations, we can also encounter with the information about culture and art. The information that gets us know the Europe better and some new notions such as comedy, opera, ballet have an important effect on Ottoman’s Rationalization History. Some cultural factors such as a few educational instutions, mostly libraries, printing house, observatory and some factors about art such as opera, theatre, comedy, ballet are mentioned in these legations. The effect of the legations written about the Europe and it’s education, culture and art is evaulated in this work with regards to Ottoman Rationalization Movement.

Osmanlı Arşiv Belgeleri Işığında Devletler Hukuku Açısından 19. Yüzyılda Osmanlı’ya Sığınan Lehistan ve Macar Mültecileri Hakkında Bazı Düşünceler

Bayram Bayrakdar

ORCID: 0000-0003-2098-9453

Sayfalar: 151-172

Çağdaş tarih yazımında, 1849 Mülteciler Meselesini de doğrudan etkileyen, Fransız İhtilâli ve 1830/1848 devrimlerinin her zaman ayrı bir ilgi ve öneme sahip olduğu, erbabınca bilinir ve değerlendirilir. İhtilâl arefesinde/öngününde Avusturya’da 1845-47 yılları ürün hasatları beraberinde ülkeye ekonomik kriz getirdi. Çok sayıda iflâslar yaşandı. Gıda fiyatlarındaki artış nedeniyle halk, böyle bir süreçte, Fransa’da başlayan devrim haberlerinden çabucak etkilendi. 3 Mart 1948’deki ilk reform talepleri Viyana’da yapıldı ve yaklaşık on gün boyunca devam eden protesto gösterileri sonucu imparatorluğun başkentinde silâhlı ayaklanma başladı. Avusturya devrimini araştıran tarihçiler, şu değerlendirmeyi yaptılar: “bugünün öfkesi çok kötüydü, hayatın başkaldıranlar için hiçbir değeri yok gibiydi.” Araştırmacıları böyle bir değerlendirmeye zorlayan ana neden, akademik lejyonu yaratan üniversite öğrencilerinin, eski rejime başkaldırmak amacıyla fiilen sürece katılmaları olmuştur. Sonunda İmparator Ferdinand (1835-48), 1815 süreciyle ilgili emirlerini uygulamalarıyla harfiyen yerine getiren Metternich’i feda etmek dayatmasıyla karşı karşıya geldi. Böyle bir süreçte Osmanlı Türkiye’si, Rusya ve Avusturya baskıları karşısında Lehistan ve Macar mültecilerini kabul etmek durumunda kaldı.1830 ve 1848 ihtilâllerinde Rusya ve Avusturya’nın baskı ve takipleri sonucu ülkelerinden ayrılan birçok Lehli ve Macar mülteci Osmanlı Devleti’ne sığındı.

In modern historiography, it is known and evaluated by experts that French Revolution and 1830/1848 revolutions, that affect 1948 Refugees Matter directly, always have special interest and importance. On the eve of the revolution, the harvest between 1845-1847 in Austria, brought economic crisis to the country. A great number of bankruptcy occurred. Due to the increase in food prices, in such period, people were affected by the news which was about the revolution starting in France. On May 3rd, 1948, early requests for reform made in Vienna and in consequence of protests, which continued for ten days, armed uprising started in the capital of the empire. Historians, who did research on Avustrian revolution, made this comment: ”the anger of that day was very bad; it looked like as if life did not have a value for the rebellions“. The power which forced the researchers to make such a comment was the participation of the students, who constitude academic legion, in the process actually for rebellion. Eventually Emperor Ferdinand (1835 – 48 ) confronted with the enforcement of sacrificing Mettemich, who did his bidding about 1815 period word for word. In such period, Ottoman Turkey had to accept Polish and Hungarian refugees by reason of pressures of Russia and Austria. In the revolutions of 1830 and 1848, a lot of Polish and Hungrian refugees who left their countries because of the pressure and pursuit of Russia and Austria took refuge in Ottoman Empire.

Osmanlı Gümrüklerinde 19. Yüzyıl Son Döneminde Yapılan Reformlar ve Yabancı Uzmanlar

Birten Çelik

ORCID: 0000-0003-3754-8208

Sayfalar: 173-212

Osmanlı gümrükleri ve gümrük sistemi, 19.yüzyıldan itibaren reformlar ile dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırıldı. Reformlar çerçevesinde gümrükler Rüsumat Emaneti ile merkezi bir yönetime bağlandı ardından da 1861’den itibaren yabancı devletlerle yenilenen ticaret antlaşmaları çerçevesinde tuz ve tütün idareleri ile gümrük yönetimi ve gümrük tarifeleri yeniden düzenlendi. Bu arada iç ticareti canlandırmak amacıyla 1873’te de iç gümrükler kaldırıldı. 1881’de Düyun-u Umumiye Teşkilatı’nın kurulmasının ardından borçlara karşılık gösterilen gümrük gelirlerini güvence altına almak ve uluslararası gümrük tarife sistemi ile uyum sağlamak için kurumsal ve yasal yeni düzenlemeler yapıldı. Bu süreçte Osmanlı hükümetinin, Rüsumat Emaneti dahil birçok devlet kurumunda reform yapmak üzere başta Almanya olmak üzere Avrupa’dan talep ve davet ettiği yabancı uzmanların önemli katkıları oldu. Rüsumat Emanetinde ilk yabancı uzman E. Bertram oldu ve 1881-1884 ve 1886-1899 yılları arasında Rüsumat müsteşarı olarak yaptı. Bertram görev yaptığı dönemde bir yandan hem kendini yabancı uzmanlara alışık olmayan Osmanlı gümrük idaresi ve personeline kabul ettirmeye çalışırken diğer yandan da bu gümrüklerde var olan suistimalleri gidermek ve gümrükleri dünya gümrük sistemine uyumlu bir yapıya kavuşturmak için uğraştı. Avrupa gümrükleri mevzuatlarından da yararlanarak dönemin ihtiyaçlarına bir Gümrük Nizamnamesi hazırladı ancak bu nizamname hayata geçirilemedi. Düyun-u Umumiye’nin kuruluş aşamasında yapılan toplantılarda, Avrupa devletleri ile yapılan ticaret antlaşmaları, Anadolu Osmanlı Demiryolları Şirketi ve Selanik-Manastır Osmanlı Demiryolu Şirketi ile yapılan toplantılarda Osmanlı devletini temsil eden heyetlerde yer aldı. Bertram ayrıca gümrüklerde görev yapacak memurların modern gümrük sistemini öğrenmesi için Gümrük Darüttalimi adıyla bir okul açılmasında öncülük etti. Bu çalışma, Osmanlı gümrüklerinde 19.yüzyılın son döneminde Bertram Efendi örneğinde olduğu gibi yabancı uzmanlar öncülüğünde yapılan reform girişimlerini incelemek amacıyla hazırlanmıştır. Çalışmada Osmanlı arşiv belgeleri ile dönemin gazete ve dergilerinde yer alan haberler ve konuyla akademik yayınlarında yararlanılacaktır.

Kudüs’teki İzinsiz Kazılar ile İlgili Meclis-i Mebusan Görüşmeleri (1909-1911)

Burhan Sayılır

ORCID: 0000-0002-1991-123X

Sayfalar: 213-234

Kudüs ile ilgili son yıllarda artarak devam eden tartışmalardan birisi de İsrail Hükümetinin Mescid-i Aksa ve çevresindeki alanlarda uluslararası kurallara uygun olmayan arkeolojik kazı çalışmaları yürütmesidir. İngiliz Baroness Angela Burdett Coutts’un 1865 yılında Kudüs’e yaptığı ziyaret dönüşünde Filistin Keşif Fonu (Palestine Exploration Fund/P.E.F) kurulmasını teşvik etmek için 500 poundluk bağışta bulundu. Coutts, Kraliçe Victoria’yı ikna ederek Filistin Keşif Fonu’nun amacı arkeoloji ve tarih, görgü kuralları ve gelenek, kültür, topografya, jeoloji ve İncil’deki Filistin ve Yakın Doğu’nun doğa bilimleri araştırmalarını teşvik etmekti. P.E.F. bu tarihten iki yıl sonra İngiliz Kraliyet Mühendislik Kolordusu’ndan (British Royal Engineering Corps) gelen Yüzbaşı Charles Warren’ı Kudüs’e gönderdi. Charles Warren’in görevi, tapınak bölgesini, tahkimat çizgisini, Davud Şehri’ni ve Kutsal Kabir Kilisesi’nin gerçekliğini araştırmaktı. Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan bu topraklarda kazı yapabilmek için İstanbul’dan istenen izin belgesi henüz gelmemişti. İngiltere’nin Kudüs Konsolosu ile Warren Osmanlı Devleti’nin Kudüs’teki yetkilisiyle görüştüler. Warren Osmanlı Paşası’nı Tapınak Dağı olarak bilinen Kutsal Tapınak olan Haram-ı Şerif’te (içeride kazı yapılmamak şartıyla) kazı yapmayı onaylamaya ikna etti. Kudüs’te ikinci kazı çalışması 1909-1911 tarihleri arasında İngiliz kabine üyesi Lord John Lorey’in teşviki ve yönetiminde gerçekleşti. Parker Seferi/Parker Expedition olarak tanımlanan bu girişimde Morley Kontu’nun oğlu Montagu Brownlow Parker Tapınak Dağı altında olduğu düşünülen Süleyman Tapınağı’nda hazine aramak için kazılar yapmıştır. Bildirinin konusunu da işte bu Parker Misyonu/Parker Mission oluşturmaktadır. Parker ve beraberindekiler Kudüs’e ulaştığında ciddi bir karmaşa oluştu. Ekipte arkeolog olmaması tartışmaların en önemli noktalarından birisiydi. İstanbul’da Parker’ın faaliyetleri kuşku ile izlenmeye başlanmıştı. Mebusan Meclisi’nde Kudüs Mebusları Sa’d-El-Hüseyni ve Ruhi El-Halidî Beyler Parker’in faaliyetleri ve bölgeden elde edilen bilgilerle ilgili Dahiliye Nezaret’inin cevaplaması için bir soru önergesi verdi. Soru önergesinde Mescid-i Aksa’da, Sahra-yı Müşerrefe/Kubbetu’s-Sahra bölgesinde yapılan yasal ve yasal olmayan kazılardan çıkarılan eski eserlerin kaçırıldığına dair duyumlar alındığı ve bu konuda herhangi bir girişimde bulunulup bulunulmadığı, bu eserlerin geri alınmasına yönelik bir çalışmanın yapılıp yapılmadığı sorulmaktaydı. Mecliste yoğun görüşmelerden sonra bu konuda bir tahkikat komisyonu kurulmasına karar verilmiştir. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve ardından yaşanan gelişmeler bu komisyonun işlerini sağlıklı yapmasına engel olmuştur.

Filistin’de Churchill Beyaz Belgesinin Yayınlanma Süreci (1921-1922)

Can Deveci

ORCID: 0000-0002-2609-5365

Sayfalar: 235-260

İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunmayı bırakmıştır. Bu doğrultuda İngiltere Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarını ele geçirmek için birçok rapor hazırlatmıştır. İngiliz bürokratların hazırladığı raporlarda hangi bölgede hangi grup ile müttefiklik kurulması gerektiğine dair öneriler yer almıştır. Stratejiler geliştirilen bu toprakların başında ise içerisinde üç semavi din açısından kutsal sayılan Kudüs’ü barındıran Filistin gelmektedir. İngiltere, Filistin’de dünya Siyonist organizasyonuyla beraber hareket etme kararını almıştır. Bunun bir göstergesi olarak İngiltere, 3 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu’nu yayınlamış ve Filistin’de Yahudilere bir ulusal ev vaat etmiştir. Ardından General Allenby önderliğinde 11 Aralık 1917’de Kudüs’ü işgal etmiş ve bir yıl içerisinde tüm Filistin’de İngiltere askeri yönetimini başlatmıştır. Askeri yönetim 1 Temmuz 1920’de yerini İngiliz sivil idaresine bırakmış ve Filistin’in ilk yüksek komiseri Sir Herbert Samuel atanmıştır. Samuel’in temel görevi Balfour Deklarasyonu içeriğinin Filistin’de gerçekleştirilmesidir. Çok kısa süre içerisinde yaşanan bu gelişmelere Filistinli Araplar sessiz kalmamış ve tepkilerini dile getirmiştir. Yahudiler ve Araplar arasında artan gerilimi azaltmak için İngiltere çözüm arayışına girişmiştir. Bu süreç içerisinde İngiltere Sömürgeler Bakanlığı, 1 Temmuz 1922’de bildirisi genelde Churchill “Beyaz Belgesi/Sayfası” isimli bir genelge yayınlamıştır. Bu makalede bu genelgenin yayınlanma sürecinde Filistin’de meydana gelen gelişmeler incelenmiştir.

Britain has ceased defending the territorial integrity of the Ottoman State at the beginning of the First World War. In this direction, Britain has a number of reports prepared to seize the territory of the Ottoman Empire in the Middle East. The reports prepared by the British bureaucrats include suggestions as to which group the alliance with which group should be established. At the beginning of these lands where the strategies are developed, Palestine, which houses Jerusalem, and is regarded as sacred in terms of three semitic religions, comes. Britain has decided to act together with the World Zionist Organization in Palestine. As a demonstration, Britain published the Balfour Declaration on November 3, 1917 and promised a national home to Jews in Palestine. Britain then occupied Jerusalem on 11 December 1917 under the leadership of General Allenby and, within a year, initiated the British military administration in Palestine. On July 1, 1920, the military administration left its place to British civilian administration and Sir Herbert Samuel, the first high commander of Palestine, was appointed. The main task of Samuel is to be realized in Palestine the content of the Balfour Declaration is. The Palestinian Arabs remained silent and expressed their reaction to these developments in a very short period of time. England has sought to find a solution to reduce the growing tension between the Jews and the Arabs. During this period, the Ministry of the British Communities issued a circular on July 1, 1922, commonly referred to as Churchill “White Paper”. This article examines developments in Palestine in the process of publishing this circular. (1921-1922)

Sigillographic Evidence for the Tourkopouloi in the Byzantine Empire

Christos Stavrakos

Sayfalar: 261-272

Mühürler en (gerçekçi) güvenilir tarihsel kaynaklardan biridir, çünkü bize sağladığı bilgiler her zaman gerçektir. Mühürler diğer işleyişlerinin dışında göndericinin kimliğinin bir garantisi olarak kullanılmıştır. Özellikle,paraların aksine her zaman sadece ve tek yön izliyorlardı:göndericiden alıcıya. Bunun içindir ki mührün bulunduğu yeri bildiğimizde göndericinin network kontaklarını birleştirebiliriz. Bu bildiri de Tourkopoloi ailesinin mühürlerini tanıtıyoruz. Milli ismini koruyarak ilk kökenini bildiren bir aileden bahsediyoruz. Bu bilgiler temelinde bu kişilerin sosyal konumları ile ilgili bir sonuca varabiliyoruz.

Lead seals are among the most reliable of historical sources, due to the information provided by them always being accurate. Apart from their many other functions, lead seals were used as a form of guarantee of the identity of the sender. Also, in contrast to coins, they always followed a single, particular route of transmission: from sender to recipient. It is for this reason that we can extrapolate the network of contacts of the owner of a lead seal if we know the location of its discovery. This paper presents the seals of the Tourkopoloi family. This was a family which retained its ethnic name, which denoted their initial ancestry. Based on this material, we extract certain conclusions regarding the social status of this family.

Two Visits of Serbian Prince Mihailo Obrenovic to The Sultans in 1839/40 and 1867

Danko Leovac

Sayfalar: 273-288

Serbian Prince Mihailo Obrenovic visited Constantinople twice and was a guest of the sultan Abdülmecid I in 1839/40. and the sultan Abdülaziz in 1867. These visits are extremely important from the aspect of the relationship between the Ottoman Empire and the Autonomous Principality of Serbia. Prince’s letters from his first stay in the Ottoman capital portray welcome reception by Turkish representatives and sultan, so they are important not only from the political aspect, but from the aspect of social history also. The second visit of the Serbian Prince was in 1867. Prince Mihailo has taken the advantage of the interests in Europe and has asked from the the ottoman government the surrender of the fortified Serbian cities and leaving off the Turskih garrisons. Pressed by the Great Powers, Turkish representatives accepted Prince’s proposition and invited him to visit sultan and to accept sultan’s firman consisting the document of the surrender of the cities to Serbian government. These two visits of the Serbian Prince Mihailo to the sultans are important from several aspects, especially political.

Osmanlı Devleti’nde Denizaltı Telgraf Hatları ve Eastern Telegraph Company

Diren Çakılcı

ORCID: 0000-0002-8340-2536

Sayfalar: 289-310

Akdeniz, Karadeniz ve Kızıldeniz sahillerinde yer alan önemli şehirlerle Dersaadet arasında hızlı haberleşmeyi temin edebilmek için pek çok denizaltı telgraf kablosu projesini hayata geçirmeye çalışan Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın sonlarına doğru Dünya telgraf haberleşmesinde çok güçlü bir konum elde eden Eastern Telelegraph Company’nin aynı coğrafyada kurmaya çalıştığı hatlardan da istifade etmiştir. Bu durum zaman içinde şirketin bölgede haberleşme tekeli tesis etmesini sağlamıştır. II. Abdülhamid döneminde ise şirketin politikalarına karşı çözümler üretilmeye çalışılırken, bütçe imkanları ve teknik yetersizlik yanında, şirketin dünya çapındaki denizaltı telgraf kabloları konusundaki iktidarı bunu zorlaştırmıştır. Arşiv evrakı arasında bulunan ve Eastern Telgraf Kumpanyası’nın Osmanlı Devleti’nin kıyısı bulunan denizlerdeki kablolarını gösteren haritalar, söz konusu şirketin başta Doğu Akdeniz ve Ege Adaları’nda olmak üzere Kızıldeniz ve Karadeniz’deki yatırımlarını ortaya koymakta, bölgedeki stratejik üstünlüğünü kanıtlamaktadır. Çalışmada söz konusu haritalarda yer alan denizaltı telgraf kablosu güzergahları arşiv evrakı arasındaki diğer belgelerle mukayese edilerek, bu kabloların Osmanlı Telgraf Şebekesi’ndeki konumu ve önemi vurgulanmaya çalışılacaktır. Akabinde II. Abdülhamid döneminde denizaltı telgraf hatları konusunda takip edilen politikalar değerlendirilecektir.

Ottoman State tried to realize many submarine telegraphic cable projects in order to provide fast communication between Dersaadet and important cities in the Mediterranean, Black Sea and Red Sea coasts. The state also benefited from the lines which Eastern Telegraph Company tried to establish in the same geographical region, which achieved a very strong position in the world telegraph communication towards the end of the 19th century. This allowed the company to monopolize communication in the region over time. On the other hand, while Abdulhamid II was trying to produce solutions against the policies of the company during his reign, budget and technical insufficiency as well as the power of the company’s submarine telegraph cables around the world made that difficult. The maps in the archive documents demonstrating the cables of the Eastern Telegraph Company under the sea bordering the coasts of the Ottoman State show the investments in the Red Sea and the Black Sea, especially in the Eastern Mediterranean and Aegean Islands, and demonstrate the company’s strategic superiority in the region. In this study, the submarine telegraph cable routes showed in the maps are compared to other documents in the archive and the position and importance of these cables for the Ottoman Telegraph Network are emphasized. Right after, the policies followed about the submarine telegraph lines during the reign of Abdulhamid II is evaluated.

Safeguarding and Promoting of Cultural Heritage: Ottoman Manuscript Collections in Bosnia and Herzegovina

Dželila Babović

Sayfalar: 311-322

Bosnia and Herzegovina has been under Ottoman rule for centuries. Among the Ottoman legacies are numerous manuscripts that represent documentary cultural heritage and a providential source for the study of cultural, intellectual and spiritual history from the Ottoman period. Archives, museums, libraries and other institutions in which Ottoman manuscripts are kept, within their capabilities seek as much as possible to preserve them in good condition. In the protection of manuscripts, they are increasingly adapting to modern ways of preservation and protection through restoration, cataloging, digitization and databases. Contemporary method of protecting manuscripts and forming digital archives and manuscript collections in addition to permanent material protection and preservation of data contained in the text of the manuscript, significantly contribute to the promotion and wider use of Ottoman manuscripts in various scientific and research projects and ventures in the field of cultural history. In this paper, we will present the largest collection of Ottoman manuscripts in Bosnia and Herzegovina, but also point out some of voluminously smaller collections. Also, we will give a detailed overview and analysis of the condition and degree of preservation of Ottoman manuscripts.

16. ve 17. Yy. Kilise Dua ve Vaazlarını İçeren Eserlerde Türk Algısı

Emrah İstek

ORCID: 0000-0003-1407-3609

Sayfalar: 323-342

Osmanlı Devletinin Rumeli’de fetihlere girişmesi ve nihayetinde İstanbul’un Müslüman bir devletin eline geçmesi, Avrupalı devletleri, Osmanlıları yakından takip etmeye ve tanımaya sevk etti. Osmanlı tebaası çeşitli din ve ırka mensup kozmopolit bir yapıda olmasına rağmen, Hıristiyan Avrupa gözünde “Türk” olarak görülmüş ve bu bakış açısı yüzyıllarca aynı yaklaşımla değerlendirilmiştir. “Türk” tanımlaması Osmanlı hanedanlığının Türk kökenli olmasıyla bağlantılı bir değerlendirmenin yanı sıra, “Müslüman” kavramıyla özdeş şekilde kullanılarak, daha çok dini bir boyut kazanmıştır. Ortaçağdan sanayi devrimi öncesine kadarki süreçte Alman toplumunu en çok etkileyen kurumların başında kilise gelmektedir. Kilise papazlarının Hıristiyanlık karşıtı olarak gördükleri konular hakkında kaleme aldıkları eserlerin birçoğunda Türk kavramı da geçmektedir. Türklerin “Muhammedî” olup, Hıristiyanların ezeli düşmanı oldukları – Türkler hakkında yazılan çok ağır ifadelerle beraber- dualarda sıkça yer almıştır. Bu düşmanlığın bir yansıması olarak “Türk” tanımlamasının bilhassa hakaretamiz ifadeler kullanılarak toplumda olumsuz bir imajla anılması amaçlanmıştır. Birbirleri arasında dini meselelerde fikir uçurumları olan Katolik ve Protestan mezheplerinin, Türk imajı ve düşmanlığı konusunda sergiledikleri ortak resim, dönemin dua ve vaazlarını içeren eserlere yansımıştır. Söz konusu eserlerin birçoğu, doğrudan kilise yetkilileri tarafından kaleme alınmış ve dua olarak cemaatine dağıtılması hedeflenmiştir. Özellikle savaş dönemlerinde yoğun olarak neşredildikleri anlaşılan bu eserler vasıtasıyla, Hıristiyan toplumun dini hassasiyetleri kullanılarak halk arasında Türk ve Müslüman düşmanlığının körüklendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca mezkûr dualarda resimlerin de yer alması, Türk algısının görsel olarak da kalıcılığının sağlanmak istediğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Eserlerin birçoğu muhteva bakımından farklı konuları ele almakla beraber, sadece Türklere karşı kaleme alınan dua ve vaaz içerikli kitaplara da rastlanmaktadır. Bu çalışmada yukarıda zikredilen Hıristiyan öğretilerini konu alan dua ve vaaz içerikli 16.-17. yüzyıllarda gotik Almanca ile yazılmış yirmiye yakın eser incelenmiştir. Bu tebliğde, özelde Alman Kiliseleri genelde ise Avrupa Kiliselerinin kendi toplumları üzerinde Türkler hakkında oluşturmaya çalıştıkları olumsuz Türk imajının ortaya konulması amaçlanmaktadır.

As a result of the Ottoman Empire’s conquest in Rumelia and the conquest of Istanbul by a Muslim state, the European states began to follow the Ottomans closely. Although the Ottoman subjects were in a cosmopolitan structure composed of various religions and racquets, They are as seen as Turk by christian eye. This point of view has been evaluated with the same approach for centuries. The definition of “Turk” is related to the Turkish origin of the Ottoman dynasty. This definition, using the same concept as “Muslim”, gained a more religious dimension. Before the industrial revolution from the middle ages, the church is at the head of the most influential institutions in European society. There are also Turk definition which by the priests of the church have seen as anti-Christian in most of their works. The Turks are often called “Muhammadî” and they are frequent in the dualities that they are the antagonistic enemies of the Christians. A negative image about Turks has been created in the Christian society by using the Turkish concept together with negative and insulting words. Catholic and Protestant denominations, which have gaps in their ideas on religious issues among others, have exhibited anti-Turkism. This situation is reflected in books containing prayers and sermons of the period. Many of these works were intended to be written directly by the church authorities and distributed to believers as prayers. Especially during these war periods, through these intensively published works, Turkish and Muslim enmity between the Christian society was increased by using religious sensitivities. Many of the works deal with different subjects in terms of content, but there are also boks written against Turks with prayer and preaching. In this study, about twenty works written in gothic German in 16th and 17th century and including prayer and preaching about christian teachings have been search. In this paper it is aimed to investigate the negative Turk figure created especially by German Churchs and generally by European Churchs on their own societies.

Bulgaristan Basınında Türklerin Ehemmiyetli Bir Temsilcisi: Koca Balkan Gazetesi

Ergün Hasanoğlu

ORCID: 0000-0002-0583-734X

Sayfalar: 343-370

Gazete ve dergi gibi süreli yayınlar sadece olayları kaydetmez aynı zamanda gelecek nesillere de bu olayların aktarımını sağlarlar. Bulgaristan’daki Türklerin 1865 yılından itibaren başlayan süreli yayın serüveni, bu kaydetme ve aktarımın önemini bir kat daha arttırır. Bulgaristan topraklarındaki Türklerin Osmanlı Dönemi ile başlayan gazete ve dergi çıkarma faaliyetleri, Bulgaristan’ın özerk bir devlet haline dönüştüğü 1878 sonrası da devam etmiştir. Bulgaristan Türkleri açısından gazete ve dergi yayınlama faaliyetlerin en zengin olduğu dönem 1908 ile 1944 yılları arasıdır. İncelemesi yapılan Koca Balkan Gazetesi de bu döneme denk gelmektedir. Koca Balkan Gazetesi’nin ilk sayısı 14 Şubat 1925 tarihinde yayınlanmıştır. Bulgaristan’ın Filibe şehrinde çıkarılan bu gazete, 26 sayı neşredilmiştir. Gazetenin sahibi ve başyazarı Mehmet Behçet’tir. Gazetenin en önemli özelliği 18 Ekim 1925 tarihinde Bulgaristan ile Türkiye Cumhuriyeti arasında gerçekleştirilen Dostluk Antlaşması döneminde yayınlanmış olmasıdır. Türkler ile Bulgarlar arasında mevcut dönemde yaşanan olumlu havanın gazete sütunlarında yer alması ve Bulgaristan Türklerinin durumunun gözlemlenmesi ayrıca dikkat çekmektedir. Ek olarak gazetede, Bulgaristan ve Türkiye’den siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel haberler aktarılmakta, ilanlar yayınlanmakta, şiirlere yer verilmektedir.

Periodical publications like newspaper and magazine not only record what has happened but they also provide passing them down to future generations. From 1868 onwards, the adventure of periodical publications , initiated by Turkish people in Bulgaria, has led to increase the significance of these records and transmissions. The Turkish people lived in Bulgaria did many activities to publish periodicals that had started with the Ottoman Empire and also continued even after 1878 when Bulgaria turned into a sovereign government. As for Bulgarian Turks, the peak period of these publication activities is between the years of 1908 and 1944. At the same period, the reviewed Koca Balkan Newspaper has also came out. The first issue of Koca Balkan Newspaper was published on February 14, 1925. Both the owner and the lead writer of the newspaper is Mehmet Behcet. The most important feature of the newspaper is that it was being published during the Treaty of Friendship between Bulgaria and Republic of Turkey on October 18, 1925. It is clearly observed that the positive and peaceful atmosphere of these two governments was reflected to newspaper columns and it was also pointed to the overall situation assesment of Bulgarian Turks. Additionally, the periodicals reported the news between Bulgaria and Turkey in terms of political, social, economical , and cultural aspects. The advertisements placed on the newspaper and poems were also published.

İttihat ve Terakki Bolu Hey’et-i Merkeziyyesi (1908-1919)

Erol Evcin

ORCID: 0000-0002-2433-5134

Sayfalar: 371-420

İttihat ve Terakki, Türk siyasal hayatında ve çağdaşlaşma tarihinde derin izler bırakmış bir siyasal organ olmuştur. Osmanlı ülkesinin dört bir yanına yayılmış olan güçlü teşkilat yapısı ve bu teşkilatın muhtelif faaliyetleri İttihat ve Terakki’nin devlet içindeki etkinliğinin artmasında ciddi bir rol oynamıştır. Merkezi şekillendiren taşradaki yerel idari birimleri fırkanın temel organları arasında yer almıştır. İttihat ve Terakki’nin merkez teşkilatına ve bu teşkilatın faaliyetlerine dair ayrıntılı çalışmalar bulunmasına karşılık taşradaki şubelerine ilişkin çalışmaların ve bilgilerin oldukça sınırlı olduğu göze çarpmaktadır. İttihat ve Terakki’nin taşra teşkilatı içinde yer alan Hey’et-i Merkeziyyelerin İkinci Meşrutiyet’in ilanından Birinci Dünya Savaşı yıllarına uzanan süreçteki çalışmaları ve bu çalışmaların Mütareke ve Millî Mücadele dönemine yansıyan etkileri Türkiye Cumhuriyeti Tarihi açısından önem arz eden bir konudur. Bu bildiri münasebetiyle İttihat ve Terakki Bolu Hey’et-i Merkeziyyesi’nin kuruluşu, teşkilat yapısı, faaliyetleri, kapatılışı, bölgedeki İttihatçıların Millî Mücadele dönemindeki etkileri özgün bilgi ve belgeler ışığında incelenmiştir. Bolu Livası özelinden hareket ederek, araştırmacıların İttihat ve Terakki’nin taşra teşkilatına eğilmelerini teşvik edebilecek nitelikteki bu çalışma ile İttihat ve Terakki’nin amaçlarının ve faaliyetlerinin daha kapsamlı bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlamak amaçlanmıştır.

The Union and Progress became a political body that left deep traces in Turkish political life and in the history of modernization. The strong organizational structure spread throughout the Ottoman territory and the various activities of this organization played a significant role in the promotion of the Union and Progress in the state. The local administrative units in the center shaped the center were among the basic organs of the river. Although there are detailed studies on the central organization of the Committee of Union and Prosecution and the activities of this organization, it is seen that the studies and information about the branches in the provinces are rather limited. Union and within Progress provincial organization, Landsberger-i center for the Second Constitutional Monarchy, work in process from the First World War years of the proclamation and the effects reflected in the Armistice and the National Struggle period of this study, the Republic of Turkey is a matter of importance in terms of history. The organization, organizational structure, activities and closure of the Central Committee of Union and Progress Bolu on the occasion of this declaration were examined in the light of the original information and documents on the effects of the Union Struggle during the National Struggle period. It is aimed to contribute to the understanding of the aims and activities of the Committee of Union and Progress in a more comprehensive way by means of this work which can act as a specialist of Bolu Sanjak and encourage the researchers to devote themselves to the provincial organization of the Union and Progress.

Mehmet Refi Efendi’nin İran Elçiliği

Fahri Maden

ORCID: 0000-0002-8529-9165

Sayfalar: 421-466

Mehmet Refî Efendi, Hicri 1220 (Miladi 1805-1806) tarihinde İran’a elçi olarak gönderilmiştir. Bu elçiliği sırasındaki gözlemleri ve anıları daha sonra “İran Sefaretnâmesi” adıyla 1333 (1914) tarihinde Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nda yayınlanmıştır. Mehmet Refî Efendi, Sefaretnâmesinde Osmanlı-İran ilişkilerinin o dönemine ait detaylı bilgiler vermektedir. 1806 yılında Osmanlı Devleti ve İran, Fransa’nın teşvikiyle Rusya’ya savaş açmaya karar vermiştir. Böylece Osmanlı Devleti ve İran, Rusya ile savaş haline girmiş, bu da iki devleti birbirine yaklaştırmıştır. Böyle bir dönemde İran’a gönderilen Refî Efendi’nin gözlemleri ve verdiği malumat önemlidir. Bu çalışmada öncelikle Mehmet Refî Efendi’nin hayatı hakkında bilgi verildikten sonra sözü edilen Sefaretnâmesi ele alınacaktır. Sefaretnâme ışığında XIX. yüzyılın başında Türk-İran ilişkileri incelenecektir. Ayrıca Sefaretnâme günümüz Türkçesine çevrilerek çalışmaya eklenecektir.

Mehmet Refî Efendi was sent to Iranian as an ambassador on the date of H. 1220 (M. 1805-1806). The observations and memorials of this embassy were later published in the History Ottaman Encümen Journal in 1333 (1914) under the name of “Iranian Sefaretnâmesi”. Mehmet Refî Efendi gives detailed information about that period of the Ottoman-Iranian relations in the Sefaretname. In 1806, the Ottoman State and Iranian decided to wage a war against Russia with the encouragement of France. Thus, the Ottoman State and Iranian entered into a war with Russia, which brought the two states closer together. The observations and the information given by Refî Efendi sent to Iranian at such a time are important. In this study, first of all, Mehmet Refi Efendi’s encouragement will be discussed after being informed about his life. Sefaretname in the light at the beginning of the XIX. century, Turkish-Iranian relations will be examined. Sefaretnâme will also be translated into contemporary Turkish and added to the work.

Sarı Abdullah Münşeâtında Osmanlı-Babürlü Diplomatik İlişkilerine Dair Mektuplar

Fatih Bayram

ORCID: 0000-0002-3601-7053

Sayfalar: 467-478

Münşeat mecmuaları, Padişahların mektuplarını bir araya getiren kaynaklar olması açısından önem taşımaktadır. Osmanlı münşeat mecmualarında Türkçe mektupların yanı sıra Arapça ve Farsça mektuplara da yer verilmektedir. Osmanlı’da en meşhur münşeat mecmuası Feridun Ahmed Bey (ö. 1583)’e aittir. Feridun Bey, Münşe’âtü’s-selâtîn adlı eserini III. Murad (1574-95)’ın cülûsundan kısa bir süre sonra Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa aracılığıyla Pâdişah’a takdim etmişti. Diğer bir münşeât mecmuası ise IV. Murad (1623-40) dönemi Reisülküttablarından olan Sarı Abdullah Efendi’ye aittir.

Robert Kolej’de Okuyan Türk Öğrencilerin Sosyal Arkaplanları Üzerine Bir Değerlendirme

Fatma Acun

ORCID: 0000-0002-8405-9784

Sayfalar: 479-498

1683 yılında İstanbul’da kurulan Robert Kolej, Osmanlı topraklarında açılarak günümüze kadar devam eden yabancı okullar arasında istisnaî bir yeri işgal etmektedir. Verdiği eğitimin kalitesi ve mezunlarının en modern eğitimi almaları, Robert Kolej’i köklü bir eğitim kurumu haline getirirken, talebelerinin de akranları arasından kolayca temayüz etmesini sağlayarak, üst düzey pozisyonlara gelmelerinin yolunu açmıştır. Bu çalışmada, kuruluşundan, 1971’de Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüştürülünceye kadar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan, uzun bir süreçte Robert Kolej’de okuyan Türk öğrencilerin sosyal arkaplanları baba meslekleri üzerinden çalışılmış ve öğrencilerin hangi sosyal sınıf ve gruplardan geldiği tespit ediliştir. Toplamda 1.623 öğrenciye ait veri grubu, devlet ve özel sektör olarak iki ana kategoriye, bunlar da kendi aralarında meslek türlerine göre alt kategorilere ayrılarak tasniflenmiştir. Çalışmanın neticesini şudur: Babaları devlet (49,85%) ve özel sektörde (48,55%) öğrenci miktarı yarı yarıya, eşit miktardadır ve her iki grup birlikte değerlendirildiğinde %64,4’e ulaştığı görülür. Orta ve alt gruba dahil olan mesleklerin yarıdan fazlasını teşkil etmesi, bu miktardaki öğrencinin RC’yi üst tabakaya tırmanmak için kendilerine fırsat sunan sosyal merdiven olarak gördüğü şeklinde değerlendirilebilir. Oldukça yüksek bir yekûn tutan bu miktardaki öğrenci için RC’nin, modern toplumlarda “kazanılmış” özelliklere sahip olmak ve eğitim yoluyla sosyal tabakada üst pozisyona gelmek için, önemli bir sosyal merdiven olduğu neticesine ulaşılabilir.

Established at 1863 in Istanbul in Ottoman lands, Robert College occupies a distinguished place among the foreign schools that survived until today. The quality of education makes the College a well-founded school and make its graduates distinguished among their peers helping them to occupy high positions. In this study, the social background of the Turkish students read at the Robert College was studied over the occupation of their fathers and thus their social classes were determined. In total data concerning 1.623 students were divided into two groups as state and private sector, and sub groups. The result of the study is that, the percentage of the students whose fathers were in state sector and private sector was nearly equal, % 49,85 and %48,55 in order. Among these, %64,4 occupied middle and lower middle class jobs which meant that for this amount of students, Robert College functioned as a social leader to climb upper positions. Again, this amount of students gained qualities that paved the way fort them to be included in the upper classes of the society.

100. Yılında Filistin’in Kaybına İlişkin Belgeler Işığında Genel Bir Değerlendirme

Figen Atabey

ORCID: 0000-0002-7916-1602

Sayfalar: 499-518

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesinin en önemli sebeplerinden birisi Filistin-Suriye Cephesi’nde uğradığı başarısızlıktır. Bu cephe, “Kanal Cephesi” adı ile açılmış, zamanla “Sina-Filistin-Suriye Cephesi” adını almıştır. 1915 Şubat ve 1916 Temmuz aylarında iki kez gerçekleştirilen Kanal Harekâtının mağlubiyetle sona ermesi, İngilizlerin Sina Yarımadası’na egemen olarak Filistin Cephesi’ne ilerlemesine yol açmıştır. İngilizler Mart ve Nisan 1917 aylarında gerçekleşen Birinci ve İkinci Gazze yenilgilerinden sonra, aldıkları takviyelerle esaslı ve yoğun bir hazırlık dönemine girip, genel bir taarruza hazırlanmışlardır. Osmanlı Başkomutanlığı ise bu durumu iyi değerlendirmemiş, İngilizlere karşı bir kuvvet dengesi sağlanması için gereken tedbirleri almayı başaramamıştır. 11 Mart 1917’de kaybedilen Bağdat’ı kurtarma tartışmaları ile geçen dört aylık bir zaman, Filistin’in cephesinin çökmesine sebep olmuştur. Zira, Bağdat’ı kurtarmak için Halep civarında hazırlanan Alman General Falkenhayn komutasındaki Yıldırım Ordular Grubu, Sina-Filistin Cephesi’ne yetişinceye kadar Gazze ve Kudüs elden çıkmıştı. Bu durumda Osmanlı Devleti’nin Filistin ve Suriye topraklarının kaybedilmesinde Bağdat’ı kurtarmak adına Filistin cephesinin ihmal edilmesinin önemi büyüktür. 1917 yılı sonbaharında Filistin üzerine başlayan İngiliz taarruzu, 19 Eylül 1918 tarihinde gerçekleşen Nablus Meydan Muharebesi ile son bulurken, Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihine kadar Amman’ı, Şam’ı, Beyrut’u ve Halep’i kaybetmiştir. Çalışma, Osmanlı’nın Filistin ve Suriye topraklarının kaybedilmesine yol açan olayların başlangıcını oluşturan 31 Ekim 1917 tarihinde İngilizlerin General Allenby komutasındaki Mısır Seferî Kuvvetlerinin Birüssebi-Gazze hattından kuzeye doğru ilerlemesi ile başlayan ve Osmanlı Ordusunun Halep’in kuzeyine çekildiği tarih olan 26 Ekim 1918 tarihinde kadar yaşanan siyasi ve askerî olayları kapsayacaktır. Filistin Cephesi’nin dramatik bir şekilde sonuçlanması üzerine Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmek zorunda kalmıştır. Çalışma, bu büyük kayba neden olan gelişmeler üzerine yoğunlaşacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın savaştığı son cephe olan Filistin-Suriye Cephesi’ni meydana geldiği koşullar içinde incelemeyi hedefleyen çalışmanın ana kaynağını Genelkurmay ATASE Arşivi ve İngiliz Ulusal Arşivi’nden temin edilen belgeler oluşturmaktadır.

One of the most important reasons for the loss of the First World War by the Ottoman State is the failure of the Palestine-Syrian Front. This front was opened with the name of “Channel Front” and later it was named “Sina-Palestine-Syrian Front”. The defeat of the Channel Operation, which was held twice in February 1915 and August 1916, led the British to advance to the Palestine Front dominated by the Sinai Peninsula. After the defeat of the British in March and April 1917 in the First and Second Gaza War, they entered a period of intensive preparations and a general offensive was prepared. The Ottoman Chief Commander did not evaluate this situation well and failed to take the necessary precautions to ensure a balance of power against the British. The last four months of disputes with the rescue of Baghdad, which had been lost on March 11, 1917, have caused the collapse of the Palestine front. When the “Yıldırım (The Thunderbolt) Army Groups that was prepared around Aleppo to rescue Baghdad, under the command of the German General Falkenhayn, came to the Sinai-Palestine front,it was too late to secure the Gaza and Jerusalem. In this case, the loss of Palestine and Syrian lands of the Ottoman Empire is a great way to neglect the Palestine front in order to save Baghdad. The British general assault that started by the advance of the Egyptian Expeditionary Force under the command of General Allenby towards Palestine in the fall of 1917 and ended with the loss of Amman, Damascus, Beirut and Aleppo until the signing of the Mondros Armistice. The study began with the Third Gaza Battle on 31 October 1917, which resulted in the loss of Beersheba-Gaza and Jerusalem, and continues with the political and military events that took place until October 26, 1918, the date on which it was drawn to the north of Aleppo. The Ottoman State had to withdraw from the First World War by the fall of the Palestine front dramatically. The study will focus on the developments that cause this great loss. The main source of the study aimed at examining the Palestine-Syrian Front, the last front of the Ottoman Empire in World War I, was the documents provided by the General Staff (ATASE) Archives and the British National Archives.

II. Abdülhamid Dönemi Donanması’nda Teknoloji, Lojistik ve Kurumsal Yapı

Funda Songur

ORCID: 0000-0003-4887-6506

Sayfalar: 519-544

Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur ilkesinin devletleri etkilediği XIX. yüzyıl, denizcilik alanında başta teknoloji olmak üzere birçok gelişim ve kurumsal değişimin tecrübe edildiği bir yüzyıl olmuştur. Avrupa devletleri için en karmaşık, Osmanlı Devleti için ise en uzun yüzyıl olarak bilinen bu dönemde Osmanlı deniz gücünün durumu, devletin kendisini dünya siyasi tarihi içerisinde konumlandırdığı yeri işaret etmektedir. Bu çalışmada Osmanlı Devleti’nin deniz gücü, Beşiktaş’ta bulunan Deniz Tarihi Arşivi belgelerinden hareketle en çok tartışma konusu olan II. Abdülhamid dönemi özelinde incelenecektir. Donanmanın imkân ve kabiliyetleri ilgili döneme ait gemilerin jurnal kayıtları, liman defterleri ve Bahriye Nezareti teşkilat kayıtları araştırılarak ortaya çıkarılacaktır. Dönemin bahri kuvvetlerinin mevcut teknolojik değişimlere uyum sağlama becerisi; bu arşiv kaynakları kapsamında donanmaya ait gemilerin harekât becerisi, eğitim, organizasyon yapısı, lojistik ihtiyaçlarının temini ve bakım-tutum faaliyetleri dikkate alınarak değerlendirilecektir. Teknoloji alanında hareketliliğin özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla süreklilik arz etmesi ve bu yüzyılın sonuna kadar yeniliklerin kesintisiz yaşanması devletlerin güçlü finansal kaynaklara sahip olmasını zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda Osmanlı Donanması’nın mali durumu araştırma kapsamına alınacaktır. Sultan II. Abdülhamid Dönemi Donanması’nın değerlendirileceği bu araştırmada daha önce incelenmemiş arşiv belgeleri ışığında yeni temel bilgilere ulaşmak hedeflenmektedir. Bu kapsamda modern donanma tarihi literatüründe önem kazanan diplomatik ve stratejik karar mekanizmaları araştırmaya dâhil edilmiş olup Osmanlı Devleti’nin 1876 ile 1908 yılları arasında uyguladığı bahri politikaları Bahriye Nezareti’nin teşkilat yazışmalarını içeren arşiv belgelerinde irdelenecektir. Osmanlı Devleti’nin tüm yüzyıla damgasını vuran denge politikası donanma stratejilerinin belirlenmesinde de etkili olmuştur. Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde yaşanan Osmanlı-Yunan Harbi donanmanın yeniden yapılanmasında etkili olmuş ve deniz tarihi kapsamında denge politikasının var olduğunu göstermiştir. Bu bağlamda donanma stratejileri ve uluslararası ilişkilerin yeniden şekillendiği II. Abdülhamid Dönemi, Osmanlı deniz tarihi içerisinde takip edilmesi gereken izler bırakmıştır.

The doctrine of those who dominate seas also dominate the world affected states in the nineteenth century. In this century, many developments were experienced not only within technology but also in all other areas of maritime field together with institutional change. Ottoman sea power refers the country’s own positioning within world political history in nineteenth century, known as the most complicated century for European states and the longest for Ottomans. In this study, Ottoman sea power during the period of Abdülhamid II, the era most discussed, is considered relying on Turkish Naval Museum Archive in Beşiktaş. Capabilities of Ottoman Navy are revealed through logbooks, port books and correspondence within Ministry of Navy. The ability of Navy to adapt to technological changes is evaluated through operational capability of naval ships, education and training, organisational structure, procurement of needs, logistics, and maintenance and repair activities. Constant change of naval technology especially starting from the second half of the nineteenth century forced states to have powerful financial status. In this regard, Ottoman monetary status is in the scope of this research. This study aims to achieve original information along with new archive documents never analysed before. Diplomatic and strategic decision mechanisms as modern naval history concepts are included in order to call attention to Ottoman naval politics between 1876 and 1908 as perceived within Ministry correspondence. Ottoman balance policy, which is marked all the century, also affected the determination of naval strategies. Ottoman-Greek War had influence on reorganisation and restructure of Ottoman Navy and had shown that balance policy existed within naval history. Concordantly the period of Abdülhamid II, at when naval strategies and international relations were reshaped, left traces in Ottoman naval history essentially to be followed.

XIV. – XV. Yüzyıllarda Batı Anadolu’daki Siyasî – Askeri Gelişmelerin Güç Mücadelelerine Etkileri (İzmir Örneği)

Gaye Yavuzcan

ORCID: 0000-0003-1018-4256

Sayfalar: 545-562

XIV. yüzyıl başlarından itibaren Batı Anadolu denizci beylikleri, bölgedeki egemenlik mücadelelerinde yeni ve dinamik bir unsur olarak belirmişlerdir. Bu unsur yalnız Batı Anadolu’da değil, Balkanlar’da da askerî faaliyetler bağlamında önemli bir rol oynamıştır. Bu gelişmeler Ege Denizinde Türklere karşı bir Hıristiyan ittifakı tesisine zemin hazırlamış, 1344 yılında İzmir Liman Kalesi, Türk hâkimiyetinden çıkmıştır. Bu durum Timur’un 1402’de kaleyi ele geçirip Aydınoğulları’nın idaresine bırakmasına dek devam etmiştir. Timur’un seferi geçici olarak Osmanlı genişlemesinin durmasına yol açmakla birlikte, İzmir seferi sırasında sahil İzmir’inde hâkim bulunan Hospitallerlerin bölgeden çekilmesini, dolayısıyla egemenlik mücadelelerinde oynadıkları rolün bölgede son bulmasını da sağlamıştır. İzmir’de Türk hâkimiyeti bu tarihten sonra önce Aydınoğlu Cüneyd Bey’in, 1426’dan itibaren ise Osmanlıların idaresinde devam etmiştir.Bu bildiride XIV. yüzyıl başlarından itibaren Batı Anadolu merkezli siyasî-askerî gelişmelerin coğrafyayı aşan etkileri İzmir hâkimiyeti temelinde tahlil edilmeye çalışılacaktır. Bu etkiler, Batı merkezli siyasal örgütlenmelerin ve Anadolu’daki Türk siyasal örgütlenmelerinin arasındaki mücadeleler ve her iki unsurun birbirleriyle ilişkileri şeklinde değerlendirilecektir. Bu suretle, bir Orta çağ kenti üzerinde hâkimiyetin geniş ölçekte devrin devletlerarası ilişkilerine etkisi tespit edilmeye çalışılacaktır.

From the beginning of the XIVth century, the Western Anatolian maritime emirates emerged as a new and dynamic element in the struggle for sovereignty in the region. This element played an important role not only in Western Anatolia but also in the Balkans in the context of military activities. These developments have led to the establishment of a Christian alliance against the Turks in the Aegean Sea, and by 1344 Turks lost the Harbour Castle. This situation continued until Tamerlane captured the citadel in 1402 and left it to the administration of the Aydınoglu emirate. Tamerlane’s campaign led to the Ottoman expansion to cease temporarily. At the same time, however, it allowed the Hospitaller knights of the coastal Izmir to withdraw from the region, thus ending the role they played in the struggle for sovereignty. After that, Turkish domination in İzmir was first carried out by Aydınoglu Cüneyd Bey and from 1426 onwards by the Ottomans. In this paper, Western Anatolian political and military developments from the beginning of the XIV th century, will be tried to be analyzed on the basis of İzmir dominance. These effects will be evaluated as the struggles between Western-oriented political organizations and the Turkish political organizations in Anatolia, and both elements relations between each other. In this respect, the influence of dominance over the medieval city on the large-scale devolved interstate relations will be examined.

Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Yahudilerin Altın Çağı

Günay Seferova

Sayfalar: 563-580

Yahudi-Müslüman, özellikle de Türkiye-İsrail ilişkileri, her zaman dünya güçlerinin ve büyük güç merkezlerinin ilgisi ve dikkatindedir. Bugün olumlu yönde gelişen ve her geçen gün ilerleyen ilişkilerin kökeninin (kaynağının) eski zamanlara gittiğini görmekteyiz. Nitekim, 15. yüzyılın sonu İspanya’dan kovulan Yahudiler bazı Avrupa ülkelerine yüz tutsalar da, orada onları kabul edilmediler ve sonuçta sığınmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’na göç ettiler. Bu ülkede Yahudilere gösterilen hoş ve sıcak ilgi onların burada kendilerine yaşam kurmasını ve uzun süre burada barış içinde yaşamasını sağladı. Yazar farklı kaynakları, özellikle de ibranice olan kaynakları analiz ederek Osmanlı İmparatorluğu’nda barış içinde yaşayan Yahudilerin hoş yaşamını ve buradaki yüksek mevkilere yükselişlerini incelemeye çalışmıştır. Ayrıca, Osmanlı tarihinde önemli ve eşsiz rolü olan Sultan Süleyman Kanunî’nin Yahudi kökenli olması, onun döneminde Yahudilerin yüksek görevlere yükselmesi, O’nun ve Sultan Beyazıt’ın döneminde Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu’na gelmeleri için gerekli şartların ve her türlü fırsatların yaratılması araştırılmıştır. Son olarak, Yahudilerin çoğunluğunun toplandığı Safed şehrinde Kabala mistik eğitiminin gelişmesi, bu eğitimin Yahudilerin yaşamındaki rolü incelenmiştir.

The Jewish-Muslim, especially the Turkish-Israeli relations, have always been in the interest and attention of the world powers and major power centers. Today, we see that the root of the evolving and progressive relations in the positive direction goes back to the ancient times.Thus, Jews that expelled from Spain in the end of the XV century arrived in some European countries, but they were not accepted there and eventually they came to the Ottoman Empire and taked shelter here. The warm attitude was shown in this country to the Jews and it was led them to shelter here and live in peace for a long time. By analyzing the different sources-mainly the sources in Hebrew language, the author tries to identify the Jewish life in peace in the Ottoman Empire, their pleasant life, and their rise to high positions here. Furthermore, the Sultan Solomon Law and his jewish origin, his crucial role in the Ottoman history, the rise of the Jews to the high positions during his dominance, and the opportunities for the Jews to come to the Ottoman Empire during Sultan Bayezid’s period are investigated in this article. Finally, the development of the Kabbalah mysticism in the Safed, where the most of the Jews were gathered, and the role of this mysticism in the Jews’ life are analyzed.

Osmanlılar ve Huzistan’daki Şii Arap Kabilesi Müşaʻşalar

H. Mustafa Eravcı

ORCID: 0000-0002-9092-8448

Sayfalar: 581-588

Osmanlılar İran’da kurulan devletler ile giriştikleri çatışmada ve hem de Irak hakimiyeti sürecinde bölgedeki yerel güçlerle iş birliği içinde bulunmuşlardır. Bu bağlamda bölgedeki Sünni Kürt ve Türkmen aşiretler öne çıkarken Şii Arap aşiretleri göz ardı edilmiştir anlayışı öne çıkmıştır. İşte bu çalışmada Ahvaz, Dizfûl ve Şüster’i hâkimiyetlerinde tutan Şii Müşa‘şa‘lar’ın Osmanlı merkezi otorite ile olan ilişkileri ve Osmanlıların Irak-ı Arap ve Acem üzerindeki hakimiyetinde bu müttefik aşiretin oynadığı rol aydınlatılacaktır.

The Ottomans cooperated with local forces in the region during its conflict to the states, established in Iran ana in the course of Iraqi domination. In this context, while the Sunni Kurdish and Turkmen tribes in the region came to the fore, the Shia Arab tribes were ignored. In this work, Shi’a Musha’sha, who holds Ahvaz, Dizfûl and Şüster in their dominance, will reveal the relation with the Ottoman central authority and the role that this allied tribe played in the domination of the Ottomans over Iraq.

Kırım Hanlığı’nın Ortadan Kalkmasından Sonraki Dönemde Geray Hânedânı Mensuplarının Osmanlı Devleti’nde Üstlendiği Askerî Roller (Tanzimat Devri Öncesi)

Hakan Kırımlı

ORCID: 0000-0003-2223-103X

Sayfalar: 589-608

Kırım Hanlığı’nın 1783’de Rusya İmparatorluğu tarafından ortadan kaldırılması sonrası Geray hânedânı mensuplarının tamamı Kırım’ı terk etmek mecburiyetinde kaldı. Bunların büyük kısmı Osmanlı Devleti’nin Rumeli’ndeki topraklarında iskân olunurlarken, bir kısmı da Kuzey Kafkasya’nın henüz Rusya hakimiyetine girmemiş bölgelerine yerleştiler. Rumeli’ndeki sayıları yüzlerle ifade edilen Geraylar Osmanlı Devleti’nde geçmişten gelen imtiyazlarının çoğuna sahip olmayı sürdürdüler. Buna karşılık, Geray hânedânı mensupları 1786-1792, 1806-1812 ve 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşlarında aktif askerî roller aldılar. Bu roller Kırım Hanlığı’nın askerî geçmişiyle doğrudan ilişkili mahiyetteydi. Savaşlarda önemli yararlıklar gösteren Geraylardan birçoğu bu savaşlarda şehit, gazi veya esir oldu. Kırım Hanlığı’nın ortadan kalkmasının sonraki yaklaşık yarım asırlık süre boyunca hanlığa ait unvan ve kavramlar bu vesilelerle canlı tutuldu ve kullanılmaya devam etti. Gerayların bu rolleri, askerî değerinin ötesinde, Osmanlı Devleti nezdinde bu hânedânın ve Kırım’ın konumuna ve bakış açısına ışık tutmaktadır.

Klasik Dönemde Osmanlılarda İktidar ve Muhalefet İlişkisi Üzerine

Haldun Eroğlu

ORCID: 0000-0001-6362-6615

Sayfalar: 609-630

Osmanlıların, daha Osman zamanından itibaren, Max Weber’den mülhem, geleneksel egemenliğin salt kişisel araçlarla şekillenmiş yönetim ve askeri güç geliştiğinde ortaya çıkan patrimonyal anlayışın en uç durumundaki Sultanizm’e uygun bir imparatorluk modeline sahip olduğu kabul edilmektedir. Başlangıçta en üsttekinin etrafından kümelenen dağınık ve kontrolsüz insan kitleleri ancak bu biçimde oluşan yönetim anlayışının sonucunda tebaa sayılmaya başlanabilirdi. Önceleri seçkin gurubun hakkı gibi görünen otorite, şimdi ki haliyle; yöneticinin kişisel hakkı olmaya başlıyor ve onun tarafından satılabilir, rehin verilebilir veya miras olarak bölünebilir oluyordu. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nun iktidarının şekillenmesi bu minvalde gelişmiş ve özellikle II. Mehmet’ten sonra tam anlamıyla güçlü bir merkezi otorite kurulmasına yol açmıştı. Onunla birlikte şekillenen yeni hükümdar modelinin izlerini hem Tursun Bey’in Tarih-i Ebu’l-Feth adlı kitabında, hem de II. Mehmet’in Teşkilat Kanunnamesi’nde görmek mümkündür. Ondan sonra otoritenin varlığının aldığı şekil yerinde durmamış, halefleri olan ahfadı tarafından daha da sağlamlaştırılmış, I Süleyman zamanında tam anlamıyla tek elde toplanma başarısıyla güçlü sultanlar tarafından ne kadar etkili kullanılabildiğini göstermiştir. Osmanlı klasik dönemine bakıldığında, başlangıçtan itibaren idarî kadrolar açısından servet elde etmeye, köylü bakımından ise tasarrufa imkân tanıyan tımar sistemi merkezli güçlü ekonomik model ile mutlak itaate dayalı askerî teşkilatla oluşturulmuş bu otoritenin kullanılması hakkını almak isteyen muhaliflerin varlığına şahit olunmaktadır. İlk zamanlardan itibaren merkezi otoriteyi güçlü kılmaya ve ona karşı gelebileceklerin bertaraf edilmesine dayalı uygulamalara rağmen hemen her dönem kendini gösteren Osmanlı muhalefetinin bir kuram olarak varlığı inkâr edilmez. Nitekim bu muhalefetin omurgasını hanedana mensup diğer üyeler oluştururken onların destekçileri hanedan üyesinin etrafında kümelenerek onun iktidarını kendi iktidarları olarak gören dışlanmış bürokratlar ile Türkmen zümreler ve diğer Hıristiyan veya Müslüman Türk devletleri idi. Bunun dışında mevcut otoriteyi ele geçirmek isteyen hanedan dışındakiler ile mevcut otorite yerine yeni bir hanedanlık kurmaya kalkışanların muhalefet hareketleri de ayrı bir muhalif kategoriyi oluşturuyordu.

It is accepted that the Ottomans had a model of empire in accordance with Sultanism at the extreme end of the pantrimonial understanding that emerged from the time of Osman, when it emerged from Max Weber’s mind, the traditional dominance of maneuver and military power formed by purely personal means. At the beginning, the scattered and uncontrolled masses of people clustered around the top of the body could only be considered as subjects at the end of this form of management. The authority, which seems to be right at the forefront of the elite, is now the state; the manager began to have a personal right and could be sold, pledged or divisible by him. Here, the shaping of the power of the Ottoman Empire developed in this way, Full after Mehmet II led to the establishment of a powerful central authority. The traces of the new ruler model that coformed with him are found both in Tursun Bey’s book History-i Ebu’l-Feth and in Mehmet II’s Statute of the Organization. After that, the shape of the entity’s presence did not stand in place, but it was further strengthened by the successors of the domain, showing how effectively the powerful sultans could be used by the powerful sultans in the one-handed succession of Süleyman I. When we look at the Ottoman classical period, we see that the strong economic model centered on the grooming system, which enables us to gain wealth in terms of administrative staff from the beginning and the possibility of saving from the point of view of the peasantry, and the military organization which is based on absolute obedience, the presence of dissidents is witnessed. Despite practices based on strengthening the central authority from the earliest times and eliminating what may come against it, the existence of the Ottoman opposition, which manifests itself in almost every period, is not denied as a theory As a matter of fact, while the other members of the opposition were the members of the dynasty, their supporters were exiled bureaucrats and Turkmen groups and other Christian or Muslim Turkish states who clustered around the dynasty and regarded it as their ruling power. Apart from this, the opposition movements of the non-dynasties who wanted to seize the existing authority and those who tried to establish a new dynasty instead of the existing authority constituted a separate opposition category.

Antakya Ortodoks Kilisesi’nde Arap ve Rum Matranlar Arasında Patriklik Mücadelesi

Haydar Çoruh

ORCID: 0000-0002-7632-9721

Sayfalar: 631-652 

Antakya Ortodoks Patrikliği, 1700’lü yıllarda başlayan ve 1800’lü yılların sonlarına doğru gün yüzüne çıkan ırksal ve kavimsel bir ayrışmaya maruz kalmıştır. Bu ayrışma, Rumlar ile Arap metropolitler arasında ortaya çıkmıştır. Yüzyıllar boyunca İstanbul Rum Patrikliği tarafından asimile edilmeye çalışılan Arap cemaat, milli bilincin gelişmeye başladığı 1870’li yıllardan itibaren Antakya Ortodoks Patrikliği’ni ele geçirmek için uğraş verdiler. Ananelere göre patrik seçmeyi bir usul haline getiren İstanbul Rum Patrikliği’ne karşı verilen bu mücadelede, Osmanlı Devleti’nin desteğini alan Arap metropolitler ilk defa Arap kökenli Lazkiye metropoliti Meletyos Efendi’yi, Antakya Ortodoks Patriği olarak seçmeyi başardılar. Bu bildiride 1720’li yıllarda başlayan, 1870’li yıllarda başarı imkânı kazanan ve 1890’lı yıllarda netice alınan bir süreç, yani Antakya Ortodoks Kilisesi’nde başgösteren Arap-Rum patriklik mücadelesi anlatılacaktır.

The Antakya Orthodox Patriarchate has been subjected to a racial and tribal dissociation which began in the 1700s and began in the late 1800s. This dissociation emerged between the Greeks and the Arab metropolitans. Trying to be assimilated by the İstanbul Greek Patriarchate for centuries, the Arab congregation struggled to seize the Antiochian Orthodox Patriarchate from the 1870s when national consciousness began to develop. In this struggle against the Istanbul Greek Patriarch who made patriarchal choosing a method, the Arab metropolitans, who were supported by the Ottoman State, were the first to elect Meletus Efendi of Latakia, an Arabic descent, as Antiochian Orthodox Patriarch. In this declaration, the Arab-Greek patriarchal struggle, which began in the 1720s, was successful in the 1870s and ended in the 1890s, that is, in the Antiochian Orthodox Church.

İngiltere’nin Kurdurmuş Olduğu “Balkan Komitesi” ve Faaliyetleri

Hikmet Öksüz

ORCID: 0000-0002-3957-9174

Sayfalar: 653-680

Balkan Komitesi merkezi Londra’da olarak 1903 yılında teşkil edilmiştir. İngiltere Balkanlar’daki Hristiyan halkların koruyucusu misyonuyla bu komiteyi kurmuştur. Görünümde sivil bir oluşum gibi teşkil edilen komite esasında bölgede İngiliz menfaatlerine yönelik görev yapacak bir siyasi yapıydı. Bu çerçevede öncelikle neşriyat yoluyla yoğun bir propaganda faaliyeti yürütülmüş, sonrasında saha çalışmaları sürdürülmüştür. Nitekim Avrupa devletlerinin Balkanlara yönelik ıslahat baskıları da bu merkezde gelişmiştir. Diplomatik zorlamalar yanında Balkan ulusları nezdinde de bir baskı unsuru oluşturulmuştur. Böylece İngiliz kamuoyunun dikkatini bölgeye çekmek, uluslararası hukuk ve siyaset bağlamında müdahaleleri meşrulaştırmak amacı güdülmüştür. Osmanlı Devleti ise içinde bulunduğu zorlu süreçte bu faaliyetleri dikkatle takip etmeye çalışmış, komite yayınlarına da zaman zaman tekzipler yoluyla cevap vermeye özen göstermiştir. Ancak komitenin faaliyetlerinin bir meyvesi olarak Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan gibi Balkan devletlerinin ittifakla Osmanlı Devleti’ne karşı bir araya gelmesinin önüne geçememiştir. Bu tebliğde söz konusu komitenin temel çalışma alanı, uygulayıcıları, yayın yoluyla yürüttüğü propaganda, Balkan coğrafyasında doğrudan yürütülen faaliyetler ve bütün bunların sonuçları ele alınacaktır. Konu ile ilgili Başbakanlık Osmanlı Arşivinden alınmış belgeler ile yerli ve yabancı literatürden faydalanılacaktır. Bu şekilde daha önceden bu yönüyle ele alınmamış olan konu bilim dünyasının dikkatine sunulmaya çalışılacaktır.

Osmanlı Devleti’nin XVIII. Yüzyılda Diplomasi Alanında Geçirdiği Değişimin Diplomatik Dile Yansıması

Hilal Çiftçi

ORCID: 0000-0003-1268-2144

Sayfalar: 681-694

Diplomasi, en genel tanımıyla bir devletin dış politika hedeflerini gerçekleştirme vasıtası ise, Osmanlı yöneticileri bu vasıtayı devletin daha kuruluşundan itibaren ustalıkla kullanmışlardır. Kuruluş padişahları devletin sınırlarını batı yönünde genişletirken aldıkları başarıları askeri alandaki üstünlükleri kadar diplomatik manevralarına da borçludurlar. Bir taraftan Bizans tekfurlarıyla savaşırken diğer taraftan da Bizans imparatorlarıyla ittifaklar kuruyorlardı. Osmanlı Devleti zamanla artan siyasi gücüne orantılı olarak diplomasi alanında da kuralları belirleyen taraf haline gelmiştir. Siyasi ihtişamının verdiği üstünlükle diplomaside hiçbir devleti eşit hakları hâiz muhatap kabul etmeyen bir anlayışı temel düstur kabul etmiştir. Bu anlayış doğal olarak diğer devletlerle olan ilişkilerinin diplomatik diline de yansımıştır. Bu devletlere gönderilen gerek nâme-i hümâyunlar ve gerekse ahidnâmelerde muhataplarına karşı kendini yüceltici ve karşısındakini de eşit muhatap olarak kabul etmeyen hitap ifadeleri kullanılmıştır. Ancak XVII. yüzyıl başlarından itibaren yavaş yavaş siyasi gücünü ve dolayısıyla üstünlüğünü kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti, bu konumuna paralel olarak diplomatik anlayışını da gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Böylelikle bu yüzyıldan itibaren Batılı Devletlerle olan ilişkilerinde tek taraflı ve lütuf şeklinde bir diplomasi anlayışı yerine karşılıklı diplomasi ilkesini benimsemiştir. Bu yeni anlayış şüphesiz Batılı Devletlerle olan ilişkilerinin diplomatik dilinde de bir değişimi beraberinde getirmiştir. Artık Osmanlı Devleti Batılı Devletlerle olan diplomatik ilişkilerinde mağrur ve muhataplarına üstten bakan bir dil ve üslup yerine uluslararası hukukun genel ilkeleri çerçevesinde yeni bir diplomatik dil kullanmaya başlamıştır. Çalışmamızda Osmanlı Devleti’nin diplomasi alanında geçirdiği bu değişimin Batılı Devletlerle olan ilişkilerinin diplomatik diline yansımalarını ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yaparken de gerek bu dönemdeki gerekse sonrasındaki Ahidnâmeler ve Nâme-i Hümâyunlardan yararlanarak bu iki dönemin diplomatik dili konusunda karşılaştırmalar yapmak suretiyle bu değişimi somut olarak tespit etmiş olacağız.

If the Diplomacy, in the broadest sense, is the means by which a state can achieve its foreign policy goals, the Ottoman rulers mastered this instrument effectively from the very foundation of the state. While the founding sultans extended the borders of the state to the west, the successes they achieved owe to diplomatic manoeuvres as well as military superiority. On the one hand while they were fighting Byzantine tekfurs on the other hand they were making alliances with the Byzantine emperors. The Ottoman State became the side that determines the rules in the field of diplomacy in proportion to its increasing political power over time. She accepted a notion that did not accept any state as equal rights as the basic principle with the advantage of political grandeur in the diplomacy. This understanding is naturally reflected in the diplomatic language of her relations with other states. Address statements were used in expressing themselves as exhilarating to their counterparts and not to accept the opposite as their equal counterpart both in the ahidnâme and the nâme-i hümayun sent to these states. However, the Ottoman State starting to lose its political power and hence its supremacy gradually from the beginning of the century XVII., had to pay attention to its diplomatic understanding parallel to this position. Thus, from this century on, instead of unilateral and graceful diplomacy in its relations with the Western States, She adopted the principle of mutual diplomacy. This new understanding undoubtedly brought about a change in the diplomatic language of the relations with the Western States. From now on the Ottoman State began to use a new diplomatic language in the framework of the general principles of international law instead of a language and style that looks proud and supercilious to its counterparts in diplomatic relations with the Western States. In our work, we will try to reveal the reflection of this change in Ottoman State’s diplomacy to the diplomatic language of relations with the Western States. In doing so, we will identify this change in concrete terms by comparing the diplomatic language of these two periods by using Ahidnâmes, Nâme-i Hümâyûns before and during this period.

Pencereleri Kafesli Muayenehane: Osmanlıda Viladethanelerin Açılması ve Doktor Besim Ömer Paşa

Hürü Sağlam Tekir

ORCID: 0000-0002-5351-0384

Sayfalar: 695-706

Osmanlı Devleti’ndeki yenileşme hareketleri ilk olarak askeri alanda başlamış ardından tıp okulları açılmıştır. Tıp fakültesinin açılması da yine bu doğrultuda gerçekleştirilen gelişmelerdendi. Prof. Dr. Besim Ömer Akalın, Askeri Tıbbiye’de yetişmiş, sonrasında Paris’te uzmanlık eğitimi alarak ömrünü sağlık tarihi alanındaki çalışmalara adamıştır. Besim Ömer’in faaliyetleri hem Osmanlı Devleti’nin son dönemine hem de Türkiye Cumhuriyetinin erken dönemlerine katkılar sağlamış; hayat serüveniyle insanlara örnek teşkil etmiştir. Kadın, çocuk ve doğum konusunda ismi ilk akla gelen kişilerden birisi olmuştur. Özellikle doğum konusunda döneminde yapmış olduğu faaliyetler ilkleri temsil etmesi açısından çok önemlidir. 1800’lü yıllarda İstanbul’da modern bilgi ile yetişmiş ilk erkek ebe doktor olmak kolay olmamıştır. Gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’da doğumlar genellikle evde ve ebe eliyle yapılıyordu. İstanbul’da sadece halk çocukları değil padişah çocukları da ebe eliyle doğuyordu. Değişen zamanla birlikte doğumların facia ile sonuçlanmasının da etkisiyle kadın doğum kliniğine ihtiyaç doğmuştur. O zamana kadar doktorlara yüzünü bile açamayan kadınları, bir erkek doktorun doğurtacak olması kolay kabul edilememiştir. Besim Ömer, 1892 yılında Osmanlı Devleti’nin ilk kadın doğum kliniği olan viladethaneyi açmıştır. Bu kurumun başına da kendisi getirilmiş; tıp ve ebe sınıfı öğrencileri bu sayede uygulamalı eğitim alma şansını yakalayarak doğum pratiğine başlamışlardır. Bu vesileyle de böyle bir görev için hazır bulunan Doktor Besim Ömer’in başına tıp tarihine geçecek nitelikte bir dizi olaylar gelmiştir. Toplumsal yaşamın en önemli bileşenlerinden birisi sağlık tarihidir. Bu vesileyle çalışmamıza konu olan Dr. Besim Ömer Akalın’ın ardında bıraktığı eserler, uygulamalar, göz ardı edilemez. Özellikle binlerce sağlıklı insan bırakmış olması onun toplum sağlığını önceleyen bir disiplinle çalışmış olduğunu göstermektedir.

The modernisation movements in the Ottoman Empire first began in the military field followed by the opening of medical schools. The opening of the first medical faculty was one of the developments in this direction. Prof. Dr. Besim Ömer Akalın received education in the Ottoman Military Medical School, had a specialisation education in Paris, and he then committed his life to take efforts in the history of health. His services contributed to both the later period of the Ottoman Empire and also the early period of the Republic of Turkey; he set an example for people with his life adventure. He became one of the first persons that come to mind in the fields of women, children and delivery. Especially his activities in the subject of delivery are very important because of their pioneering qualities. It was not easy to become the first male midwife who was educated with modern knowledge in Istanbul in the 1800s. Generally, deliveries used to be carried out at home by a wise woman in both Istanbul and also in Anatolia. Not only the babies of ordinary people but also those of Ottoman Sultans used to be delivered by wise women. With the changing times and as a result of many catastrophic deliveries, the need for obstetrics clinics arose. Acceptance for the fact that a male physician would perform deliveries for women, who had not even revealed their faces to male physicians until then, was not easy. Besim Ömer opened the first obstetrics clinic (viladethane) of the Ottoman Empire in 1892. He was made the head of this institution. In this way, students of medicine and obstetrics had the opportunity of receiving applied training in obstetrics. In this process, Besim Ömer experienced a series of events that went down in medical history. One of the most important components of social life is the history of health. The works and practices left behind by Dr. Besim Ömer Akalın cannot be ignored in this regard. Especially the fact that he rehabilitated thousands of people indicate that he worked with a discipline that prioritises collective health.

Osmanlı Devleti’nde Bir Güvenlik ve Asayiş Birimi Olarak Kır Bekçiliği: Yapısı, İşleyişi, Görevleri

Hüseyin Kalemli

ORCID: 0000-0003-4522-7009

Sayfalar: 707-734

Kır bekçileri görev olarak kasabaların dışında ve köylerde yani kırsal alanda güvenlik ve asayişi sağlayan kişilerdir. Bunlarla ilgili birtakım yasal düzenlemeler yapılmıştır. Görevleri yasalarla belirlenmiş olan kır bekçileri hakkında kabul edilen ilk kanun 27 Kasım 1913 tarihli “Kır Bekçileri Hakkında Kanun-i Muvakkat”dir. Bu kanun daha sonra 2 Ağustos 1914’de “Kır Bekçileri Hakkında Kanun” adı altında Meclis-i Mebusan onayından da geçmiştir. Aynı kanuna 14 Mart 1916’da da ek bir kanun kabul edilmiştir Söz konusu kanunlarla kır bekçiliğinin yapısal durumu ortaya konulduğu gibi, bekçilerin seçimleri, görev ve vazife tanımları, azilleri, ücretlerinin ödenmesi vs. hususlar tespit edilmiştir. Tespit edilen şekli ile kır bekçilerinin kasabalar haricinde ve köylerde güvenlik ve asayişin sağlanması hususunda çok çeşitli görevleri bulunmaktadır. Bu çalışmada II. Meşrutiyet Döneminde kır bekçiliği ile ilgili yapılan kanuni düzenlemeler ile kır bekçilerinin seçimleri, görev ve vazife tanımları, azilleri, cezalandırılmaları, ücretlerinin ödenmesi gibi hususlar ele alınmaktadır.

The rural guards are people who serve as security officers in the countryside and in the villages. Some legal regulations have been made about them. The first law that was adopted on the rural guards whose duties were determined by law was the ” Temporary Law on the Rural Guardians” dated 27 November 1913. This law was later passed on August 2, 1914 with the approval of the First Parliament under the name of “Law on the Rural Guardians”. On March 14, 1916, an additional law was adopted. Thanks to these laws, structural status of the rural guards was introduced. Also, selection of rural guards, definitions of their duties, dismissal, payments and etc were identified. Within this scope, rural guards have variety of duties outside the townships and in the villages about maintain the order and safety. In this study, some issiues about rural guards such as legal arrangements related to them during the Second Constitutionalist Period, their elections, definitions of their duties, dismissals, punishments, payments are mentioned.

Evolution Of the Health System in Iraq During the Ottoman Period (Ottoman Hospitals in Iraq Example)

Kefah Ahmed Najjar

Sayfalar: 735-748

1871, the Ottoman Empire Issued (Public Health Management System), It is the first public health system. Article 1 obliges the municipalities of the Ottoman states to appoint a doctor and his assistant. Article 5 specifies the duties of this medical staff to inspect the patients of the town free of charge. The Ottoman State was interested in building quarantine houses to accommodate infectious diseases. The interest in building a large hospital in Baghdad, start during the reign of the governor Medhat Pasha in 1872, this educational hospital was built along the lines of the Educational Hospital in Istanbul. The hospital built by Medhat Pasha is still in Baghdad and in the same place on the bank of the Tigris River (in Karkh). Another hospital was built in Mosul in 1844, and in Basra in 1890. Then the construction of hospitals in Iraq continued, with the establishment of a second hospital in Baghdad next to (Rusafa) in 1901. In this research, we try to explain the civilization aspect of the Ottoman Empire in Iraq. By highlighting the health reality in Iraq in the Ottoman era. And here we will ask many questions and most important: Were these hospitals primitive or developed? Were there departments and specializations? Was the treatment free? How did these hospitals affect the health situation in Iraq? What is the format of these hospitals and what are the material costs of their construction.?

Bizans Kaynaklarına Göre Aydınoğlu Umur Bey ve Osmanlı Sultanı Orhan Gazi

Levent Kayapınar

ORCID: 0000-0003-2090-4149

Sayfalar: 749-760

XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Aydınoğlu Gazi Umur Bey ile Osmanlı Sultanı Orhan Gazi, Balkan topraklarına yapılan Türk askeri seferlerin öncüleri olmuşlardır. Aydınoğlu Umur Bey Anadolu topraklarından donanmasıyla birlikte ayrılıp Avrupa ana karasında sefere çıkan ilk Türk beylerinden birisidir. Kendisi Mora’dan Trakya’ya kadar uzanan kara ve deniz seferlerinde büyük başarılar elde etmiştir. Aydınoğlu Umur Bey’in bu faaliyetleri Enverî’nin Düstûrnâme isimli esrinin yanı sıra aynı dönemde yaşamış olan Nikiforos Grigoras ve İoannis Kantakuzinos’un Yunanca kaleme aldıkları eserlerinde de anlatılmıştır. Umur Bey’in önce megas domestikos daha sonra İmparator sıfatı taşıyacak Ioannis Kantakuzinos ile kurduğu dostluk ve ittifak Bizans iç savaşının gidişatını etkileyecektir. Bu durum önce Türklerin Balkanlarda Sırp ilerleyişini durdurmak daha sonrada adı geçen yarımadayı fethi ile sonuçlanacak olayların başlangıcını sağlayacaktır. Umur Bey’in her ne kadar bu başarıları kalıcı hale gelmemişse de Aydınoğlu Beyliği üzerine düzenlenen Haçlı Seferi onun Ege Denizi çevresinde o dönemde elde ettiği gücü ve potansiyeli göstermesi açısından önemlidir. Osmanlı’nın beylikten devlete dönüşümünde önemli bir yeri bulunan Orhan Bey ise Umur Bey’in bıraktığı noktadan Kantakuzinos’un damadı olarak Anadolu ve Rumeli siyasetinde etkin rol oynamaya devam edecektir. Özellikle Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa gazalara devam etmiş ve Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarına kalıcı olarak yerleşmesini sağlamıştır. Avrupa’da faaliyette bulunan bu iki Müslüman Türk beyinin diğer bir ortak noktaları da son dönem Bizans imparatorlarından İoannis Kantakuzinos’la kurdukları ittifak ve dostluklarıdır. Dolayısıyla ikisi de Bizans iç ve dış politikasında doğrudan etki sahibi olmuşlardır. Bunun haricinde imparatorluğunun yanında günümüze ulaşan eserler bırakan Kantakuzinos’un ve yine Kantakuzinos döneminin önemli bilginlerinden Grigoras’ın tarihlerinde bu iki Türk beyinin faaliyetleri hakkında önemli bilgiler bulunmaktadır. Bu veriler yerli kaynakta verilen bilgileri, zaman zaman teyit etmemizi zaman zaman da daha iyi anlamamızı mümkün kılmaktadır. Bu bilgiler aynı zamanda ondördüncü yüzyılda Batı Anadolu ve Balkanlardaki siyasi dönüşümü ve Türklerin bu bölgelerde nasıl kalıcı olduğunu rakiplerinin kaleminden de anlamamızı sağlamaktadır. Bizim bu çalışmada yapacağımız iş hem bir Bizans imparatorunun hem de onunla bir dönem dost olmuş Bizanslı bir bilginin pencerelerinden Türk tarihinde mühim bir konuma sahip Aydınoğlu Umur Bey ve Osmanoğlu Orhan Bey hakkında verilen bilgileri inceleyip değerlendirmek olacaktır.

Rusya’nın Kars Vilayetindeki Örgütlenme Girişimleri: Kars Gazetesi Haber ve Makalelerine Dayalı Olarak

Levent Küçük

ORCID: 0000-0001-8819-7933

Sayfalar: 761-782

Gerçek bir imparatorluk ulusu olan Rusya 1877-78 Osmanlı Rus savaşı sonrası Kafkasya bölgesindeki etki ve gücünü daha rasyonel kullanmaya başlamıştır. Kendisine savaş tazminatı olarak bırakılan üç Osmanlı vilayeti Kars, Ardahan ve Batum’u gasp yada işgal yöntemlerinden hangisi ile ele geçirmiş olursa olsun yeni bir sürece uygun olarak kendi idari geleneklerine göre örgütleyecektir. Özellikle en yeni Rus şehri haline getirilmek istenen Kars Oblast’na askeri valilik statüsü verilmek suretiyle bu şehrin mekan organizasyonu Kafkasya genel valisinin talimatı çerçevesinde yapılmıştır. Rus idaresi ile mesafeli bir ilişkisi olan yerli Müslüman halk, Rus idaresi tarafından daha çok kültürsüz ve cahil olarak nitelendirildiğinden dolayı şehir örgütlenme modeli içerisine ilk başlarda pek alınmak istenmemiştir. Ancak diğer hıristiyan ahali ile birlikte bir yerel yönetim kurulması ile Müslüman nüfusun da Rus idari aygıtı bünyesine dahil edilmesi gerçekleştirilecek ve Rusya’nın Doğu Anadolu ve Mezopotamya bölgesini hedef alan politik manevraları sessiz bir şekilde uygulamaya konulabilecektir. Bu sürece en iyi takip edebileceğimiz kaynaklardan bir tanesi Rusya’nın 1877 tarihinden itibaren işgal ettiği Kars, Ardahan ve Batum vilayetlerinde oluşturduğu askeri idarenin yayın organı olan gazetelerdir. Bunlardan bir tanesi Kars’da 1883 ile 1917 yılları arasında yayın yapan Kars Gazetesidir. 34 yıl kesintisiz bir şekilde Salı günleri çıkarılan bu gazetenin misyonu Kars vilayetinin etraflıca araştırılarak Rus idaresinin burada kalıcılığını sağlamak olmuştur. Gazetede Rus idari misyonu bu vilayetin eğitim, sağlık, ulaşım, üretim gibi organizasyonları arazi dağıtım planı hazırlandıktan sonra yürürlüğe konmuştur. Askeri valiler merkezi Rus idaresinin bütün prensiplerini bu en genç şehirde tatbik etmeye başlamışlardır. Yerli Müslüman ahali ile Rus olmayan diğer toplulukların da Rus idaresine karşı bağlılıkları ve sadakatleri çeşitli yöntemlerle sağlanmaya çalışılmıştır. Özellikle Oblast ve Okrug adı verilen şehir yönetim birimlerinde kurulan genel halk meclisi üyelikleri üzerinden ahali kontrol edilmeye çalışılmıştır. Burada temsil edilen kişiler sıradan halk arasından değil yine kasaba ve kentin önde gelen aileleri arasından seçilmiştir ki bu durum Çarlık rejiminin siyasi planının bir uzantısı olarak düşünülmelidir. Mesela 1914 yılında Oblast valisinin teklifi ile Rus olmayan Genel Halk Meclisi üyelerine çeşitli madalyalar ve bağlılıklarını artıracak yönetsel mevkiler verilmiştir ki bu durum bu grupları Rus idaresine ısındırma girişimi olarak algılanabilir. Bunlar arasında Kars oblastı genel halk meclisi üyesi Rustanbek Muratbekoğu, Ardahan Halk meclisi üyesi Kamil Abdullahoğlu, Oltu Halk meclisi üyesi Mahmutbey oğlu Hamşioğlu Hüseyin bey, Kağızman halk meclisi üyesi Metobek Feyzullah Beyoğlu, Ardahan Merkezi Halka açık mahkeme üyesi Augustin Stanislav, Göle Varginis mekezinden Kahramanoğlu Derviş Ağa, Olur merkezinden Tigran Muradyan, Çıldır Suhara’dan Galeyu Ağa , Şuregel Kızılçakçak’tan Sarıbek Mıgırdıçev gibi kişileri sayabiliriz. Biz bu çalışmamızı Rusya Devlet Arşivinde buluna Kars Gazetesi külliyatını taramak suretiyle gerçekleştireceğiz. Özellikle 1883 ile 1917 yılları arasında yayın yapan, editörlüğünü V. Bogoslovski’nin üstlendiği gazetenin 1914 ve 1915 yıllarında çıkan haber ve makaleleri üzerinden şehrin ve Kafkasya bölgesinin Rus idaresi tarafından nasıl bir model ile örgütlendiğine ilişkin değerlendirme ve tespitlerde bulunulacaktır.

Ottoman State had to leave Kars Ardahan and Batum provinces to pay war compensation as a consequence of the 93’ War between Ottomans and Russians. These provinces remained under the administration of Russia from 1877 to the Bolshevik Revolution which occurred in 1917. Russia reorganized Kars as an oblast and made Ardahan and some other provinces an administrative division of Kars Oblast which are known as Okrug and Uçatska. Indeed, Russia aimed at putting the plan of capturing Batum provinces and tying Caucasus region to Moscow via rail into effect. This plan would made Russia the dominant power as it was going to end the trade between Persian and Anatolia change its course to Batum and Caucasus. Non Muslim nations were provoked to rebel against the Ottoman State so as to practise the plan and Russia established superiority in the region taking the advantage of the social conflict. Despite of the conflict between despotism of Russia and socialist targets of Armenian parties, both sides became allied because of the political target of Russia concerning Eastern Anatolia and Mesopotamia. The reports showing the distribution of ethnic and religious groups in Kars province during the administration of Russia indicates that Caucasus policy was a long lasting project. Russians published Kars newspaper as a public media organ as it intended to gain continuity in those provinces. The editor of the newspaper was a historian called Boris Esadze. Earlier Boris and his brother assisted a Russian historian V.A. Potto but after his death they published articles in Caucasus Army and Kars newspaper working in the unit of history of 93’ War. Their articles written between 1912 and 1917 give information about the military and civil regulations made by Russians in Kars before and after the war in Caucasus front. One of the resources which give access to this period is the newspapers of Russians which was published by military administration that invaded Kars, Ardahan and Batum since 1877. One of them was called Kars newspaper published between 1883 and 1917 in Kars. The mission of this newspaper which was published consistently for 34 years was to explore Kars province in a detailed way and stabilize the being of Russian administration there. In the newspaper, the mission of the Russian administration about education, health, transportation e.t.c was implemented after the land distribution report was prepared. Military governments put all the principles of the Russian administration in practice in this newly-established city. The subordination of the local Muslim people and the other non Russian people were sustained through some methods. Especially, the people were controlled by the election of general people’s committee which was established in Oblast and Okruq, a name given to the districts of the city. The people represented in this committee were not ordinary figures but leading actors who were chosen from wealthy families. This case should be considered as an extension of the tsarist regime’s plan. For instance, in 1914 with the proposal of the governor of the Oblast’s, non russian people in the general people committee were given medals and statues. These actions can be considered as an attempt to provide their commitment to Russian administration. Among these people, the member of general people committee of Kars oblast, Rustanbek Muratbekoğu, the member of general public committee of Ardahan, Kamil Abdullahoğlu, the member of general public committee of Oltu, Mahmutbey oğlu Hamşioğlu Hüseyin bey, the member of general public committee of Kagızman, Metobek Feyzullah Beyoğlu, the member of public court of Ardahan, Augustin Stanislav, from Göle Varginis Kahramanoğlu Derviş Ağa, from Olur Tigran Muradyan, from Çıldır Suhara Galeyu Ağa, from Şuregel Kızılçakçak Sarıbek Mıgırdıçev can be given as example. Our study will be realized by searching Kars Newspapers located in Russian State Archive. The purpose of this study is to draw some conclusions about what kind of a model was enforced to organize the city and Caucasus region from the articles and news of newspaper published between 1914 and 1915 years led by Bogoslovski.

18. Yüzyıl Osmanlı Dünyasında “Saraylı Kadın Olmak” Metrûkâtıyla Dört Saraylı Kadının Muhallefâtı

Leyla Aksu Kılıç

ORCID: 0000-0003-0653-2027

Sayfalar: 783-836

Osmanlı Devleti’nde ölen kişilerin miras kayıtlarını ihtiva eden muhallefât, bir başka ifadeyle tereke defterleri ait oldukları dönemin sosyal-ekonomik-kültürel ve gündelik hayatına dair birçok veri ihtiva etmektedir. Muhallefât defterlerini ana kaynak olarak ele alan çalışmalar, genelde, bir paşa, ayan ya da devlet kademesinde mühim görevlere gelmiş kişiler hakkındadır. Zira bu tür –erkeklere ait- arşiv malzemesi de hayli çoktur. Kadınlara ait muhallefâtları esas alan çalışmalar da devlet görevlisi iken vefat eden erkeklere ait muhallefâtlar kadar araştırmalara konu olmuştur. Kadın muhallefât defterlerinden hareketle Osmanlı toplumunda kadınların hayatları; gündelik hayatlarını oluşturan evlerini, evlerinde kullandıkları eşyalarını ve kişisel eşyalarını ortaya çıkararak mümkün olabilir. Ev araç ve gereçleri, kıyafetleri –bu kıyafetlerde kullanılan kumaşlar-, aksesuarları ve süs eşyaları vb. malzeme, maddi kültürün başlıca unsurlarındandır. Çalışmada; 1778 yılına ait dört farklı kadının muhallefâtından hareketle, 18. yüzyıl Osmanlısı’ndaki saraylı kadının yaşamına nüfuz etme amacı güdülmektedir. Bu kadınlardan ilki, Bedestanî Hacı Bayraktar’ın oğlu Mehmed Ağa’nın zevcesi Saraylı Hafize Kadın; diğeri Musahibzade İbrahim Bey’in zevcesi Saraylı Hürrem Kadın; bir diğeri ise Ruus kalemi kâtiplerinden Ömer Efendi’nin zevcesi Saraylı Emine Hanım; sonuncusu ise müteveffa Sadrazam İbrahim Paşa’nın zevcesi Fatma Sultan’ın çerağlarından Emetullah Hatun’dur. Adı geçen kadınlardan Hafize, Hürrem, Emine ve Emetullah Hanımlar, isimlerinin önüne aldıkları saraylı lakabı ile anılmaktadırlar. Aynı tarihli dört farklı muhallefât kaydı, saraylı kadınların hayatlarına dair karşılaştırma yapma imkânı da vermektedir. 18. yüzyılın Osmanlı dünyasından saraylı dört kadının gündelik yaşamlarına ve mekanlarına daha fazla nüfuz etmeyi sağlayacak olan çalışma, aynı zamanda Osmanlı dünyasında saraylı kadın olmak üzerine bir profil denemesi olacaktır.

Muhallefât, or in other words tereke, registers contain information of decedents’ estates in the Ottoman State and therefore present a lot of data on social-economic-cultural and daily life of the period the registers were recorded. Studies which used Muhallefât Registers as their primary sources often are about pashas, notables or bureaucrats, since there are quite a number of archival materials on these “prominent men”. Other than the studies on muhallefât registers of deceased statesmen, there also has been studies based on muhallefât registers of women. However, muhallefât registers can be an important source for the history of the Ottoman women. It might be possible to paint a picture of women in the Ottoman society by using information from muhallefât registers: information about material culture like houses, which constituted their almost whole daily life, household goods, personal belongings, clothes, apparel fabrics, accessories, ornaments. The purpose of this study is to penetrate the life of “seraglio woman” in the eighteenth century Ottoman world with muhallefât registers of four different women dated 1778. These women are Saraylı Hafize Kadın who was the wife of Mehmed Agha, son of Bedestanî Hacı Bayraktar; Saraylı Hürrem Kadın who was the wife of Musahibzade İbrahim Bey; Saraylı Emine Hanım who was the wife of Ömer Efendi, a clerk from Ruus Office; Emetullah Hatun, a çerağ of departed Sadrazam İbrahim Pasha’s wife Fatma Sultan. These women -Hafize, Hürrem, Emine and Emetullah- were all mentioned as “seraglio woman” in registers. These four different muhallefât registers of the same date also give the opportunity for comparison of lives of “seraglio women”. This study aims to uncover the daily lives and spaces of four “seraglio women” in the eighteenth century Ottoman world, and also will be a profile experiment on being a “seraglio woman” in the Ottoman world.

Yeni Bulunan Ahi Şecerenâmesi

M. Murat Öntuğ

ORCID: 0000-0003-0243-4091

Sayfalar: 837-878

Şecere/Silsile tespiti özellikle kadim toplumlara ait bir gelenektir. İran, Arap, Hint ve Türk geleneklerinde şecere tespitine ayrı önem verilmiştir. Ahi Şecerenâmeleri bir meslek ve sanat adına düzenlenir ve ahinin meslek intisabını gösteren önemli bir belge/diploma niteliğindedir. Kırşehir’deki Ahi Evran Zaviyesi şeyhi tarafından Anadolu’daki Ahi Babalara verilen şecerenâmeler, Ahi Evran’a bağlı ahi zümrelerine gelenek, erkân ve âdâb anlatan kaynaklardır. Bu bağlamda Ahi Şecerenâmeleri; ahi zaviyelerinde çıkabilecek çeşitli sorunların çözümünde, törenlerin yapılmasında ve bunların yaşatılıp gelecek nesillere aktarılmasında kullanılan ahilik geleneğinin el kitabı niteliğinde eserlerdir. Maalesef günümüzde yeterince önemi ve değeri anlaşılamamış olup üzerinde fazla çalışma yapılmamıştır. Bu tebliğde Uşak Tabakhânesi’nde Tahta Cami’nin yıkımı esnasında ahşap zeminin altında tomar dediğimiz rulo şeklinde dürülmüş ve başka bir şahıs, kütüphane veya müzede bulunmayan bir Ahi Şecerenâmesi’nin değerlendirilmesi yapılacaktır. Bu metnin asıl nüshası bulunmasından kısa bir süre sonra İstanbul’a götürülmüş ve uzun uğraş ve aramalara rağmen asıl nüshaya ulaşılamamış, akıbeti meçhuldür. Uşak deri esnafı asıl nüshanın fotokopisini çekerek saklamışlardır. Bu metinde aynı orijinali gibi tomar haline getirilmiştir. Ahi Şecerenâmesi, klasik benzerleri gibi besmelenin ardından Ahi Evran hakkında menkıbevî bilgilerle başlar. Daha sonra Ahi Evran’ın mesleği olan debbağlık sanatı ve önemi uzun uzun anlatılır. Ahilerin uymak zorunda oldukları gelenek, erkân ve âdâb kuralları ve bu kuralara uymayanların cezaları teferruatlı biçimde anlatılır. Akabinde sağ ve sol tarafta oturanlara göre ayrılan değişik pek çok esnaf pîrlerinin meslekleri ve pîrlerin kimler olduğu tek tek ifade edilip dericilik mesleğini öven uzun bir şiirle son bulur. Şecerenâmenin sonunda 10 Rebiülevvel 1272/ 20 Kasım 1855 tarihi düşülmüştür. Uşak’ta XIV. yüzyıldan itibaren Ahi zaviyeleri bulunmakta olup XIX. yüzyılın ortalarında esnaf şeyhi görevini hala Ahi Baba yürütüyordu. Bu bağlamda yeni bulunan bu Ahi Şecerenâmesi’nin Uşak’taki Ahi Baba’ya verildiği açıktır. Tanıtım ve değerlendirilmesi yapılacak bu Şecerenâmenin şimdiye kadar yayımlanmış olanlarından benzer ve farklı yönlerini görmek açısından gayet önemlidir.

Identification of şecere/silsile (the tracing of lineage) is a tradition especially belongs to ancient societies. Iranian, Arabic, Indian and Turkish people have also attached particular importance to identification of şecere. Ahi Şecerenâmes were arranged for an occupation or art and served as an important document/certificate/diploma which showed the job entrance of ahis. Şecerenâmes were given by sheikh of Ahi Evran Zaviyesi in Kırşehir to Ahi Babas and they were resources which told traditions, rules and morals to ahi groups loyal to Ahi Evran. Thus Ahi Şecerenâmes had the characteristics of a guidebook for ahi tradition, which was used in solving various problems arisen in ahi zaviyes, conducting ceremonies and handing these traditions down the next generations. Unfortunately the importance and value of Ahi Şecerenâmes have not been appreciated and studies utilizing these records have been sparse. In this study, the evaluation of an Ahi Şecerenâmesi, which was not found in any library, museum or in possession of somebody, but found as rolled up scroll under wooden floor during the demolition of Tahta Mosque in Uşak Tannery, will be made. The original copy of this text was taken to İstanbul after a short while, but even after many searches the original text could not been found, its whereabout is unknown. However Uşak leather artisans photocopied the original text and preserved it. For this study, text was scrolled like its original state. This Ahi Şecerenâme, like other Şecerenâmes, starts with the Basmala and continued with legendary information about Ahi Evran. Then the art and importance of tannery was explained at great length, since Ahi Evran was also a tanner. Traditions, rules and moral principles that an Ahi must obey and punishments for those who didn’t obey the rules are explained in detail. Subsequently the trades and identities of artisan patriarchs (esnaf pirleri) were stated one by one and the text ended with a long poem which praised leather artisanship. The date at the end of Şecerenâme was 10 Rebiülevvel 1272/20 November 1855. In Uşak, Ahi zaviyes could be found beginning from the fifteenth century and in the middle of the nineteenth century Ahi Baba was still the sheikh of artisans. In this context it is clear that this newlydiscovered Ahi Şecerenâme was given to Ahi Baba in Uşak. It is highly important to evaluate the similarities and differences of this Şecerenâme which will be introduced in this study in comparison with Şecerenâmes published before.

On Altıncı Yüzyılda Osmanlı İdaresinde Şam Vilayetinde Samirîler

Mehmet Akif Erdoğru

ORCID: 0000-0003-0647-519X

Sayfalar: 879-888

Bu bildiride, on altıncı yüzyılda Şam merkezde yaşamış olan küçük Samirî cemaati hakkında özet bilgi verilmektedir. Samirîler, Osmanlı literatüründe yeterince bilinmemektedir. Şam’da Beytü’l-Lihye mahallesi ile bazen Bab-ı Cabiye mahallerinde ikamet ettikleri belirtilen bu küçük cemaat, Osmanlı hukukçularınca, ‘ehl-i kitap’ sayılmış ve Osmanlı resmi kayıtlarına, Yahudiler ve Karaylardan farklı bir cemaat olarak kaydedilmiştir. Şam’da küçük bir cemaat (200-300 kişi) olarak yaşayan Samirîler, tıp ve kâtiplik alanında çalıştılar. Şam’ın Osmanlılarca ele geçirilmesinden sonra düzenlenen Osmanlı tahrir defterlerinde, Osmanlı kâtiplerince Samirî erkeklerinin isimleri yazıldı. 1596-1597 tarihli bir liste elimizdedir. Bu isimler, Yahudi isimleri olmayıp, Müslüman isimleridir ve bunlar arasında İslamlaşma süreci devam ettiğini göstermektedir. Bunların, on altıncı yüzyılda Osmanlı idaresi ile çok ciddi sorunlar yaşadığına dair belgeler yoktur. Bununla birlikte, resmî evrakta Müslümanlar aleyhine sahtekarlık yaptıklarına ve dolayısıyla Şam Müslümanlarının menfaatlerine zarar verdiklerine dair birkaç şikayet, İstanbul’da Mühimme Defterleri arasında kayıtlıdır. Şimdilik, Şam’da kendilerine mahsus bir sinagogları olduğuna dair elimizde veri bulunmamaktadır.

The Samaritans of Damascus were one of the principal religious communities of Middle East, although they were a few in numbers in Ottoman Damascus of the sixteenth century. As a different religious community from Karait and Jews, they live in the quarters of Bayt al-Lihya and Bab-ı Cabiya of Ottoman Damascus as believers who had sacred books in the frame of the Ottoman administration. My paper present information on the Samaritans of Ottoman Damascus of the sixteenth century, based on a few new Ottoman archival sources. They were employed in Ottoman Damascus as a physician and clerk. Their personal names of men were entered into the Ottoman tax and population registers by Ottoman clerks after Ottomans seized Damascus in 1517 as an official procedure. We have a small list of them, dated 1596-1597, that their number were 20 families in Damascus of the year of 1596. It is understood that in their relations with Ottoman governments, they has expressed Muslim personal names to Ottoman clerks. We were aware of a small list that Islamization among them was not end at the end of the sixteenth century. There are no any serious complaints to Istanbul from Damascus that shows took place important issues between the Samaritans of Damascus and Ottoman central administration at the end of the sixteenth century. From an Ottoman document, it seen that a few Samaritans clerk made falsification against the properties of the Muslim of Damascus. Because of their forgery and damage, they were warned by Ottoman central administration with an imperial edict. There is no any information on the synagogue of the Samaritans in Damascus in the archival documents of Ottomans of sixteenth century.

XIX. Yüzyılda Aydın ve Çevresinde Eşkıyalık ve Güvenlik Sorunu

Mehmet Başaran – Ali Özçelik

ORCID: 0000-0001-9178-7117

Sayfalar: 889-908

Aydın ve çevresi geniş ve verimli toprak yapısı ile geçmişten günümüze önemli bir coğrafyaya sahip olmuştur. XIX. yüzyıl ile birlikte özellikle demiryolunun da işin içerisine girmesi ile birlikte bu önem daha da artmıştır. Gelişen uluslararası ticaret ile birlikte Heredot’un deyimi ile “Bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzünün altı ve en güzel iklimin bulunduğu yer”, Evliya Çelebi’nin ise “Dağlarından yağ, ovalarından bal akar.” dedikleri bu önemli yerleşim yeri zenginlikten pay alma çabalarının önemli bir noktası durumuna gelmiştir. Bu da kuşkusuz bir paylaşımın hızlı bir şekilde yayılmasına yol açmaktaydı. Bu bildirimizde, XIX. yüzyılın başında Aydın ve çevresinin uğraştığı en önemli konulardan biri de Atçalı Kel Mehmet isyanı ya da diğer adıyla Aydın İhtilali bağlamında ayan, mültezim ve halk açısından isyanın Aydın ve çevresinde yarattığı olumlu ve olumsuz değişimler göz önünde tutulmaya çalışılacaktır. Ayrıca, XIX. yüzyıl içinde İngiliz, Fransız ve İtalyan tüccarlar ve genel olarak Levantenlerin pazar kavgası ile birlikte, bu pazarın korunması süreçleri eşkıyalık ve güvenlik konusunu da ön plana çıkarmaktaydı. Bu dönemde daha sonra zeybekliğe dönüşecek olan yerel eşkıyalar ile birlikte, Aydın Valiliği’ne getirilen Mithat Paşa’nın da üzerinde durduğu üzere, “yerlü ve ecnebiden ekseriya Yunan haşeratından cemiyetler teşkil edilmiş” cümleleriyle tanımladığı gibi Rum çetelerin faaliyetleri de Aydın ve çevresinde etkin bir güvenlik sorunu haline gelmekteydi. 1883 yılında vali Hacı Nahit Paşa bu dönem eşkıyalıkla mücadele işini çok sıkı tutmaktaydı. Bu çalışmada; XIX. yüzyıl sonlarından İmparatorluğun yıkılışına dek geçen sürede, İmparatorluğun en bereketli yerleşim yerlerinden biri olan Aydın ve çevresinde temel olarak ele alınacaktır. Bireysel ve örgütlü olarak işlenen suçların yanı sıra, güvenliği tesis etmek amacıyla idareciler tarafından alınan önlemler ve sürdürülen mücadele; arşiv belgeleri, dönem gazeteleri ve ikinci elden kaynakların ışığında ortaya konacaktır.

Aydın and its environ has been an important region from past to present. By the XIXth century, especially with the introduction of railroads, this importance increased even more. With the increasing international commerce, this important region, which was described as “of all men whom we know, they happened to found their cities in places with the loveliest of climate and seasons” by Herodotos and as “(olive) oil flows from its mountains and honey from its plains” by Evliya Çelebi, became an important hub for the struggles to take a share from the wealth. This, without doubt, led to a acceleration in the sharing conflict. In this study, Atçalı Kel Mehmet’s Rebellion or the Aydın Revolt, which was one of the most important security issues in Aydın and its environ, during the early years of the XIXth century and positive or negative changes that were resulted from the rebellion from the points of view of the ayans, tax-farmers and the people will be considered. Besides market struggles of the English, French and Italian merchants and of the Levantines in general, in the XIXth century and the process of the potection of this market was giving further importance to the issue of banditry and security. In this period, activities of the local bandits, which would later transformed to zeibeks and Greek bands which were described as “communities formed mainly from Greek rabbles instead of natives and foreigners” by Mithat Pasha, recently appointed governor of Aydın, were causing considerable security issues in Aydın and its environ. Governor Hacı Nahit Pasha, was also giving enormous importance to the issue of banditry and security. In this study, banditry and security problems in Aydın and its environ, one of the most fertile region in the empire, during the period from the last decades of the XIXth century to the dissolution of the empire will be treated in general. Along with the crimes committed individually or corporately, precautions and struggles of the administrators for the sake of the restoration of the security will be revealed in the light of archival records, newspapers of the period and the secondary sources.

İstanbul’un Kileri Eflak-Boğdan’ın Başkentin Beslenmesindeki Yeri ve Önemi

Mehmet Demirtaş

ORCID: 0000-0002-3859-9798

Sayfalar: 909-932

Başkent İstanbul kendi kendine yeten bir şehir olmadığından birçok ihtiyacının yanı sıra zahire ihtiyacını da önemli oranda dışarından temin etmek zorunda kalmıştır. Bu çerçevede İstanbul’u besleyen yerlerin başında Eflak ve Boğdan’ın geldiği söylenebilir. Öyle ki Başbakanlık Osmanlı Arşivinde yer alan kayıtlarda Eflak ve Boğdan için, İstanbul’un kileri ifadesi kullanılmaktadır. Haliyle Eflak ve Boğdan’dan İstanbul’a sürekli ve büyük miktarlarda zahire gönderildiğine dair çok sayıda arşiv belgesi mevcuttur. Cevdet Hariciye tasnifinde yer alan, Eflak ve Boğdan voyvodalarına yazılan bir hükümde, İstanbul’un ihtiyacı için 1217 senesi mahsulünden olmak üzere 150 bin kile kızılca buğdayının makbuz karşılığında satın alınarak İbrail İskelesine nakledilmesi ve İbrail Nazırı Ahmet Ağaya teslim edilmesi için emir verildiği görülmektedir. Hükümde ayrıca söz konusu mübayaa için gerekli paranın gönderildiğine dair bilgiler de mevcuttur. Eflak ve Boğdan’dan incelenen dönemde, İstanbul’a zahire gönderildiği hususu İngiliz belgelerine de yansımıştır. Konuyla ilgili bir belgede, İstanbul’a Maçin üzerinden Tuna yoluyla yıllık yetmiş ila yüz gemi yükü tahılın gönderildiği bilgisi yer almaktadır. Eflak ve Boğdan’dan İstanbul’a gönderilen zahirenin kaliteli olmasına da özen gösterilmekteydi. Nitekim Ramazan’da beyaz undan imal edilen kaliteli has ekmek için gerekli buğdayın Eflak ve Boğdan’dan temin edildiği anlaşılmaktadır. Bu kapsamda Eflak ve Boğdan’dan satın alınan 50 bin kile Arnavut buğdayının 34.500 kilesinin, toplam sekiz gemi ile İstanbul’a gönderildiği görülmektedir. Belgede hangi gemiye kaç kile buğdayın yüklendiği ve gemi reislerinin kimler olduğu ile ilgili ayrıntılara da yer verilmiştir. Arşiv belgelerinden de tespit edilebileceği üzere Eflak ve Boğdan’dan İstanbul’a buğdayın yanı sıra un, darı, yağ çeşitleri, canlı hayvan da gönderilmekteydi. Buna dair çok sayıda kayıt mevcuttur. Bu tebliğde ağırlıklı olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yer alan belgeler kullanılarak, H 1200-1240 tarihleri arası dönemde Eflak ve Boğdan’ın İstanbul’un belenmesine yaptığı katkı ortaya konmaya çalışılacaktır.

Since the capital city Istanbul is not a self-sufficient one, it had to supply its food products needs from outside in addition to its many necessities. It can be said that Eflak and Bogdan became the first of the places feeding this city in this frame. So much that Eflak and Bogdan was expressed as İstanbul’s cellar in an records found in Prime Minister’s Ottoman Archives. Naturally, there are a large number of archival documents about Eflak and Boğdan’s sending food products to İstanbul continuously and in large quantities. It can be seen in a judgement written to Eflak and Bogdan voyvodas found in “Cevdet Hariciye” classification, an order was given in order to buy 150 thousand bushel wheat from the product of the year 1217, for the need of İstanbul, transported to Ibrail Scaffolding and delivered to Nazır Ahmet Agha. There is also information that the money has been sent for the purchase. In the period of examining from Eflak and Boğdan the fact that the food product was sent to Istanbul was also taken place in the British documents. In a document about the subject the information of the fact that seventy to one hundred shipload grains were sent annually through the Danube to Istanbul is taken place. Attention was given also to the quality of the products sent from Eflak and Boğdan to İstanbul. As a matter of fact, it is understood that the wheat needed for quality bread which is produced from white flour in Ramadan was obtained from Eflak and Boğdan. It is seen that 38500 bushel of 50 thousand bushel Albanian wheat which was bought from Eflak and Boğdan was sent to İstanbul by eight ships in this scope. Details about how many kilograms of wheat were loaded on each ship and who the ship’s chiefs were also given place in the document. As it can be inferred from the archival documents, flour, corn, oil varieties and live animals were sent from Eflak and Boğdan to Istanbul as well as wheat. There are so many records about this situation. In this paper, by using mainly the documents in the Ottoman Archives of the Prime Ministry, the contibution of Eflak and Boğdan to nutrition of İstanbul between the period of H 1200-1240 will be tried to be put forward.

İlk Dönem Osmanlı Kroniklerinde Geçmiş Eleştirisinin Sınırları ve Altın Çağ Tasavvuru

Mehmet Öz

ORCID: 0000-0002-7806-7227

Sayfalar: 933-952

Osmanlı kronikleri yalnızca Osmanlı tarihinin siyasi olaylarını, hükümdarlarının yapıp ettiklerini içeren metinler değildir. Günümüze ulaşan en eski tarihli metin olan Ahmedi’nin İskendername’sindeki Osmanlı tarihi kısmından başlayarak bütün kroniklerde sosyal, siyasi ve kültürel hayata dair bilgiler ve değerlendirmeler vardır. Kronikler okuyucu ve dinleyici kitlesi göz önünde bulundurularak belirli bir söylem üzerinden olayları naklederler. Bu yüzden de dönemin siyasi çekişmeleri ve hizipleşmelerinden zihniyet dünyasına kadar geniş bir yelpazede veri barındırırlar. Tebliğimizde, genelde Tevarih-i Âl-i Osman olarak adlandırılan ve 15. Yüzyılda ve 16. Yüzyılın hemen başlarında kaleme alınan Türkçe kroniklerden hareketle Osmanlı tarih eserlerinde geçmiş eleştirisi ve altın çağ tasavvuru üzerinde duracağız. Bu konuya dair daha önce de bazı çalışmalar yapılmış olmakla birlikte biz yalnızca belirli dönemlere mahsus eleştiriler veya övgüleri değil Ahmedi, Aşıkpaşazade, Oruç Beğ, Anonim Tevarihi Âl-i Osman, Neşri metinlerinin karşılaştırmalı analiziyle bir değerlendirme yapacağız. Benzerlik ve farklılık noktaları, bunların sebepleri detaylı bir şekilde incelenecektir. Bu beş metnin yanında döneme ait diğer tarihler de karşılaştırma maksadıyla değerlendirilecektir. Altın çağ tasavvurunun ve “bozulma” algısının insanlık tarihi kadar eski olduğu ve bir anlamda Hz. Adem ile Havva’nın cennetten çıkarılması hikayesine kadar uzandığı ileri sürülebilir. İlk dönem Osmanlı kaynaklarındaki “altın çağ” ve “bozulma” söylemlerinin arka planında, Kök Türk Yazıtları ve Kutadgu Bilig örneklerinde olduğu gibi, eski Türk, İslam ve Türk-İslam devletlerinden intikal eden mirasın olduğu kadar bu mirasa etki eden kadim Yunan felsefesinin yansımalarının bulunup bulunmadığı da tartışmaya değer hususlar arasındadır. Bildirimizde Osmanlı metinlerindeki geçmişe özlem ve geçmişi yüceltme anlamına gelen hikâyeler, kanun ve türe kavramlarına yapılan atıflar vb.den hareketle kuruluş döneminde zaman içinde oluşan “altın çağ” ve “bozulma” tasavvurlarını tanımlayacak, bilahare de tarihî arka plan bakımından bunların etkilenmiş olması muhtemel kaynakları inceleyeceğiz.

Gelibolu Cephesi’nde Alman Akdeniz Tümeni Kara Çıkarma Bölüğü ve Diğer Destek Kuvvetleri 1915

Mehmet Serez

Sayfalar: 953-984

Alman Akdeniz Tümeni Kara Çıkarma Bölüğü’nün amacı, Gelibolu Yarımadası’nda Osmanlı Birlikleri’nin savunmasını desteklemekti. “SMS Goeben” ve “SMS Breslau”nun bahriyeli piyadelerinden oluşturulan bir bölük, “Kara Çıkarma Bölüğü” olarak adlandırıldı ve 5. Ordu’nun muhtelif tümenlerine taksim edildi. Alman Filo Şefliği, Gelibolu Muharebeleri’ni personel ve materyal yönünden de destekledi. Ağustos 1914’de Türkiye Özel Karargâh (Sonderkommando) Komutanı olarak İstanbul’a gönderilen ve Türk Hükümeti’yle sözleşme gereği Boğazlar Genel Komutanlığı’na atanan Koramiral Guido von Usedom, cephelerde makineli tüfek yetersizliği konusunu Alman Filo Şefliği’ne iletti. “SMS Goeben” ve “SMS Breslau”nun subay ve neferlerinden oluşturulan bu müfreze, 2 Mayıs 1915’de Deniz Üsteğmeni Wilhelm Boltz Komutasında 44 adamı ve 8 makineli tüfeğiyle birlikte İstanbul’dan Gelibolu’ya gönderildi. Müfreze, 3 Mayıs 1915’de Gelibolu’ya vardığında hemen Seddülbahir-Morto Koyu’nda Güney Grubu’nun emrine verildiği bildirildi. Tüm subay ve neferler, daha önceleri Wilhelmshaven ve Kiel’de I. ve II. Deniz Tümenleri’nin Deniz Piyade Taburları’nda piyade eğitimi görmüşler ve daha sonra da 1913’de “SMS Breslau” kruvazörüyle Pola Limanı’na götürülmüşler ve orada bekletilmekteydiler. O zamanlar Deniz Piyadeleri’nin görevi, karada da savaşmak ve aynı zamanda nöbet ve koruma gibi hizmetleri de üstlenmekti. Kara Çıkarma Bölüğü, Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında Nara Burnu’nun karşısında Avrupa tarafında bulunan 143 metre rakımlı Kilye Tepe’ye konuşlandırıldı. Grup, mavi yakalı Türk üniforması taşıyan 24 Alman askeri ve 8 makineli tüfek, “SMS Goeben” ile “SMS Breslau”dan alınan 8 makineli top, Deniz ve Kara Üsteğmeni Wilhelm Boltz Komutası altında toplandı. Deniz Üsteğmen Wilhelm Boltz, Kerevizdere’de Türk makineli tüfeklerini de emrine aldı. Bir hafta sonunda Makineli Tüfek Bölüğü’nde 44 savaşçıdan 7 adam kaldı. 12.05.1915’de Kara Çıkarma Bölüğü, Deniz Topçusu Yedek Üsteğmen Waldemar von Thomsen-Oldenswort, Teğmen Götz-Friedrich von Rabenau, Baş porsun Niemand, Bahriyeli Schafföner ve Deniz Astsubay Çavuş Wilhelm Peters de Kara Çıkarma Bölüğü’ne katıldılar.

The aim of the German Mediterranean Territorial Land Removal Division was to support the defense of the Ottoman troops in the Gallipoli Peninsula. A division formed from the maritime corpses of “SMS Goeben” and “SMS Breslau” was called the “Land Removal Zone” and was divided into various divisions of the 5th Army. The German Fleet Chief also supported the Gallipoli Wars in terms of personnel and material. In August 1914 Turkey Special Headquarters (Sonderkommando) sent to Istanbul as the commander of the Turkish Government and the contract should Straits assigned to the General Command Vice Admiral Guido von Usedom, conveyed the subject of machine guns failure in front of the German Fleet conducted me. This detachment, which was formed from officers and guards of “SMS Goeben” and “SMS Breslau”, was sent from Istanbul to Gallipoli on May 2, 1915, along with 44 men and 8 machine guns at the Command of the Sea Dependent Wilhelm Boltz. When the detachment arrived in Gallipoli on May 3, 1915, it was reported that the Southern Group was given an to order in Seddülbahir-Morto Bay immediately. All the officers and officers, more precisely in Wilhelmshaven and Kiel I and II. They studied infantry in the Marine Infantry Battalions of the Naval Division and then in 1913 they were taken to the Port of Pola by a cruiser “SMS Breslau” and were kept there. At that time, the Maritime Air Corps’s mission was to fight on the land, and at the same time to undertake services such as seizure and protection. The Land Removal Company was deployed in the Anatolian side of the Çanakkale Strait at Kilye Hill, 143 meters above sea level on the European side of Nara Burnu. Group, the 24 German and 8 machine guns carrying the blue-collared Turkish uniform, were gathered under the Commander of the Sea and the Land of Wilhelm Boltz, with 8 machine guns taken from “SMS Goeben” and “SMS Breslau”. Naval Lieutenant Wilhelm Boltz also took the Turkish machine guns at Kerevizdere. A week later, there were seven fighters out of 44 warriors in the Machine Gun Rifle. On 12.05.1915 the Landing Division, Naval Artillery Reserve Lieutenant Waldemar von Thomsen-Oldenswort, Lieutenant Götz-Friedrich von Rabenau, Head Porsche Niemand, Seaman Schafföner and Naval Petty Officer Sergeant Wilhelm Peters also attended the Land Removal Division.

Balkanlarda Bir İngiliz Seyyah ‘Dağlıların Kraliçesi’ Mary Edith Durham ve Arnavutluk

Meltem Begüm Saatçı Ata

ORCID: 0000-0002-1679-8892

Sayfalar: 985-1014

Mary Edith Durham (8 Aralık 1863 – 15 Kasım 1944), 1900 sonrası Osmanlı idaresindeki Arnavutluk’ta insani yardım ve siyasi faaliyetlerde bulunmuş bir İngiliz antropolog ve seyyahtır. 1900’de sağlık sorunu nedeniyle hava değişimi için ilk kez gittiği Karadağ’daki faaliyetleri kendisinin sağlığını olduğu gibi bölgenin geleceğini de etkilemiştir. Başta Slavların destekçisiyken ve Osmanlı idaresini eleştirmekteyken Balkanlarla ilgili izlenimi ve bilgisi arttıkça özellikle Hristiyan Arnavutların destekçisi haline gelmiştir. 1903 Cuma-i Bâlâ (İlinden) Ayaklanması sonrası yardım kuruluşlarında çalışmalara başlayan Durham 1908 sonrası daha ziyade siyasi faaliyetlerde bulunmuş, özellikle İngiltere’de Arnavutluk lehine lobi faaliyetlerine ağırlık vermiştir. Arnavutluk’taki faaliyetlerinin farkında olan Osmanlı Devleti, kimi zaman Durham’ın bölgeden uzaklaştırılması gerektiğini düşünecek kadar kendisini tehlikeli bulmuştur. Durham’ın Osmanlı yönetimi ve bazı yöneticileri hakkındaki görüşleri de bu durum ile uyumludur. Bölge ile ilgili ilki 1904’te sonuncusu 1928’de toplam 7 kitap (yaklaşım 2800 sayfa) ve çeşitli dergilerde makaleler yayınlamış olan Durham, Karadağ ile başlayan seyahatlerinde bölge halkı ile ilgili tutum ve davranışlarından dolayı ‘Dağlıların Kraliçesi’ olarak anılmaya başlamıştır. 44 yıl boyunca sürdürdüğü tüm bu kültürel ve siyasi çalışmalar İngiltere’nin Balkan politikasından bağımsız olmamıştır. Christian Medawar (1995), Mary Edith Durham and The Balkans 1900-1914 adlı eserinde İngiliz arşivini de kullanarak Durham’ın Balkanlar’daki faaliyetlerini ortaya koymuştur. Gary W. Shanafelt’in (1996) “An English Lady in High Albania: Edith Durham and the Balkans” adlı makale Durham’ın Balkanlardaki faaliyetlerini ayrıntılı ele alan bir çalışmadır. Önder Kocatürk’ün (2010) hazırladığı Türk-İngiliz İlişkileri’nin Kopuş Sürecinde Son Aşama (1911-1914) adlı tezinde ise bu çalışmalardan farklı olarak Durham’ın faaliyetlerini 1911-1912 ile sınırlamıştır. Bu araştırmanın temel kaynaklarını Durham tarafından kaleme alınan kitaplardan ulaşılabilen beş tanesi, Osmanlı arşiv belgeleri ve 20. yüzyıl başında kaleme alınmış eserler oluşturmaktadır. Bunlar dışında Durham ve Arnavutluk hakkında yazılan araştırma eserler kullanılmıştır. Türkiye’de doğrudan Durham ile ilgili bir çalışma olmadığı gibi, adı geçen çalışmalar da hayatının bir bölümünü ele almıştır. Bu çalışmada Durham’ın hayatı, özellikle Arnavutluk tarihi ile ilgili olan kısmı Osmanlı arşiv belgelerinin de yardımıyla ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Mary Edith Durham (8 December 1863 – 15 November 1944) is a British anthropologist and traveller and involved in humanitarian and political activities in Albania after 1900. Her activities in Montenegro influenced Montenegro’s fate. At the beginning she supported the Slavs and criticized Ottoman administration, as her knowledge about the Balkans increased, she became a supporter of Christian Albanians in particular. Durham began her career in charitable organizations after the uprising of 1903 Cuma-i Bâlâ (Ilinden), and has been involved in more political activities since 1908. Being aware of her activities in Albania, the Ottoman State has found her dangerous enough to think that she should be removed from the region. Durham’s views on the Ottoman administration are in line with this. Durham, who has published 7 books and articles in various journals, was referred to as ‘The Queen of the Mountains’ because of her attitudes and behaviour towards the people of the region. All of these cultural and political activities that she has pursued for 44 years have not been independent of the UK’s Balkan policy. The main sources of this research are five of the books by Durham, the Ottoman archive documents and the papers written in the early 20th century. Apart from these, research works on Durham and Albania were used. The studies in the Turkish related to Durham have addressed only a part of her life. In this study, Durham’s life, especially the part of it related to the history of Albania, was tried to be revealed with the help of Ottoman archive documents.

1898 Amerika-İspanya Harbi Devlet-i Aliyye’nin ve Hilâfet-i İslâmiyye’nin Tutumu

Meryem Günaydın

ORCID: 0000-0002-3957-1471

Sayfalar: 1015-1038

İspanya ile Amerika arasında 1898’de başlayan savaş, her iki ülkenin tarihinde de bir dönüm noktası sayılır. Küba’nın 1868-1878, 1883, 1885 başkaldırılarından sonra bir kez daha Şubat 1895’te İspanya’ya karşı ayaklanması İspanya-Amerika harbinin çıkmasında önemli rol oynamıştır. İspanya’nın Küba müstemlekesi ahalisine karşı ayaklanmayı bastırmak için uyguladığı sert tedbirler kamuoyuna yansımıştır. Bunun üzerine Amerika’nın denizaşırı en yakın komşusu olan Küba’ya müdahalesi gecikmemiştir. Ayaklanmanın başlamasının ardından Küba’daki ABD vatandaşlarını ve mülklerini korumak için Havana’ya gönderilen savaş gemisi USS Maine 15 Şubat 1898’de Havana limanında belirlenemeyen bir nedenden dolayı batmıştır. Küba’da ABD Maine Savaş Gemisi’nin batırılması olayı İspanya ile ABD arasında gerginlik yarattı ve İspanyolAmerikan savaşını tetiklemiştir. 24 Nisan’da ABD’ye savaş ilan eden İspanya kendi topraklarından çok uzaktaki bu savaşta mağlup olmuştur. Anti-emperyal savaş görünümlü İspanyol-Amerikan savaşı Amerika’nın genişleme siyasetinin bir sonucudur. Bu savaş Amerika’nın, “İspanya’nın elinden koca bir imparatorluğu çekip almasıyla” sonuçlanmıştır. Küba meselesi yüzünden Amerika Birleşik Devleti ile İspanya Hükümeti arasında çıkan siyasi kriz ve savaşa dair Osmanlı Devlet Arşivi vesikaları malumat vermektedir. Osmanlı Devleti’nin Küba ve Filipin adaları coğrafyasına ilgisi esasen çok daha önce başlamıştır. Hatta 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı-İspanya ticaret ve seyr-i sefain anlaşması da imza olunmuştur. Küba meselesi ve İspanya-Amerika harbinin başlaması Küba Cezire’sinde bulunan Osmanlı tebaasının durumunu, ahali-i İslâmiyenin ihtiyaçları hususunu gündeme getirmiş olup Osmanlı topraklarında bulunan Küba ahalisinin vaziyeti de yeniden değerlendirilmiştir. Küba meselesine dair siyasi ve askeri müdahaleler, Küba ve Filipin adalarında çıkan karışıklıklar, Avrupalı Devletlerin bu meseleye yaklaşımları oldukça önemlidir. Küba adasının istiklali dolayısıyla İspanya ile Amerika arasında çıkan bu meseleye dair Osmanlı Devleti ve hilafet makamının aldığı tedbirler ve izlediği siyaset önem arz eder. Bu makale ile İspanya ile Amerika harbinin seyri, Osmanlı Devleti’nin siyasi-askeri tutumu ve de hilafet makamının bu meseledeki rolü incelenecektir.

The war between Spain and the United States, which started in 1898, is a turning point in the history of both countries. After the uprisings of Cuba in 1868-1878, 1883, 1885, the rebellion against Spain in February 1895 played an important role in the emergence of the Spanish-American war. The harsh measures Spain has taken to suppress the uprising against the colonial Cuba are reflected in the public opinion. The intervention of Cuba, the closest American neighbor to overseas, was not delayed. After the start of the uprising, the war ship, sent to Havana to protect US citizens and property in Cuba, was sunk by USS Maine on February 15, 1898, due to an unidentified cause in the port of Havana. The sinking of the US Maine War Ship in Cuba created tensions between Spain and the United States and triggered the Spanish-American war. Spain, which declared war on April 24, has been defeated in this war far from its territory. The anti-imperial war-looking Spanish-American war is a result of America’s enlargement policy. This war has been concluded by the United States, “Spain has taken a huge empire from its hand.” The Cuban issue has informed the Ottoman State Archives about the political crisis and war between the United States and the Spanish government. The interest of the Ottoman Empire to the Cuban and Filipino islands has already begun much earlier. Even in the first half of the 19th century, the Ottoman-Spanish trade and business-sefain agreement was signed. Cuba and the Spanish-American War, the issue of the status of the start of Ottoman subjects in Cuba, needs of muslim population has brought the issue to the agenda of the inhabitants of the Cuban situation is re-evaluated the Ottoman lands. Political and military interventions on the Cuban issue, confusion in the Cuban and Philippine islands, and the European states’ approach to this issue are very important. The measures taken by the Ottoman Empire and the caliphate and the politics it follows are of great importance for this issue between Spain and the United States because of the Cuban island’s independence. This article will examine the course of Spain and America, the political-military attitude of the Ottoman State, and the role of the caliphate authority

Bir Vapurdan 93 Harbine Bakmak: Mersin Vapuru Hadisesi ve Rusya’da Osmanlı Savaş Esirleri

Mesut Karakulak

ORCID: 0000-0002-0142-9170

Sayfalar: 1039-1060

1877-78 Osmanlı-Rus Harbi birçok yönüyle incelenmiştir. Fakat savaşın seyrine etki eden deniz lojistiği kısmı yeterince irdelenmemiştir. Çalışmamız bu nokta da Rus vapurları tarafından kaçırılan, içerisinde önemli savaş planlarının ve çok sayıda yaralı Osmanlı askerinin taşındığı Mersin Vapurunun kaçırılış hikâyesini ele almaktadır. Zira Rus tarih yazımında önemli bir hadise olarak yer alan bu olay bu savaşın seyrine etki etmiş ve ünlü Rus ressamlarının çizimlerinde yer almıştır. Bunların yarı sıra savaş süresince Karadeniz sahilleri Osmanlı gemilerince kısmen abluka altında olmasına rağmen hiç bir engellemeyle karşılaşmadan Mersin Vapurunun ele geçirip götürülmesi Osmanlı Mebusan Meclisinde de hararetli tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Bu yönüyle karmaşık ilişkiler ağı neticesinde ele geçirilen bir Osmanlı vapurunun kaçırılış hikâyesi hem Osmanlı hem de Rus kaynakları kullanılarak ele alınmaya çalışılmıştır.

The Ottoman-Russian War of 1877-78 has been studied in many ways. However, the part of the maritime logistics that affected the war was not adequately explored. In this regards, this study addresses the abduction story of the Mersin steamship, which was abducted by Russian steamship and contains important war plans and a large number of injured Ottoman soldiers. This incident, which influenced the war, took place as an important event in Russian historiography as well as in the drawings of famous Russian painters. Although the Black Sea was under blockade by the Ottoman ships during the war, the seizure of the Mersin steamship, without encountering any obstacles, led to heated discussions in the Ottoman Parliament. In this respect, the story of the abduction of an Ottoman steamship, which was seized in the wake of a complex network of relations, was tried to be dealt with both by Ottoman and Russian sources.

III. Murad Devri’nde Şark Seferine Dair Bir Gazavatnâme

Metin Aydar

ORCID: 0000-0002-6311-7527

Sayfalar: 1061-1074

Osmanlı tarihi araştırmalarında arşiv vesikaları ile birlikte elyazmaları da önemli bir yere sahiptir. Zira bu eserler, tarih, edebiyat ve coğrafya gibi yazıldıkları alanlar farketmeksizin kaleme alındıkları döneme dair önemli bilgiler sunmaktadırlar. Osmanlı tarihyazıcılığında kaleme alınan ve ana kaynaklar arasında değerlendirilen elyazmaları; genel tarihler, özel tarihler, fetihnâmeler, zafernâmeler ve gazavatnâmeler olarak sıralanabilir. Genellikle din ve devlet düşmanlarına karşı yapılan savaşları konu edinen ve bunu detaylı ve coşkulu bir şekilde sunan gazavatnâmeler Osmanlı tarihyazıcılığı açısından büyük öneme sahiptirler. Genel tarih eserlerini destekleyen ve eksikliklerin giderilmesine katkıda bulunan gazavatnâmeler, bu yönü gözönüne alındığında, derinlemesine incelemelere ihtiyaç duymaktadır. Bu çalışmada III. Murad dönemine ait ve Avusturya Milli Kütüphanesi’nde Cod. H. O. 66’da kayıtlı bulunan ve muhtemelen tek nüsha olan Tevârîh-i Gazâvât-ı Sultân Murâdı Sâlis isimli eser değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Bu bağlamda, eserin tanıtımına, kaynak değerine ve müellif hakkındaki tespitlere yer verilecektir. Bununla birlikte eserin genel bir değerlendirmesi de çalışmanın hedefleri arasındadır.

In addition to archival records, manuscripts have an important place in Ottoman historical researches. Because these works provide important information about the period in which they are received, regardless of the fields in which they are written. Manuscripts that have been written in the Ottoman historiography and considered among the main sources can be listed as general histories, special histories, fetihnamahs, zafernamahs and ghazavatnamahs. Ghazavatnamahs, which generally deal with the wars against the enemies of religion and state and present it in a detailed and enthusiastic manner, have an important place in Ottoman historiography. Ghazavatnamahs, which supports general history works and contributes to the elimination of deficiencies, needs to be examined in depth when this aspect is taken into consideration. In this study, Tevârîh-i Gazâvât-ı Sultân Murâd-ı Sâlîs, which belongs to the period of Murad III and was registered at Cod. H.O. 66 in the Austrian National Library and is probably a single copy, will be evaluated. In this context, the introduction of the work, resource value and determinations about the author will be given. However, a general evaluation of the work is among the aims of the study.

II. Meşrutiyet Döneminde İstanbul’da Fuhuş ve Zührevi Hastalıklarla Mücadele

Metin Ayışığı

ORCID: 0000-0002-4480-8971

Sayfalar: 1075-1096

Osmanlı toplumunda fuhuş, devletin aldığı tüm tedbirlere rağmen varlığını sürdürmüştür. II. Meşrutiyet Dönemi’nde savaşların yaratığı tahribat, ekonomik sıkıntılar fuhuşun ciddi bir toplumsal sorun haline gelmesine neden olmuştur. Halktan gelen şikâyetler üzerine devlet bu konuda çok ciddi tedbirler almıştır. Çalışmamızda, II. Meşrutiyet Dönemi’nde fuhuşun kontrolü için alınan tedbirlerin yanı sıra genelevlerde çalışan hayat kadınlılarının tedavisi, rehabilitasyonu ve topluma kazandırılmaları konusunda yapılan çalışmaları Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerinin ışığında ayrıntılı inceleyeceğiz.

Prostitution has existed in the Ottoman society despite all the measures taken by the state. The destruction of wars, economic troubles in the Second Constitutional Monarchy Period, prostitution it has become a serious social problem. On the complaints of the people the state has taken serious measures in this regard In this study we will examine in detail in the light of the Ottoman archive documents the measures which has taken to control the prostitution in the second Constitutional Period, as well as the treatment, rehabilitation and socialization of prostitutes who working in brothels.

Gürcü Kaynaklarına Göre Şehzade Selim’in Gürcistan’a Yaptığı Sefer

Mirian Makharadze

Sayfalar: 1097-1106

Osmanlı Devleti sınırlarının gittikçe genişletilmesi neticesinde Gücü Krallıkları da ilgi odağı haline gelmiştir. Osmanlılar, Sultan II. Mehmet döneminde de Gürcistan’a birkaç sefer yapmışlardır. Osmanlıların Gürcistan topraklarına yönelik ilgisi Şehzade Selim Trabzon Sancakbeyi olarak tayin edildikten sonra artmıştır. Bunun da temel sebebi, Gürcistan’ı nüfuz sahasına almaya çalışan Safevi Devletinin kurulmasıydı. Buna rağmen Osmanlı tarihçileri tarafından Selim’in saltanat dönemine nazaran şehzadelik dönemine daha az ilgi gösterilmiştir. Şehzade Selim’in Gürcistan’a yaptığı sefere ilişkin bilgiler, Solak zade, Celal zade, Koca Huseyin, Gelibolu Mustafa Ali, Ali Osman ve diğer tarihçilerin kaynakları arasında yer almaktadır. Osmanlı tarihçilerinin yanı sıra Şehzade Selim’in Gürcistan’a yaptığı sefere ilişkin bilgilere Gürcü kaynaklarında da rastlanmaktadır. Anılar sefere ilişkin bilgiler, gerek değişik kroniklerde ve dipnotlarda gerekse de Vakhushti Batonishvili’nin kaynaklarında ve Gürcistan Tarihi Kronikleri’nin üçüncü kitabında yer almaktadır. Gürcü kroniklerinde sözkonusu seferin tarihine ilişkin farklı bilgiler verilmektedir – 1504, 1508, 1509, 1510, 1512, 1513, 1514, 1515. Kaynaklarda esas itibarıyla aynı bir olaydan bahsedildiği halde, olayın yeri ve Gürcü Krallarının isimleri açısından belli bir farklılık gözlenmekdedir. Gürcü araştırmacılarının çoğu tarafından kaynaklarda aynı bir olaydan bahsedildiğini düşünülmektedir. Ancak biz Şehzade Selim’in değişik seferlerinin sozkonusu olabileceğini tahmin ediyoruz. Osmanlı kaynaklarıyla oranla (Gelibolu Mustapa Alı hariç) Gürcü kaynaklarında Selim’in yaptığı seferin güzergahı ile yeri gibi daha kapsamlı bilgiler yer almaktadır. Gürcü kaynaklarında, Ahiska Atabagı’nın refakatinde Selim’in Kutaisi’ye sefer yaptığı, Batı Gürcistan Kralının Gori’yı kuşatmış olduğu için Osmanlılarla doğrudan çatışmadığı, Kralın sefer olayını öğrenince derhal geri döndüğü, ancak Osmanlıların oradan ayrıldıklarını gördüğü belirtilmektedir.

Sonuç

  1. Gürcü kaynaklarında Osmanlılar tarafından söz konusu seferin farklı tarihlerde gerçekleştirildiği belirtilmektedir. Ancak, bu kaynaklarda aynı bir olaydan bahsedilmektedir.
  2. 1508 yılında Selim Batum’a değil Gümüşhane-İspir’e sefer yapmıştır.
  3. Mzeçabuk Osmanlılara itaat edip onlarla birlikte Guriel’e karşı sefer yapmıştır.
  4. Osmanlılar Kütaisi’ye Samtskhe’den değil Acara-Guriya uzerinden geldiler.
  5. Söz konusu sefer 1508 veya 1509 yılında gerçekleştirilmiştir.

The gradual territorial expansion of the Ottoman State caused the fact, that Georgian Kingdom-Principals became interesting and significant areas for them. Even in the days of Mahmud II, the Ottomans carried out several campaigns in Georgia. The Ottomans’ activities and interests increased towards Georgian territories, after Prince Selim became Trabzon’s ruler. But, the main reason of that was the establishment of the Safevi-Iran, which tried itself to gain influence over Georgia. In spite of the fact, that Ottoman’s historians paid less attention to the ruling periods of princes compared to Sultans, Georgian sources provide the information about Selim’s campaigns: Saad Ed-Din, Solak Zade, Jelal Zade, Koja Husein, Gelibolu Mustafa Ali, Ali Osman and others. Besides Ottoman’s historians, information about Prince Selim’s campaign in Georgia is provided in Georgian sources too. The current campaign is set out as well in small sized chronicles and notes, as in the works of Vakhushti Batonishvili and in the third text of “Life of Kartli”. Georgian chronicles describe Selim’s campaign in Georgia with different dates (1504, 1508, 1509, 1510, 1512, 1513, 1514, 1515). Even though they describe the almost the same content, some differences are observed in terms of location, as well as in the names of the Georgian kings. Most Georgian researchers have suggested that these sources provide us the same story, however we assume that maybe these sources describe different campaigns of Selim. Besides Georgian sources, in contrast to the Ottoman sources, (not to count Gelibolu Mustafa Ali), are much more expressive and there are described the exact places and routes of Selim’s campaigns. According to Georgian sources Selim campaigned in Kutaisi, accompanied by Samtskhe Atabagi. At the same time Gori was besieged by the King of Western Georgia, that’s why he did not have a direct confrontation with the Ottomans. As soon as he was informed about the abovementioned, he came back, but Ottomans had already left the area.

Conclusion

  1. Despite the fact, that Ottomans’ conquests are dated variously in Georgian sources, all documents describe the same case.
  2. In 1508 year Selim conducted campaign not in the direction to Batumi, but in Gumushhane-Sper.
  3. Mzechabuki obeyed the Ottomans and together with them campaigned towards Gurieli.
  4. Ottomans came to Kutaisi through Adjara-Guria way, not through Samtskhe. The current campaign was conducted in 1508 or in 1509 years.

Arazi Alım-Satım İstatistik Defterlerine Göre Kudüs’te Yabancıların Mülk Edinimleri (XIX. Yüzyıl Sonu ile XX. Yüzyıl Başları)

Murat Alandağlı

ORCID: 0000-0001-5136-4910

Sayfalar: 1107-1138

Osmanlı İmparatorluğunda yabancıların arazi edinimleri, ilk olarak 7 Safer 1284 (M. 10 Haziran 1867) tarihli “Tebaa-i Ecnebiyyenin Emlake Mutasarrıf Olmaları Hakkında” kanun ile yasal bir zemine kavuşmuştur. Kanunun yayınlanmasını müteakip imparatorluk idaresi, ek bir protokol yayınlayarak arazi edinimleri noktasında kendisini tedirgin eden hususları yabancılara bir ön şart olarak kabul ettirmeyi planlamıştır. Protokolü ilk olarak bir yıl sonra 9 Haziran 1868 tarihinde Fransa imzalamıştır. Yabancıların arazi alabilecekleri veya alamayacakları sahalar ile diğer siyasi ve idari işlemleri içeren bu protokolü imza eden devletler tebaası artık imparatorluk dâhilinde arazi edinebilecektir. İmparatorluk idaresi zamanla yabancıların arazi edinimlerinden haberdar olmak maksadıyla aylık veya yıllık verilerin yer aldığı istatistik defterleri oluşturmuştur. Bu defterlerin muhtevasında; imparatorluk tebaası için özet, yabancılar için ise de oldukça teferruatlı verilerin yer almasından hareketle, defterlerin bir izleme ve önlem alma aracı olarak kullanıldığı söylenebilir. Dolayısıyla kısa veya uzun dönemde imparatorluğun herhangi bir vilayetinde yabancıların sergilemiş olduğu arazi alım-satım hareketliliğinin ortaya çıkarılması mümkün olabilecektir. Çalışmada özellikle Ortadoğu ve İslam Coğrafyası noktasında oldukça önemli bir konum ve öneme sahip olan Kudüs’te, 1301(M.1885/1886) ila 1324(M.1908/1909) yılları arasında tesadüf edilen istatistik defterlerindeki veriler merkeze alınarak yabancıların etkin olduğu arazi alım-satım hareketliliği ele alınacaktır. Böylece Kudüs’ün söz konusu dönemde yabancılar için nasıl bir anlam ifade ettiği ve bu anlam karşısında Osmanlı İmparatorluğunun almış olduğu önlemleri okuma fırsatına erişilebilecektir. Nitekim bahsi gecen tarihlerde arazi alım-satımı yapan yabancıların sayısı, arazinin cinsi, alım-satım bedeli gibi hayli önemli verilere erişilebilecektir. Bir yıllık süre zarfında yapılan alımsatım işlemlerinin yılsonu değerlendirmeleri neticesinde alım miktarları ile satış miktarları kıyaslanarak arazilerdeki el değişikliğinin boyutu ortaya konulmaya çalışılacaktır. Sonuç olarak bu gün toprakları üzerinde farklı amaç ve düşüncelerle planlamalar yapılan Kudüs’ün, XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarındaki pozisyonuna, yabancıların arazi alım-satım işlemleri üzerinden hareketle bakılması ve tarihsel süreçte meydana gelmiş olaylarda yabancıların arazi edinimlerinin etkisi ortaya konulmaya çalışılacaktır.

In the Ottoman Empire, the land acquisitions of the strangers reached a legal stage with the law “On the Formation of the take to property for foreıgners”, which was first dated 7 th of the time, 1284 (June 10, 1867). Following the publication of the law, the imperial government planned to adopt an additional protocol and accept the facts that disturbed itself at the point of land acquisition as a precondition. The protocol was first signed by France on June 9, 1868, which date is a year later. Statesmen who sign this protocol, including territories where foreigners can or can not buy land, and other political and administrative procedures, will now be able to land within the empire. The imperial administration established statistical books in which monthly or annual data were included periodically in order to be aware of the land acquisitions of foreigners. In the contents of these books; it can be said that the books have been used as a means of monitoring and taking measures, with the summary for the empire subject and for the foreigners the presence of highly detailed data. It will therefore, be possible to uncover the buying and selling movement of the land where foreigners are exhibited in any province of the empire in the short or long term. In the study, especially in the Middle East and the Islamic Geography area, in Jerusalem, which has a very important position and preference, taking the data in the statistical books found between 1301 (M.1885 / 1886) and 1324 (M.1908 / 1909) – Movement of the sale will be discussed. Thus, the opportunity to read what Jerusalem meant for the foreigners in the period in question, and the measures taken by the Ottoman Empire against this meaning. As a matter of fact, the number of foreigners buying and selling land, the type of land, the price of buying and selling, etc., can be reached in the days past the bet. As a result of year-end evaluations of purchases and sales made within a period of one year, the amount of sales will be compared to the amount of sales and the size of the hand change will be tried to be revealed. As a result, Jerusalem, whose plans were planned with different aims and thoughts on the land these days, The end of the century and XX. In the position of the beginning of the century, foreigners will be tried to look at the movements of land purchase and sale transactions and the effects of land acquisition of foreigners in the historical events.

Yavuz Sultan Selim’in Doğu Anadolu Politikasına Dair Üç Belge

Murat Alanoğlu

ORCID: 0000-0003-3631-6923

Sayfalar: 1139-1154

Bu çalışmada, Çaldıran Savaşı dönüşünde Amasya’da kışlayan ve 1515 yılının Mayıs ve Haziran aylarında Amasya’dan İstanbul’a doğru hareket halinde olan Sultan Selim tarafından Palu hâkimi Cemşid Bey’e ve Çemişgezek beyi Pir Hüseyin’e verilen biri “eyaletnâme” diğeri “berat” şeklinde kaydedilen üç yeni belge incelenecektir. Diyarbekir bölgesindeki sancak yönetim belgelerinin ilk örnekleri olarak münşeât mecmuasında yer alan bu vesikalar, daha sonra farklı türleri üretilecek olan bu tarz belgelerin en erken örneklerini teşkil etmektedir. Bu vesikalarda, Sultan Selim dönemine ait ilk idarî uygulamalar ve sancak tevcihat şekline dair ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. İdris-i Bidlîsî’nin kaleminden çıktığı düşünülen bu belgeler, hem şekil hem de muhteva yönünden önem arz etmektedir. Zira bu belgelerde, bölgedeki yerel beylerin yönetim meşruiyeti yanında beylerin halkla ilişkilerine ve halkın beylerine karşı görevlerine de yer verilmiştir. Bunların yanı sıra beylerin devlete karşı sorumlulukları, her bir sancağın sınırları ile birlikte beylerin elkabına yer verilmesi bakımından hususiyet arz etmektedir. Dolayısıyla bu belgeler muhteva ve diplomatik yönden incelenerek Kanunî ve ardıllarınca üretilen benzer belgelerle mukayese edilmek suretiyle literatüre kazandırılacaktır.

In this study, three documents which were given to the administrator of Palu the governor Cemsid and the governor of Cemisgezek Pir Huseyin by Sultan Selim, who wintered over Amasya after the Battle of Chaldiran and was on his way to Istanbul from Amasya in May and June 1515, and one registered as ‘eyaletname’ and the others registered as ‘berat’ were searched. These documents which were issued in Münşeât mecmua as the first samples of Diyarbekir administration are the earliest samples in which other administrative practices during the reign of Sultan Selim and details on sanjak ranking were registered. They are thought to be written by Idris-i Bidlisi and are of great significance as regards form and content as both the legitimacy of local administrations and governors’ relations with public and people’s tasks to governors were explained. Besides, responsibilities of governors to the government, boundaries of each sanjak and titles of governors were also given. Thus, these documents were investigated as to content and diplomatic aspect, were compared to the similar ones created by Kanuni or his successors and brought in to the literature.

“Sorunlu” Modernleşme Karşısında Ahmed Cevdet Paşa

Musa Gümüş

ORCID: 0000-0002-0431-9997

Sayfalar: 1155-1194

Osmanlı Devleti yaklaşık son 200 senesi aynı zamanda modernleşme çabalarıyla geçmiştir. Bu süreç kendi içinde birkaç dönem halinde tasnif edilebilir. Muhafazacı modernleşme, terkibi modernleşme ve iktibasî modernleşme olarak üç ana başlıkta ele alınabilir. Bu üç ana başlıkta ele alınabilecek modernleşme dönemlerinin kendilerine has özellik, ideoloji, uygulama biçimi ve sonuçları vardır. Dolayısıyla da Osmanlı toplumunda karşılıkları birbirinden farklı olmuştur. Bu da Osmanlı modernleşmesinin yönünü ideolojisini ve yöntemini önemli ölçüde etkilemiştir. Ancak, Osmanlı modernleşmesinde başat rol oynayanlar Osmanlı münevveri (entelektüel) (ulema, üdeba, eşraf ve bir yere kadar ayan) ile devlettir. Bu bağlamda, Osmanlı modernleşmesi, bu iki unsurun hem işbirliği hem de mücadele alanı olmuştur. Osmanlı modernleşmesi bu iki unsur arasında mücadele sahası olmuştur. Osmanlı münevverinin devletin bekası ile ilgili tutumunu bu mücadele sırasında hem şekillenmiş hem de olgunlaşmıştır. Dolayısıyla modernleşme kendinden sonra tecrübi birikim bırakırken muhafazakâr düşünceyi tepkisel bir mecraya çekmiştir. Bu tepkiler ise salt bir ideolojik bir mecrada yürümemiş “devlet nasıl kurtulabilir” sorusuna çözüm yöntemlerine dair bir seçenekler manzumesi sunulması şeklinde gerçekleşmiştir. Yani modernleşmenin sorunlu yönlerine dair yeni çözüm önerileri şeklinde kendini göstermiştir. Bu konunun en önemli örneklerden biri şüphesiz Ahmed Cevdet Paşa’dır. Ahmed Cevdet Paşa Osmanlı münevver kadrosunun önemli şahsiyetlerinden ve 19. asrın önemli etkili ve yetkin devlet adamlarından biridir. Bu yüzden söylediklerinin karşılığı olan, ideolojik tavrından çok Osmanlı Devleti ve toplumu hakkında yetkinliğe sahip, söylediklerine bakıldığında da “bir bildiği vardır” denilebilecek münevverlerden biridir. Ahmed Cevdet Osmanlı modernleşmesinin sorunlu yönlerini iyi tahlil etmiş ve alternatif yöntemler sunmuştur. Bu konudaki sorunları tespit etmiş, çözüm önerileri sunmuş ve fikir beyan etmiştir. Bunları kaleme aldığı eserlerinde açık ve etkili bir şekilde ortaya koymuştur. Biz de eserlerinde, Osmanlı modernleşmesi ile ilgili ele aldığı konuları hem Osmanlı modernleşmesinin “sorunlu” yönlerini tespit etme hem de buna karşı ortaya koyduğu yaklaşımları irdeleyerek Ahmed Cevdet Paşa’nın Osmanlı modernleşmesindeki konumunu tespit etmeye çalışacağız.

In the last 200 years of Ottoman Empire, modernization attempts were on the front burner. This long process of modernization attempts could be divided into some subperiods, which are “conservative (traditional) modernization”, “eclectic modernization” and “adoptive” modernization. These sub-periods could be marked by their distinctive features, ideologies, implementation methods and consequences. Therefore, each have had its unique place in the Ottoman society. This situation also affected the ideological aspect and the method of the Ottoman modernization. However, the leading role in the Ottoman modernization was of the intellectuals (ulema, scholars, notables and to some extent, landed proprietors) and of the state. In that sense, Ottoman modernization was both an area of struggle and an area of cooperation between these two factors. During this struggle, the attitude of the Ottoman intellectuals towards the issue of continuity of the state both changed and developed. Therefore, while providing an experiential mindset for the future, it also created a reactive approach of the conservative thought. This reactive approach was not only based on an ideological ground, but also it was providing a set of answers to the question of the continuity of the state. In other words, this reactive approach provided solutions for the problematic aspects of the modernization. One of the most important figures of this approach was obviously Ahmed Cevdet Pasha. He was one of the most effective and competent statesmen in the 19th century and was also one of the most important figures of the Ottoman intelligentsia. Therefore, his thoughts regarding Ottoman modernization was more than an ideological account of the issue and was including appropriate and adequate consideration of the Ottoman Empire and the society. That is to say, he analysed problematic aspects of the modernization in detail and offered alternative methods to overcome these problems. Both the problems he analysed and the solutions he offered could be seen in his writings. In this study, we will be trying to analyse these writings in order to understand his attitude towards the Ottoman modernization by examining his account of the problems and the solutions he offered.

1848-1849 Tarihli Halep Nüfus Defterlerinin Tahlili

Mustafa Öztürk

ORCID: 0000-0002-6808-8788

Sayfalar: 1195-1226

Ülkemizde ilk bugünkü anlamda ilk nüfus tahririnin 1830’da başladığı bilinmektedir. Bu nüfus sayımına dâhil olan vilayetlerin nüfusları hakkında bilgilere ulaşılabilmektedir. Ancak ülke genelinde nüfus sayımlarının her vilayette yapılması uzun zaman almıştır. Bu yüzden çoğu vilayetlerin nüfusları şimdiye kadar tespit edilememişti. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yayımlanan Vilayet Salnameleriyle şehirlerin nüfuslarını tespit etmek mümkün olmaktadır. Halep’in nüfus tahriri 1848-1849 (h. 1265) tarihinde başlamış ve bütün vilayetin tahriri daha uzun yıllar almıştır. Osmanlı arşivindeki nüfus defterlerinin hizmete sunulmasıyla beraber Halep Nüfus Defterlerini inceleme fırsatı elde edilmiş oldu. Tebliğimizde Halep merkeze ait nüfus defterlerinin tahlili yapılacaktır. Halep Nüfus Defterleri şehir merkezi ve bağlı kazalara göre ayrı ayrı tutulmuştur. Her mahalle için ayrı defterler tutulmuş ve numaralandırılmıştır. Şehirdeki han, cami, medrese, fırın, kahvehane ve değirmenler ile konaklarda hizmetli olarak çalışanlar da ayrı bir deftere kaydedilmiştir. Halep bugünkü büyükşehir taksimatına benzer bir taksimatla 9 büyük mahalle-semte bölünmüş ve her bir semt farklı sayıdaki mahalleleri ihtiva etmektedir. Bunlar; Sahatü Biza 9, Akyol 30, Cellûm-u Kübra 6, Kadıasker 10, Cübbü Karaman 8, Kellâse 9, Karlık 8, Bâbu’n-Neyreb 7, Ferâfire 19 mahalleden ibarettir. Meselâ; Karlık mahallesinin mahalleleri Karlık, Dellâlîn, Maşatiye, Tatarlar, Hamza Bey, İbnu’n-Nusayr, Şakir Ağa, Şüveyşatiye nam-ı diğer Tavuk Bazarı gibi. Bir mahallenin nüfusu önce Müslim ve Reaya olmak üzere iki sütunda kaydedilmiştir. Müslimler; tüvane, sıbyan, musin, nizamiye, istibdal, sipahi, mahall-i aharda olarak verilmiş ve sonunda hane ile yekün nefer verilmiştir. Reaya ise, alâ, evsat, edna, sıbyan, amel mande, mürahik, bilâ-vezn, himaye-i düvel, sinni nâ-ma‘lum, tüccar-ı Avrupa, himaye iddia eden sütunlarına ayrılmış ve sonunda hane ile yekün nefer verilmiştir. Reayanın içinde Yahudi nüfus var ise “Yahudi” olarak gösterilmiştir. Elde edilen veriler, Müslim-Gayr-i Müslim itibariyle mahallelere dağılımı ve yaş esasına göre tasnifi yapılacak, bütün mahallelerin kayıtları tablolar halinde verilecektir.

It is known that the earliest population census (tahrir) in our country started first in 1830. Information about the population of the counties included in this census can be reached. However, it has taken a long time for the population censuses to be carried out in every vilayet nationwide. Therefore, the vast majority of the provinces have not been identified until now. It is possible to identify the population of the cities with the yearbooks called Salnames published since the second half of the century. Aleppo’s population census began in 1848-1849 (1265), and the province of the whole province had taken years. With the introduction of the population records in the Ottoman archives, the opportunity to examine the Aleppo Population Books was obtained. In our communiqué, census records belonging to Aleppo shall be analyzed. Aleppo Population Books are kept separately according to the city center and connected accidents. Separate reocrds are kept and numbered for each neighborhood. The city inns, mosques, madrasahs, bakeries, coffee houses, and mills, as well as those who worked in the houses, were also recorded in a separate book. Aleppo is divided into 9 large quarters with a similar layout to the current cityscape, and each neighborhood contains a different number of quarters. These are 19 locations; Sahatu Biza 9, Akyol 30, Jellûm-u Kubra 6, Kadıasker 10, Jubbu Karaman 8, Kellâse 9, Karlık 8, Bâbu’n-Neyreb 7, Ferâfire. For instance the quarters of the Karlik settlement are Karlık, Dellâlîn, Mashatiye, Tatarlar, Hamza Bey, İbnu’n-Nusayr, Shakir Agha, Shuveyshatiye or with the other name Tavuk Bazari. The population of a quarter was first recorded in two columns, Muslim and Reaya. Muslims were recorded as tuvane (powerful), sıbyan (boy, lowest class), musin (older), nizamiye (The whole affairs and administation of the army), istibdal (Accepting (one man) as a substitute for another (for military service), espacially an aurolling new recruits for active service in the army, to replace others whose time of service has expired), sipahi (Pertaining to or belonging to the army), mahall-i aharda (in other plaese), and at the end the total amount of household was given. On the other hand Reaya, was divided into columns of alâ (higest rank), evsat (middle class), edna (poor), sibyan (boy), amel mande (incapale of work), murahik, bilâ-vezn (Non-clasified), himaye-i duvel (People under the protection of other state), sinn-i nâ-ma‘lum (Non age), European merchant, himaye iddia eden (people claiming protection), and given total amount of household at the end. Jewish population in Reaya is shown as “Jewish”. The obtained data shall be classified according to the distribution of neighborhoods and age according to the census of Muslim-Non-Muslim, records of all the neighborhoods shall be given in tables.

Tereke Kayıtlarına Göre 18. Yüzyıl Sonunda Vidin Kadınları: Osmanlı Kadınının Sosyo-Ekonomik Konumu Üzerine Bir Değerlendirme

Nagehan Üstündağ Özdemir

ORCID: 0000-0001-8420-0920

Sayfalar: 1227-1242

Osmanlı İmparatorluğu’nda ölen kişilerin geride bıraktıkları miras tereke defterlerine kaydedilir. Bu defterler, tereke, kassam, metrukât ve muhallefât defteri olarak da isimlendirilirler. Tereke kayıtları vasıtasıyla ölen kişilerin kimliği, servetlerinin miktarı ve hangi unsurlardan oluştuğu, mirasçı sayıları, mirası bölüşme biçimi, ölen kişiye ait borç ve alacak kayıtları, miras üzerinden alınan vergiler gibi çok çeşitli bilgilere ulaşılabilmektedir. Bununla birlikte tereke defterleri, sosyo-kültürel bir inceleme için vazgeçilmez araştırma kaynaklarındandır. Terekenin kaydedildiği döneme ait giyim-kuşam ve mefruşat malzemeleri, mutfak eşyaları gibi malların cinsleri ve değerleri belirlenebildiği gibi, bazı durumlarda bu malların üretildiği yer ile ilgili bilgilere ulaşılabilmektedir. Dahası, tereke kayıtları kişilerin sahip oldukları gayrimenkullerle ilgili de son derece önemli bilgiler vermektedir. Ölen kişiye ait ev, çiftlik, değirmen, arsa, dükkân gibi taşınmazların niteliği, yeri ve değeri bu kayıtlar vasıtasıyla belirlenebilmektedir. Mirası tereke defterine kaydettirmek, askeri sınıf haricindeki bireyler için bir tercih meselesidir. Bu nedenle tereke defterlerinin, yazıldıkları dönemin tüm toplumsal unsurlarını içerdiğini ifade etmek doğru olmayacaktır. Ancak, varislerin kendi haklarını koruma altına alabilmek ve haklarının meşruiyet kazanabilmesi açısından kadı defterinde kayıtlı olmasını öngördükleri açıktır. Her ne kadar toplumun tamamını yansıtmıyor olsa da tereke defterleri yazıldıkları dönemin sosyo-ekonomik tablosunu çıkartmaya yarayan bir çoğunluğu temsil etmektedirler. Tereke defterlerinin bir diğer önemi, Osmanlı toplumsal yapısı üzerinde yapılan çalışmalarda daha az görünür olan, daha az temsil edilen bir grup olan kadınlar hakkında önemli veriler sunmasıdır. Medeni durumları, çocuk sayıları, sosyal statüleri, servetlerinin niceliği ve niteliği gibi unsurlar hakkında bilgi veren bu defterler sayesinde kadınların yaşadıkları bölgedeki sosyo-kültürel konumları daha net anlaşılabilecektir. Bu bildirinin konusu Osmanlı Balkanlarının merkezi konumunda olan bugünkü Bulgaristan toprakları içinde kalan ve Tuna kıyısında yer alan Vidin şehrinde, 18. Yüzyılın son on senesini içine alan şeriye sicillerindeki Müslüman ve gayri-Müslim kadınların terekelerinden hareketle, bu şehirdeki kadınların sosyo-ekonomik durumlarını incelemektir. Bu inceleme ile bahsedilen dönemde Vidin şehrinin yeniçeri ağırlıklı nüfusu içerisinde neredeyse tek “sivil” zümre olan kadınların günlük hayattaki eşyaları, mülkleri ve servetleri, medeni meseleleri ortaya çıkarılabilecek ve toplumsal hayattaki rolleri aydınlatılabilecektir.

Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı Hukukunda “Paftos Meselesi” ve Sonuçları (Çeşme Kazası Örneği)

Nahide Şimşir

ORCID: 0000-0003-1405-8521

Sayfalar: 1243-1270

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde “Paftos meselesi” ile ilgili farklı tasniflerde pek çok belge bulunmaktadır. Osmanlı hukukunda özellikle Batı Anadolu için son derece mühim bir hukuk mevzusu olan “Paftos”, uzun süre mahkeme konusu olmuş hatta bölgede sosyal problemlere de sebep olmuştur. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerden anlaşıldığına göre uzun süre Çeşme Müslüman ve Hıristiyan ahali arasında anlaşmazlıklara konu olan “Paftos meselesi”, sadır olan irade ve alınan kararlar ile sonuçlandırılmıştır. Buna rağmen bazı kötü niyetli kişiler konuyu uzun süre yanlış yorumlayıp, gündemde tutmak ve huzursuzluk yaratmak istemişlerdir. Paftos kısaca şöyle tanımlanmaktadır: “Mesken ve ticarethane inşa etmek için Gayrımüslim, Türk’e müracaat ederek önce arsa kıymetinin yarısını peşinen ödemiş, sonra her sene “yer kirası” adıyla anılan bir ücret ödemeyi taahhüt etmiştir. Arsa kıymetinin yarısı ödendiği için çift mülkiyet ortaya çıkmıştır. Yerli Türklere ait arsalar üzerinde Gayrımüslimler tarafından mesken veya ticarethane inşa etmek üzere baş vurulan bu örfü belde müessesesi zamanla bizzat Türkler arasında da revanç bulmuş, boş arazilere bağ dikip yetiştirmek gayesine de teşmil olunmuştur. Bilhassa Çeşme bölgesinde büyük toprak sahibi ve vakıf arazileri bu amaçla bağ dikilmesi veya başka şekillerde Rumlara tahsis edilerek değerlendirilmiştir. Osmanlı Arşiv vesikalarına Paftos meselesinin bütün aşamaları yansımıştır. Biz bildirimizde, arşiv vesikalarına göre, Paftos meselesinin ne anlama gelmiş olduğunu, neden Müslüman ile Hıristiyanların mahkemelik olduklarını ve Osmanlı hukuku çerçevesinde nasıl çözümlenmiş olduğunu değerlendireceğiz. Sonuç olarak bildirimizde, Osmanlı Arşiv belgelerine göre Osmanlı hukukunun Batı Anadolu için önemli bir kısmı olan, Paftos konusu aydınlatılmış olacaktır. Ayrıca yine Osmanlı arşiv belgeleri ışığında Paftos meselesinin, sosyal ve iktisadî sonuçları da ortaya çıkarılmış olacaktır.

In the Prime Ministry Ottoman Archives there are many documents in different grades about “Paftos case”. “Paftos”, an extremely important legal issue for Ottoman law, especially for Western Anatolia, has long been a court case and has also caused social problems in the region. According to the documents in the Prime Ministry Ottoman Archives, the “Paftos case “, which has long been a subject of disputes between the Muslims of Çeşme and the Christian community, has been concluded with a determined will and decisions. Despite this, some malicious people have long wanted to misinterpret the subject, keep it on the agenda, and create anxiety. Paftos is briefly described as follows: in order to build a residence and a commercial estate, the non-Muslim has applied to the Turkish land owner and paid half of the land value in advance, and then commits to pay a fee called “place rent” every year. Double ownership has emerged because the property of the land has been paid half. This unified municipality, which has been hit by the non-Muslims to build houses or commercials on the livestock belonging to the local Turks, has been rewarded among the Turks themselves in the course of time. Especially in the Çeşme region, large landowners and foundation estates have been assigned to the Greek for this purpose or to be allocated to other forms. The Ottoman archives reflect all phases of the Paftos case . In our paper, we will evaluate what the Paftos means, why Muslims and Christians are court-martialed and how they are resolved in the frame of Ottoman law, according to archival records. In conclusion, according to Ottoman Archive documents, Paftos case, which is an important part of Ottoman law for Western Anatolia, will be illuminated. Moreover, according to Ottoman archival documents, the social and economic consequences of the Paftos case will be revealed.

İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Sir Charles Hardinge’in Raporuna Göre 1908 Reval Görüşmeleri

Necdet Hayta

ORCID: 0000-0002-8707-3637

Sayfalar: 1271-1284

31 Ağustos 1907’de, St. Petersburg ‘da Rusya ile İngiltere arasında imzalanan anlaşmadan sonra iki ülke arasında sorun teşkil eden önemli problemler halledilmeye çalışılmıştır. Bu anlaşmadan sonra İngiliz-Rus münasebetleri daha fazla bir yakınlık içine girdi ve İngiltere, Fransa ve Rusya arasında, Üçlü İttifaka karşı bir Üçlü İtilaf bloku ortaya çıktı. Bu anlaşmadan yaklaşık olarak 9,5 ay sonra 9-10 Haziran 1908’de, bu defa İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı Nicholas Reval’de bir araya geldiler. Bu görüşmede İran, Afganistan hududu, Girit, Balkan demiryolları ve Makedonya gibi çeşitli konular masaya yatırıldı. Ayrıca Almanya ve Avusturya’ya karşı izlenecek politika da görüşüldü. Görüşmeler hakkında net bir açıklama yapılmaması “Osmanlı devletin parçalanacağı düşüncesini” güçlendirdi. Jön Türkler, bu görüşmede sultanın pasif politikasından dolayı imparatorluğun paylaşıldığı yönünde yoğun bir propagandaya başlamışlar ve bu propagandanın sonucunda İkinci Meşrutiyeti ilan ettirip, İkinci Abdülhamid dönemini resmen olmasa da fiilen sona erdirmişlerdi. Bu görüşmenin içeriği ile ilgili olarak özellikle Türk kaynaklarında farklı yorumlar bulunmaktadır. Görüşmelerde bizzat bulunan dönemin İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Sir Charles Hardinge’in GOOCH, G.P.- Harold TEMPERLEY, British Documents on the Origins of the War 1898-1914, C. V’teki 195 numaralı belgede yer alan raporunda taraflar arasında yapılan görüşmeler detaylı olarak verilmiştir. Bu çalışmada söz konusu rapor esas alınarak görüşmelerde ele alınan hususlar ve Osmanlı Devleti ile ilgili boyutları ortaya konulmaya çalışılacaktır.

August 31, 1907, After the agreement signed between Russia and Britain in St. Petersburg, important problems between the two countries were tried to be solved. After this agreement, the British-Russian relations became more intimate and the Triple Entente against the Triple Alliance was established between England, France and Russia. Approximately 9.5 months after this agreement, on June 9-10, 1908, King Edward VII and Tsar Nicholas came together in Reval. Iran, Afghanistan border, Crete, Balkan railways and Macedonia were discussed at this meeting. The policy to be followed against Germany and Austria was also discussed. The lack of a clear explanation of the negotiations strengthened the idea that “the Ottoman Empire would be shared”. Jön Türkler had started an intense propaganda on this view that the empire was shared because of the passive politics of the Sultan, and as a result of this propaganda he was declared a Constitutional Monarchy, and he had actively ended the period of Abdülhamid II. There are different interpretations of the content of this opinion especially in Turkish sources. Negotiations between the parties were presented in detail in the report, which was included in the interview in the report of British Secretary of State Sir Charles Hardinge, GOOCH, G.P.- Harold TEMPERLEY, British Documents on the Origins of the War 1898-1914, V.5, In this study, the issues discussed in the negotiations and the dimensions of the Ottoman Empire will be tried to be explained on the basis of the report.

Great Britain’s Role in Conclusion of The Erzurum Peace Treaty of 1823

Nigar Gozalova

Sayfalar: 1285-1302

Kacar Hanedanlığı ve Osmanlı İmparatorluğu arasındakı ilişkilerin seyri, Ortadoğu’da devletler arası ilişkiler tarihi açısından özel bir konuma sahiptir. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı-Kacar ilişkileri uluslararası politika bağlamında İngiltere ve Rus diplomasisinin rolüne özel bir vurgu yapılarak anlaşılmalıdır. Sözkonusu diplomasi Osmanlı-Kacar münasebetlerini önemli ölçüde etkilemiştir. Bu dönemde Osmanlı-Kacar ilişkileri büyük ölçüde lider Avrupalı güçlerin Orta Doğu`daki menfaatleri nedeniyle yeni aşamaya geçmiştir.

The history of interrelations between Qajar Iran and the Ottoman Empire holds a special place in the history of intergovernmental relations in the Middle East. From the 19th Century onwards, the Ottoman-Qajar relations have to be observed in the context of international politics, with a special stress on the role of British and Russian diplomacy, since it was precisely those factors that significantly determined the course of their interrelations. Towards this period, the interrelations between the two states had entered a new phase, defined largely by their interrelations with the leading European powers and the latter’s interests in the Middle East.

17. Yüzyılın İkinci Yarısında Şam Yeniçerileri

Oğuzhan Samıkıran

ORCID: 0000-0001-7397-7515

Sayfalar: 1303-1324

Osmanlı bürokratik geleneği çerçevesinde Şam yeniçerilerinin, Şam eyaletindeki mali, iktisadi ve askerî yapı içindeki yeri ve önemi incelenmeye muhtaçtır. Bu araştırma, yeniçerilerin mali ve askerî vaziyetiyle sorunlarını ve bunlara dair tedbirleri incelemiştir. Şam’daki yeniçerilerin yerleşim alanları, 17. yüzyıla özgü tahrir kayıtlarına dayanılarak, tablo olarak verilmiştir. Yeniçerilerin ulufelerine, istihdam alanlarına ve ocaklık mukataalara dair incelemeler Maliyeden Müdevver ve Mühimme defterlerine dayandırılmıştır. 1675-76 yılına ait mufassal avarızhane defterine göre şehir merkezinde 607 yeniçeri, 133 kuloğlu ve 130 hisareri saptanmıştır. İlgili defterde kapıkulu ve yerli yeniçeri tasnifini ve sayısını tam olarak tespit etmek mümkün olmamıştır. Münferit belgelerde sayısı 1800’e kadar çıkan yerli yeniçeriler seferde, hac yolunda, kalelerde, hazine naklinde ve eşkıya saldırılarına karşı istihdam edilmiştir. Şam Kalesi muhafazasındaki dergâh-ı alî yeniçerilerinin sayısı 437/438 neferdi. Şam yeniçeri ulufeleri yıllık 80010 kuruştu. Ocaklık mukataaların harap olması, mukataa şartlarına uyulmaması ve miri malın zimmetlerde kalması ulufe kesintilerine/kusurlarına yol açmıştır. Kesintiler; yeniçeri-defterdarlık arasında anlaşmazlığa ve nakit para arayışlarına sebep olmakla birlikte ocaklık mukataaların, işlevini icra edemediğini göstermiştir. Nakit bir gelir olan avarız vergisinin yeniçeri giderlerine tahsis edildiği görülmüştür.

Within the limits of the Ottoman bureaucratic tradition, the place and importance of Damascus janissaries within the financial, economic and military structure in Damascus Province need to be searced. This study had researched the financial and military situation and problems of the janissaries and the measures about these. The settlement areas of the janissaries in Damascus had been delivered as the table by being based the essay records peculiar to 17th century. The researches in regard to ulufes, their tasking areas and the ocaqlıq muqataas has been based Maliyeden Müdevver and Mühimme defters. According to the Detailed Avarızhane Defter dated 1675-76, it had been determined 607 janissaries, 133 quloghlus and 130 hisareries in the city. It has been possible completely to determine the classification and number of the qapiqulu and the local janissaries in that the defter. Local janissaries, that their numbers aggregated to 1800 soldier in the individual documents, had been tasked at mobilization, on the hajj road, in the castles, in the treasure transfer and against bandit attaks. The number of the qapıqulu janissaries in the guarding of Damascus Castle were 437/438 soldiers. The ulufes of the janissaries was yearly 80010 qurush. The ruin of ocaqlıq muqataas, the nonfulfillment of muqataas conditions and the mirî mâls entrusted caused ulufe cuts. Cuts had indicated that the ocaqlıq muqataas were not able to perform its functions as well as causing conflict between the janissariesdefterdarlıq and cash seeking. It had been seen that the avarız tax, that was cash income, was assigned to the janissaries.

II. Abdülhamit’in Yemen’de Islahat Çabaları (1898-1908)

Özer Özbozdağlı

ORCID: 0000-0003-3486-7270

Sayfalar: 1325-1348

Tanzimat’ın merkeziyetçi-modernleşmeci yaklaşımı başarısız olunca II. Abdülhamit’in Yemen siyaseti 19. yüzyılın sonlarında “doğrudan hakimiyet” çerçevesinde farklı bir çerçeve kazanmıştır. II. Abdülhamit’in doğrudan hakimiyet siyasetini yerel güçlerle yürüttüğü müzakereci yaklaşımla sağlamaya çalıştı. Müzakereci yaklaşım siyasetiyle devlet anlayışının yerleştirildiği Yemen yapılacak reformlarla birlikte medeniyet dairesine alınacak ve sisteme entegrasyonu sağlanacaktı. Bu siyaset mali ve ekonomik kaynakların merkez ile vilayet arasında paylaşımı, adalet, eğitimin, kabile ve aşiretlerin dönüştürülmesi, Osmanlı ordusunun yerelden asker toplaması gibi konu başlıklarına dayanmaktaydı. Bu yaklaşımla birlikte Osmanlı devleti Yemen’de yeni bir güvenlik politikası geliştirdi. Yeni güvenlik politikasıyla asayişin sağlanması, yerel liderliklere boyun eğdirilmesi ve yabancı müdahalesi önlenmeye çalışıldı. Bu politikaların gerçekleştirilmesi için Yemen’e iyi eğitimli bürokratlar gönderildi. Bürokratlar aracılığıyla Yemen’de devlet anlayışının yerleştirilmesi birtakım ıslahatlar yapılmaya çalışıldı. Ancak Yemen’de merkezi devletin mali, insani ve cebri yetenekleri kısıtlıydı ve güçlü yerel direnişlerle karşılaştı. Kuvvetli yerel direniş- merkezi devletin sınırlı kaynakları II. Abdülhamit döneminde yapılmaya çalışılan reformların sınırını çizdi. 1904-1905 İmam Yahya isyanından sonra gittikçe esneyen devlet politikasıyla birlikte Yemen’de müzakerepazarlık siyaseti devreye sokuldu. Bu politika Yemen tarihinde 20. Yüzyılda yaşanacak politik gelişmelere yol açacak önemli bir yol ayrımına neden oldu. Bu çalışmada II. Abdülhamit’in Yemen siyaseti arşiv belgelerinin sağladığı veriler çerçevesinde ele alınacaktır.

After the failure of the centralist and modernist approach of Tanzimat reform era, Yemen policy of Abdulhamit II came into prominence in the frame of direct dominance at the end of the 19th century. Abdulhamit II aimed to carry out the direct dominance policy via negotiating approach with the local authorities. Establishing the negotiant approach in the state, Yemen would be in the civilization circle by the help of the reforms and the integration would be maintained. That sort of policy was based on some subject headings such as sharing political, financial and economical sources between the central and province, transformation of clans and tribes, recruitment of the locals for Ottoman army. By the help of that approach, Ottoman Empire had developed a new security policy in Yemen. By the help of that new security policy, it was aimed to maintain the order and safety of the community, subjugation of the local leaders and prevent the foreign intervention. Highly trained bureaucrats were sent to Yemen to realize that policy. It was aimed to establish the state mentality via some reformations through these bureaucrats. On the other hand, financial, humanitarian and compulsive skills of the central state of Yemen were limited and strong local resistance were appeared. Strong local resistance and limited sources of central state had drawn the lines of the reformations during Abdulhamit II era. Negotiation-bargain policy was put into practice in Yemen with a gradual flexible state policy just after the ‘1904-1905 İmam Yahya Uprise’. That policy caused an important break up for the upcoming political developments in the 20th century in Yemen. In this study, Yemen policy of Abdulhamit II will be discussed in the frame of the information acquired from the archives.

Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Tehdit Unsuru Olarak Türkiye’de Tutulan İran Şehzadesi Salarüddevle

Sadık Sarısaman

ORCID: 0000-0001-7317-195X

Sayfalar: 1349-1362

Salarüddevle Kaçar Hanedanı’ndan Mehmet Ali Şah’ın kardeşidir. O, İran İnkılabı sırasında meşrutiyetçilere karşı Mehmet Ali Şah’ın yanında yer almıştır. 1911 senesinde meşrutiyetçilerle savaşmış, Tahran kapılarında mağlup olunca devrik şah ile beraber Rusya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı sıralarda Almanya’da bulunan Salarüddevle’yi kendi taraflarına çeken Almanlar onu Rusya aleyhine kullanmak amacıyla silahlandırarak İran’a sevk etmişlerdir. Bu arada Osmanlı Devleti de 29 Ekim 1914 tarihinde Karadeniz’deki Rus limanlarını topa tutarak Birinci Dünya Savaşı’na dahil olmuştu. Bu sebeple Osmanlılar da Salarüddevle ile ilgilenmeye başlamışlardır. Dahiliye Nezareti 31 Ekim 1914 tarihli bir telgrafla İran şehzadelerinden Salarüddevle’den istifade edilip edilemeyeceğini 4.Ordu Komutanı Cavit Paşa’dan sormuştur. Paşa verdiği cevapta O’nun itimat edilecek bir kişi olmadığını ifade etmiştir. Cavit Paşa’ya göre Salarüddevle ile işbirliği yapmak Osmanlı Devleti ile birlikte hareket edecek olan İranlıların kaybedilmesi anlamına gelecektir. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nin Salarüddevle’yi sınıra sevk etmesi İran hükümetini endişelendirmiştir. İran Osmanlı yetkililerini uyararak Salarüddevle’nin durdurulması ve kontrol edilmesini talep etmiştir. Bu arada Irak ve Havalisi Umum Kumandanı Süleyman Askeri Bey de Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta İran aşiret liderleri ve hürriyetperverler ile bağlantı kurduğunu, Salarüddevle’nin İran sınırına gönderilmesine gerek olmadığını bildirmiştir. Bu yüzden Salarüddevle İran içlerine sevk edilmek yerine Bursa’da gözetim altında tutulmuştur. Bütün siyasi ilişkileri, hatta özel mektupları ve gönderdiği telgraflar sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Bu durum onu son derece rahatsız ettiği için zaman zaman Türk makamlarına müracaat ederek şikayetlerini dile getirmiştir. Sonuç olarak Osmanlı yetkililerinin Salarüddevle’ye güvenmedikleri görülmüştür. Bu güvensizliğin üç temel sebebi vardır. Birincisi Salarüddevle’nin meşrutiyet karşıtı bir kişilik olarak görülmesi. İkincisi önceden Rusya ile işbirliği yapmış olması, üçüncüsü ise Almanlarla anlaşmış olarak bölgeye gelmesi idi. Ancak yine de her ihtimale karşı elde tutma politikası uygulanmıştır. Bu bildirinin hazırlanması sırasında özellikle Genelkurmay Askeri Tarih Stratejik Etüt Dairesi Başkanlığı (ATASE) Arşivi, Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) belgeleri kullanılacaktır. İlaveten dönemin gazeteleri ve ilgili diğer kaynaklardan da yararlanılacaktır.

Salarüddevle was the brother of Mehmet Ali Shah from the Kaçar Dynasty. He was on the side of Mehmet Ali Shah against the constitutionalists during the Iran Revolution. He fought against the constitutionalists in 1911 and had to escape to Russia with the overthrown shah after being defeated near Tehran. The Germans winning Salarüddevle who was in Germany at the beginning of the First World War over armed and sent him to Iran in order to use him against Russia. At this time, the Ottoman Empire joined in the First World War by bombarding the Russian ports in the Black Sea on 29 October 1914. For this reason, the Ottomans also became concerned with Salarüddevle. With a telegraph dated 31 October 1914, the Ministry of Interior asked Cavit Pasha the Commander of the 4th Army whether it was possible to benefit from Salarüddevle one of the sultan’s sons in Iran. In his response the telegraph, the Pasha stated that Salarüddevle was not a person to be trusted. According to Cavit Pasha, collaborating with Salarüddevle would mean losing the Iranians who would be on the side of the Ottoman Empire. Moreover, the Ottoman Empire’s sending Salarüddevle to the border worried the Iranian government. Iran warned the Ottoman officials and demanded that Salarüddevle be stopped and controlled. In the meantime, Iraqi and Regional Commander Süleyman Askeri Bey reported that he came into contact with Iranian chieftains and libertarians and there was no need for sending Salarüddevle to Iranian border in a telegraph which he sent to Enver Pasha Commander-in-Deputy Chief . For this reason, a close watch was kept on Salarüddevle in Bursa instead of being sent to interior Iran. All his political relations, even his private letters and the telegraphs sent by him were followed closely. On account of the fact that this situation disturbed him very much, he sometimes applied to Turkish authorities and expressed his complaints. Consequently, it was seen that the Ottoman authorities did not rely on Salarüddevle. There were three main reasons for this lack of confidence. First, Salarüddevle was seen as an anti- constitutional entity. Second, he cooperated with Russia before. And third, he came to the region after agreeing with the Germans. Nevertheless, the policy of holding was implemented just in case. During the preparation of this report, especially, the Turkish Military Archives and the documents of the Ottoman Archives of the Prime Ministry will be used. Moreover, newspapers of that period and related sources will also be benefited.

Osmanlı Devleti’nde Halk Sağlığı Uygulamalarına Önemli Bir Örnek; Salhanelerin Şehir Dışına Nakilleri

Seda Tan

ORCID: 0000-0002-3622-1038

Sayfalar: 1363-1386

Osmanlı dönemindeki en eski salhanelerin II. Mehmed tarafından fethi takiben İstanbul’da inşa ettirildiği kabul edilir. Haliç’te kurulan ilkinin ardından Yedikule’de arazinin de müsait olması dolayısıyla 33 adet salhane inşa olunarak şehir, saray ve ordunun ihtiyacına hasredilmiştir. Yedikule salhanelerini, artan ihtiyaca binaen Eyüp, Galata, Eğrikapı, Üsküdar, Galata ve diğer yerlerde açılanlar izlemiştir. Yapılan çalışmalar, gayrımüslim cemaatlerin de kendilerine mahsus salhanelerinin olduğunu, bunlar içinde bilhassa Yahudilerinkinin kendilerine özgü dini ritüelleri nedeniyle sayıca ön plana çıktığını göstermektedir. Devlet, başlangıçtan itibaren salhaneleri sıkı denetim altında tutarak et arzı üzerindeki harici etkenleri mümkün olduğunca ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bu çerçevede yetkiliklere verilen emirlerle kurbanlık haricindeki hayvan kesimlerinin salhaneler dışına taşırılması yasaklanmış, madrabazların et fiyatlarını yükseltmesini önleyici tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Ancak devletin salhaneler üzerindeki denetimi zamanla, et arzını mümkün kılan tüm diğer kişi ve kurumlarda olduğu üzere ciddi ölçüde azalmıştır. Gedik sisteminin lağvı ise bunu doruk noktasına taşımıştır. Böylece miri salhanelerin yerini 1860’lardan itibaren ticaret serbestisi kaidesi çerçevesinde atılan artan hızdaki adımlarla birlikte hemen her kasap dükkanı yanında açılmaya başlayan özel salhaneler almıştır. Merkezi hükümetin salhanelere yönelik ilgisi de üretim miktarından ziyade üretim sürecine doğru kaymıştır. Söz konusu çalışma, dönemin iktisadi-idari şartları gereği çoğunlukla kasap dükkanları yakınında açılan ve bu nedenle de pek çoğu yaşam alanları içinde bulunan salhanelerin, halk sağlığına yönelik düzenlemeler kapsamında şehir dışına nakillerini konu edinmektedir. Yozgat, Beyrut, Musul, İzmit, Erzurum, Trabzon, Belgrad, Kastamonu, Aydın vb. idari birimlerde bu maksatla yapılan düzenlemeler incelenmekte ve buradan hareketle halk sağlığı nosyonunun hayvan-insan-çevre üçgeninde ele alındığı günümüzdeki modern algısına doğru olan seyri tartışılmaktadır. Söz konusu yönüyle çalışma, Türk veteriner hekimliği tarihini de yakından alakadar etmektedir.

It is accepted that the oldest slaughterhouses in the Ottoman period were built in Istanbul following the conquest by II.Mehmed. After the first one established in the Golden Horn, thanks to the availability of land in Yedikule, 33 slaughterhouses were built and then they used for the needs of the city, palace and army. After the ones in Yedikule, new slaughterhouses were opened in Eyüp, Galata, Eğrikapı, Üsküdar, Galata and elsewhere to meet the growing need. Studies show that the non-Muslim communities also have their own slaughterhouses and among which, because of their unique religious rituals the ones of the Jews came to the fonefront in numbers. From the outset, the state has tried to remove the external factors on meat supply as much as possible, keeping it under strict control. In this framework, by the orders given to the authorities, except for sacrificials (kurbanlıklar) animal slaughter is prohibited to be carried out of slaughterhouses and measures have been taken to prevent jobbers’ from raising meat prices. However, over time the state’s control over the slaughterhouses has drastically diminished, as is the case with all other people and institutions where it is possible to supply meat. The removal of the Gedik system has brought this to its peak.the center carried it to its peak. Thus, thanks to the increasing fast steps taken in the context of trade liberalization, since 1860 the State slaughterhouses have been replaced by private slaughterhouses who began to open near every butchery shop. The interest of the central government towards the slaughterhouses has also shifted from the amount of production towards the production process. This study is concerned with the transfer of slaughterhouses, due to the economicadministrative conditions of the period which were opened near the butcher shops and for this reason many of which were located in habitats, out of the city within the framework of public health regulations. The regulations made for this purpose in administrative units such as Yozgat, Beirut, Mosul, Izmit, Erzurum, Trabzon, Belgrade, Kastamonu and Aydın are examined and today’s modern perception of the concept of public health considered in animal-human-environment triangle is being discussed. The study, in particular, is closely related to the history of Turkish veterinary medicine.

Hayırsever Bir Paşa Kızı “Hacı Mihrişah Kadın

Semiha Nurdan

ORCID: 0000-0002-5316-3650

Sayfalar: 1387-1396

Osmanlı içtimai hayatına yön veren kurumlar arasında yer alan Vakıf müessesesi, insanoğlunun beşikten mezara kadar bir şekilde hizmetinden yararlandığı seçkin kurumların başında gelmektedir. Vakıf kurma ve yaşatmada, dünyevi ve uhrevi kazanımları dolayısıyla insanların bu anlamda bir biriyle yarıştığını söylemek mümkündür. Bu açıdan, vakıfların zikrettiğimiz bu özelliği sebebiyle Osmanlı’da kadınların da vakıf kurma ve bu vakıfları yaşatma noktasında erkeklerden aşağı kalmadıklarını hatta dönem dönem daha da ileri de olduklarını incelediğimiz belgelerden çıkarıyoruz. Bildiriye konu olan İskender Paşa’nın kızı Hacı Mihrişah Kadın’ın dönemin şartları muvacehesinde bir vakıf tesis ettiği ve bu vakfın giderlerini karşılamak için dükkan, ev, hamam vs. gibi gelir kaynaklarını vakfettiği anlaşılmaktadır. Bu tebliğde ise biz, XVI. Yüzyılın ilk çeyreğinde bir paşa kızının bir vakfı nasıl kurduğunu, vakıf kurarken nelere öncelik verdiğini, gelir ve giderlerinin ne olduğunu, hangi kalemlerden oluştuğunu izah etmeye çalışacağız.

The foundation organization is one of the most dominating institutions of the social life of the Ottoman Empire. It is one of the leading institutions which people benefited from its services. It is possible to say that people compete each other to establish and maintain foundation because of its earthly and ethereal achievements. In this respect, we can conclude from the documents that women were as good as men in the matter of establishing and maintaining foundations and even thay stayed ahead. It is understood that Hacı Mihrişah Kadın, the daughter of İskender Pasha, who is the subject of this paper had established a foundation within the scope of that era and devoted the revenues of her houses, shops, bathhouses and so to finance this foundation. In this paper, we will try to point out how a daughter of Pasha established a foundation in the first quarter of sixteenth century, to what she gave priority and what are the revenues and the expenses of the foundation.

General Gressmann ve Konsolos Hardegg’in Raporlarına Göre Irak ve Hicaz’daki Askeri ve Siyasi Durum (Ocak 1917)

Sezen Kılıç

Sayfalar: 1397-1412

Bağdat’ın Mart 1917’de İngilizler tarafından işgalinden yaklaşık bir ay önce Irak ve Hicaz’da yaşanan gelişmelere dair Alman askeri arşivinde iki farklı rapor mevcuttur. Bu raporlardan Irak ile ilgili olanı Alman Generali Gressmann’a, Hicaz ile ilgili olanı ise Şam Alman Konsolosu Loytved-Hardegg’e aittir. Gressmann’ın 24 Ocak 1917 tarihli raporunda Halil Paşa’nın emrindeki VI. Ordu ile İngiliz ordusu arasında 9-18 Ocak 1917 tarihleri arasında Irak’ta yaşanan çatışmalar, İngilizlerin bu çatışmalardaki hedefleri ve Halil Paşa’nın buna karşı aldığı tedbirler anlatılmaktadır. Bu rapor paralelinde Osmanlı Umumi Karargâhı tarafından 27 Ocak 1917 tarihinde yapılan açıklamada da Irak’ta yaşanan gelişmeler yer almaktadır. Hicaz’daki durumun anlatıldığı 5 Ocak 1917 tarihli LoytvedHardegg’in raporunda ise Arap lideri Şerif Hüseyin’in Osmanlı Padişahı’ndan ne tür taleplerde bulunduğunun yanı sıra İttihat ve Terakki’ye ve Almanlara neden karşı olduğu da izah edilmektedir. Ayrıca Şerif Hüseyin’in, Hicaz Valisi Galip Paşa ve Osmanlı askerlerine dair tasarrufu ve Osmanlı istihbaratının Almanlar ile ilgili hoşnutsuzluğunun altında yatan gerçekler ortaya konulmaktadır. Aynı raporda Fransız hükümetinin çok sayıda Arap liderinden oluşan delegasyonu Kurban Bayramı öncesi Mekke’ye göndermedeki amacı ve Babıâli’nin Arap isyanına karşı hangi Arap şeyhinden nasıl yararlandığı dile getirilmektedir. Akabinde ise Medine’deki Osmanlı askerlerinin durumu ve Fahri Paşa’nın İngiliz ordusu ve Şerif Hüseyin’e karşı aldığı tedbirler açıklanmaktadır. Araştırmamızın amacı, Alman arşiv belgelerindeki Ocak 1917 tarihli iki rapora dayanarak Bağdat’ın İngiliz ordusu tarafından işgalinden önce Irak ve Hicaz’daki askeri ve siyasi durumu açıklamak ve bu açıklamada yer alan bulguların konuyla ilgili yazılmış eserlerdeki bilgilerle ne derece örtüştüğünü ortaya koymaktır.

There are two different reports in German military archive on the events in Iraq and Hejaz approximately before a month before occupation of Baghdad by English in March 1917. Of these reports, the one regarding with Iraq belongs to German General Gressmann, and the one regarding with Hejaz belongs to German Consul of Damascus LoytvedHardegg. In the report dating from 24th January 1917, conflicts between 9th-18th January 1917 between English army and VI. Army directed by Halil Pasha in Iraq are noted. According to this report, the events in Iraq are stated in notes of Ottoman General Quarter in 27th January 1917. The report of Loytved-Hardegg dating from 5th January 1917 on the situation in Hejaz tells about the demands of Arab leader Sharif Hussein from Ottoman Sultan and why he was opposed to the Party of Union and Progress and German. Also, the realities lying behind the displeasure of Ottoman intelligence with German, and Sharif Hussein’s disposal of Hejaz Governor Galip Pasha and Ottoman soldiers, are put forward. In the same report, it is stated how French government utilized Arab sheik against High Porte’s Arab rebellion and why the government sent the delegation consisting of many Arab leaders to Mecca before eid-al-adha. Also, the situation of Ottoman soldiers in Madinah, and measures taken by Fahri Pasha against English army and Sharif Hussein are explained. The aim of our study is to explain the military and political situation in Iraq and Hedjaz before the occupation of Baghdad by English army, according to these two stated reports in German archieve dating from January 1917. Besides, we aim to put forward to what extent these findings match with the works on this matter.

Hokand Hanlığı ve Osmanlı İmparatorluğu: 1865 Yılındaki Seyyid Yakub Han Töre’nin Başkanlığındaki Diplomatik Misyon

Sherzodhon Mahmudov

Sayfalar: 1413-1424

XIX. yüzyılda yazılan birçok tarihi eserler, resmi yazışmalar, vesikalar ve arşiv belgeleri, Hokand Hanlığında çeşitli amaçlar doğrultusunda diplomatik ilişkiler çerçevesinde elçilik görevine vazifelendirilen şahısların daha çok dini alimler arasından seçildiğini göstermektedir. 1864 yılında Osmanlı İmparatorluğuna Hokand Hanlığından gönderilen diplomatik misyon başkanı olarak da din adamı ve alim olan Seyyid Yakub Han Töre görevlendirilmiştir. Söz konusu diplomatik misyonun faaliyetine Rusya İmparatorluğu tarafından özellikle ilgi gösterildiği ve takip edildiği Rusya arşivlerinde kaydedilmiştir. Seyyid Yakub Han Töre başkanlığındaki elçilik, Hokand Hanlığına bağlı bölgelerden olan Deşt-i Kıpçak’ın güney kısmı ve Taşkent’in Rusya İmparatorluğu tarafından işgal edilmesinin öncesinde Osmanlı devletine gönderilmiştir. Elçilik faaliyetini başarılı bir şekilde yerine getiren Seyyid Yakub Han Töre, yaşadığı dönemde de, daha sonraki dönemde yaşayan tarihçiler tarafından da Türkistan topraklarında yetişen en güçlü diplomatlardan biri olarak tarif edilmiştir. Osmanlı Arşivinde muhafaza edilen belgeler arasında Seyyid Yakub Han Töre aracılığıyla gönderilen iki mektup, XIX. yüzyıl Hokand Hanlığı sosyal ve siyasi yaşamını incelenmesinde çok önemli kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun dışında söz konusu bu iki yazı Türkistan için Osmanlı İmparatorluğunun mevkii ve makamını aydınlatılmasında da önemli belge sıfatını taşımaktadır.

Many historical works, formal letters and archival documents written in the XIX century indicate that people who were appointed as embassies within the framework of diplomatic relations for various purposes in the Khokand Khanate are selected among religious scholars. In 1864, as the head of the diplomatic mission sent from the Khokand Khanate to the Ottoman Empire, Sayyid Yakub Khan Tora, a scholar and religious leader, was appointed. The activity of the diplomatic mission was recorded in Russian archives, in which the Russian empire was particularly interested and kept tabs on. The ambassador delegation headed by Sayyid Yakub Khan Tora was sent to the Ottoman state before the southern part of the Dashti KipchaK and Tashkent, which were territories of Khokand Khanate, and occupied by the Russian Empire.Among the documents kept in the Ottoman Archives there are two letters which were sent by the Sayyid Yakub Khan Tora in 1864, are very important resource in the study of the social and political life of the Khokand Khanate in the 19th century. Apart from this, these two letters are important documents in illumining the position and authority of the Ottoman Empire for Turkistan.

XVI. Yüzyılın Son Döneminde Safevi-Osmanlı İlişkilerinde Kırım Hanlığı’nın Rölü

Şahin Fazil

Sayfalar: 1425-1432

Kırım Hanları, XIV. yüzyılın sonlarında Giyaseddin Toktamış Han (1376-1395) hakimiyetinden ayrılıp Girey’ler sülalesi adlı müstakil Hanlık kurdular. XVI. yüzyılda Osmanlılar’ın Safeviler’e karşı yaptığı 4 harbi yürüş (1514, 1534, 1535, 1554) her iki devletin iktisadi hayatını olumsuz etkilemişti. Ama taraflar arasındakı 1555’ci yıl Amasya sülh muahedesinden sonra siyasi durum bir kadar sakinleşti. Lakin III Sultan Murad 1578’ci yılda sülh şartlarını pozarak Safeviler’e yeniden savaş açtı ve kendisine bağlı olan Kırım Devleti’nin Han ve Hanzadelerinden Osmanlı ordusuna yardımda bulunmayı talep etti. Kırım askerleri, Tatar Hanzadeleri Adil Girey, Seadet Girey ve Asker Girey’in serdarlığı ile Şirvan’a gelip savaştılar lakin yendiler ve Adil Girey esir alındı. Makalede XVI. yüzyılın son Osmanlı-Safevi savaşında Kırım Han’ı ve Hanzadelerin Şirvan’dakı harbi faaliyeti hakkında muhtasar malumat sunulmuştur.

In the end of the XIV century the Crimean khans separated from Gyasaddin Tokhtamish khan’s (1376-1395) power and created an independent khanate called “The Girey dynasty”. The 4 (1514, 1534, 1535, 1554) campaigns of the Ottomans on the Safavids in the 16th century had a negative impact on the economies of both countries. But due to the signing of the Amasya peace treaty in 1555 between the parties, the political situation somewhat ceased. However, Sultan Murad III broke the peace treaty in 1578 and started a new war with the Safavids and called the khan and princes of the Crimean state, which was in vassal dependent, to help the Ottoman army.

Çanakkale Boğazında Karantina Teşkilatının Tesisi ve Uygulamaları (1835-1865)

Şerif Korkmaz

ORCID: 0000-0001-6697-2601

Sayfalar: 1433-1456

Çanakkale boğazında ilk geçici karantina uygulaması Nisan 1835’de başlamıştır. Akdeniz’in bazı bölgelerinde başlayan veba, onu izleyen kolera sebebiyle, karantina müdürü Mehmed Es’ad Efendi tarafından, Sarısığlar limanında kurulan çadırlarda uygulama başlamıştır. Karantina uygulaması Kasım 1835’de sona ermiştir. Haziran 1838’de Akdeniz’de tekrar başlayan veba yüzünden, Çanakkale boğazında ikinci defa karantina uygulaması başlatılmıştır. Boğazda kalıcı karantina binaları 1842’de Na’ra Burnunda yapılmaya başlamıştır. Seddülbahir, Kumkale ve Kepez’de de karantina uygulamaları yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda ise salgın hastalıkların zuhuruna göre boğazdaki tedbirler azalarak veya artarak devam etmiştir. 1865 kolera salgını deniz yoluyla hızlı bir şekilde yayıldığından boğazdaki karantina önlemleri artırılmıştır. Bildiride, boğazdaki karantina uygulamaları, yaşanan sorunlar, karantina binalarının yapım ve onarımıyla, görevliler hakkında bilgiler verilmiştir.

A temporary quarantine programme was launched in the Dardanelles for the first time in April 1835. The quarantine chief Mehmed Esad started inspection on the quarantine tents in the harbour of Sarısığlar due the spread of bubonic plague and cholera over many regions of the Mediterranean. Quaratine programme was ended in December 1835, however, a second quarantine programme was launched in the Dardanelles because of the outbreak of plague in the Mediterranean in June 1838. At this time the construction of permanent quarantine buildings was started on the cape Nara in 1842. Similar quarantine inspections were also carried out in Seddülbahir, Kumkale and Kepez. In the following years quarantine measures were intensified in the Dardanelles according to the severity of plagues and other disease. Since chlorea epidemic spread fastly through sea routes in 1865, quarantine measures were intensified in the Dardanelles. This paper provides information about quarantine programme, problems related to quarantine, construction and repairs of quarantine buildings, and officers in quarantine-bureau.

Chalkokondyles’in Tarih’i (Historia) ve Eserde İstanbul’un Fethine Dair Gözlemler

Uğur Cenk Deniz İmamoğlu

ORCID: 0000-0003-4317-357X

Sayfalar: 1457-1466

Laonikos Chalkokondyles [Laonikos Halkokondilis] Bizans’ın son, Osmanlının ilk tarihçilerinden biri olarak 15. yüzyılda yaşamıştır. Atinalı bir aileye mensup olduğu bilinen müverrihin hayatını önceleri Venedik, Girit ve Atina’da sürdürdüğü iddia edilmişse de son çalışmalarda Laonikos’un Osmanlı İmparatorluğu merkezlerinden birinde – muhtemelen de İstanbul’da- yaşadığı öne sürülmektedir. Hiç şüphe yok ki bu durum onun eserinin değerini artırmaktadır. Döneminde şahit olduğu Bizans’ın çöküşü ve Osmanlıların yükseliş olgusunu eserinin merkeze alarak “Tarih”ini kaleme almıştır. 1299-1463 yılları arası olayları kapsayan Laonikos’un eseri on kitaptan [bölümden] müteşekkildir. Laonikos, Osmanlı sultanlarına göre terkip ettiği çalışmasında, pek çok olay, kişi ve kavimle ilgili birincil gözlemlerini nakletmektedir. Osmanlıların kökenleri ve devletin kuruluşunu anlatarak “Tarih”ine başlayan müellif, eseri boyunca Türkler ve Müslümanlar hakkında görece tarafsız bir tutum benimseyerek kendisinden önceki pek çok tarihçiden ayrılır. Kendi yaşadığı döneme dair gözlemleri ise şüphesiz ki çalışmasına ayrı bir değer katmıştır. Bu doğrultuda Laonikos’un, İstanbul’un fethine dair gözlemleri, başkalarından duyarak naklettiği anlatılar ve kayıtları büyük önem arz eder. İstanbul’un fethi için sağlanan askerî tertibat, gemilerin karadan yürütülmesi, topların yapılış ve atış şekli ve topçu ustası Urban’ın Osmanlıdaki istihdamı, kuşatma esnasında donanmanın ve kara ordusunun faaliyetleri ve nihayet surların yıkılarak yeniçerilerin şehre akını canlı ve tafsilatlı bir şekilde tasvir edilmektedir. Türk ve dünya tarihi açısından böylesine önemli ve tarih yazımında muhtelif tartışmaları içeren birçok hadisenin çağdaş bir tarihçi tarafından ayrıntılı bir şekilde işlenmesi muhakkak ki son derece kıymetlidir.

Laonikos Chalkokondyles, one of the last historians of the Byzantium and of the first historians of the Ottomans, lived in 15th century. The roots of his family were from Athens; and Laonikos was thought to have lived in Venice, Crete or Athens. However, current studies claim that he lived in one of the centers of the Ottoman administration – possibly in Istanbul. There is no doubt that this increases the value of his work. He composed his “History” as focusing on the fall of the Byzantium and the rise of the Ottomans, which was a fact he witnessed. His work covers the period between 1299-1463 and consists of ten volumes. Laonikos wrote his observations about lots of people, events and tribes while he arranged the order according to Ottoman sultans. He starts his work by narrating the roots of the Ottomans and establishment of the empire; and adopts a relatively objective attitude toward the Turks and Muslims, which differentiates him from the previous historians. His testimonies during his lifetime definitely add importance to his work. Accordingly, his witnessing and the stories he heard regarding the conquer of Istanbul is of vital importance. Military organization of the Ottomans, carrying the ships on the land, the shooting of the artillery and employment of Urbanus, naval and land corps during the siege, and entering of the janissaries after the collapse of the walls are described in details. Laonikos’ dealing with such an important event for Turkish and world history, which also brings certain debates in historiography, is highly crucial.

Osmanlı Devleti’nde Suç ve Ceza: Hatt-ı Hümâyunlara Göre İstanbul’a Gönderilen Uzuvlar (18. ve 19. Yüzyıl)

Uysal Dıvrak

ORCID: 0000-0003-3750-8396

Sayfalar: 1467-1484

Osmanlı Devleti’nde bir bölgenin fethini müteakip gönderilen iki görevliden birisi kadı diğeri de subaşıdır. Buradan da anlaşılmaktadır ki idarî ve adlî anlamda devletin temelleri hukuk üzerine inşa olmuştur. Daire-i Adliye de bunun bir göstergesidir. Hukukun tesisi noktasında gerek devlet otoritesinin zaafa uğramaması gerekse de toplumun adil bir düzen içerisinde yaşaması adına caydırıcı cezalar verilmiştir. Verilen cezalar şerî ve örfî kanunlara göre tatbik edilerek kanunnamelerle de yazılı hale getirilmiştir. Bu bağlamda işlenen suçun niteliğine göre cezaların bazısı taşrada infaz edilirken bazısı da İstanbul’da icra edilmiştir. Çalışmamız, Osmanlı Devleti’nde bilhassa taşrada vuku bulan suçların infaz şekilleridir. Suçlu veya suçluların bazı vücut organlarının kesilerek bunların İstanbul’a gönderilmesi şeklinde icra edilen ceza infaz yöntemlerini ele alacaktır. Bu infazları gerçekleştirenlere verilecek hediyeler ve terakkiler karşılaştırmalı olarak irdelenecektir. Bu çerçevede kaynak olaraktan hatt-ı hümâyunlar ve ikincil kaynaklar, zaman olarak ise 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başları ele alınacaktır. Elde edilecek veriler Osmanlı Develeti’nde işlenen suçların ve bunlara verilen cezaların infaz yol ve yöntemlerini aydınlatmaya katkı sağlayacaktır.

Two officials who used to be sent by the Ottoman Empire subsequent to conquering a region were kadı and subaşı. It is clearly understood that the very foundation of the state was built administratively and judicially upon the law. Daire-i Adliye can be seen as a proof to this understanding, as well. In terms of the establishment of law there had been some punishments which were deterrent both to avoid acts which might enfeeble the state and to keep society in a just rule. those punishments were practiced according to ecclesiastical and customary laws as a codification. In this context, in compliance with the nature of the crime committed some of the punishments were imposed in the country while the others were imposed in İstanbul. Our study is about the ways crimes that were especially committed in the country were executed in the Ottoman Empire. It will deal with the punishment methods which were executed by amputating various body parts of criminals and sending the amputated limbs to İstanbul. The gifts which were given along with a promotion to those who executed the punishments will be dealt comparatively. within this framework hatt-ı hümayun and some other subsidiary sources will be studied on a timeline from the late 18th century to the early 19th century. The data which is aimed to be gathered is likely to contribute to highlight the crimes and the punishment methods in the Ottoman Empire

Çukurova’da Mütesellimlik Uygulaması

Yılmaz Kurt

ORCID: 0000-0001-9595-7398

Sayfalar: 1485-1500

Mütesellim kelimesi Osmanlı literatüründe çoğu zaman vali vekili anlamında kullanılmıştır. İstanbul’dan atanmış olan vali gelip makamına oturuncaya kadar devlet işlerini yürütmek üzere bir adamını mütesellim unvanıyla gönderiyor veya yerel halktan bir ayanı bu işle görevlendiriyordu. Mütesellim atanan kişi vali gelinceye kadar yeni vali adına tahakkuk eden vergileri topluyor ve yeni valinin şehre girişi ile ilgili teşrifatı tamamlıyordu. Bu genel bilgilere karşılık 1789 yılından sonraki dönemler üzerinde yoğunlaşan bazı araştırmacılar mütesellimlik mekanizmasını muhassıllık gibi sürekli hale gelmiş bir kurum olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bu genelleme Çukurova’da incelediğimiz yüzlerce mütesellimlik beratındaki görev tanımlarına tam olarak uymamaktadır. Biz bu tebliğimizde Adana’daki mütesellimlik uygulaması üzerinden konuya açıklık getirmeye çalışacağız. Cevabını aradığımız soru, mütesellim basit bir vali vekili mi, yoksa valilikle sancakbeyliği arasında başlı başına kurumsal yapıya sahip bir idareci miydi sorusu olacaktır. Adana, 1608’e kadar yurtluk ve ocaklık statüsünde yönetilmiş, nüfusun çoğunluğu konar-göçer hayat yaşayan Türkmenlerden oluşan bir eyalet idi. Ayrıca son derece stratejik bölgede yer alan bir vilayet olması dolayısıyla normalin üzerinde vali görmüş, buna bağlı olarak pek çok mütesellim tanımış olması araştırmanın önemini artırmaktadır. Hasanpaşazade III. Hacı Ali Bey’in 1825 yılında Adana valiliğine atanmış olan Es’ad Paşa’yı Niğde’den Adana tarafına geçirtmeyerek geri döndürmüş olması mütesellimlerin yöredeki gücünü göstermesi açısından güzel bir örnektir.

The word mutesellim is often used in the Ottoman literature in the sense of governor’s deputy. The governor, who is appointed from Istanbul, sends a person with title of mutesellim to carry out the state affairs until he comes to his office or the governor was commissioning an a’yan from local people to this job. The appointed mutesellim was collecting to taxes on behalf of the governer until he arrived and completing formality for entry of the governer in the city. In response to this general information, some researchers, concentrating on the post-1789 period, considered the mutesellim mechanism as a permanent institution, such as muhassils. However, this generalization does not fully comply with the definitions of the job of hundreds of berats which we have analyzed in Cukurova. In this paper, we will try to clarify the issue through the practice of mutesellims in Adana. The question that we are looking for is whether the mutesellim was a simple governor’s deputy or it was an institutional structure between the governor and the bey of sanjak by itself. Adana was a state composed of Turkomen with the majority of the population living in immigrant life and the state had been ruled by the status of “yurtluk-ocaklik” until 1608. Besides, the state is in a highly strategic area, so it has increased the significance of the research because it was ruled by so many governors over the norm, in paralel with that the state has seen so many mutesellims. Hasanpasazade III. Haci Ali Bey, who appointed to the governor of Adana in 1825, did not allowed Esad Pasha to pass from Nigde to Adana, so Esad Pasha returned. It is a good example for showing the power of the mutesellims in region.

Sultan Selim’in Memluk Seferi’nin Arka Planı

Yusuf Oğuzoğlu

ORCID: 0000-0003-0167-6283

Sayfalar: 1501-1518

Sultan Selim’in Mısır Seferi 5 Haziran 1516 (4 Cemaziyelevvel 922) tarihinde Üsküdar’dan başlayıp 16 Ağustos 1518 (17 Receb 924)’da padişah ordusunun İstanbul’a ulaşmasıyla sona erdi. Sefer sırasında Memluk sultanları Mercidabık ve Ridaniye’de yenilgiye uğratıldılar. Halep, Şam, Kudüs gibi Suriye vilayetleriyle Arap emirleri Sultan Selim’e bağlılıklarını bildirdi. Memluk Devleti tarihe karıştı. İslam’ın kutsal mekanlarının bulunduğu Kâbe, Medine ve Kudüs şehirlerinde Osmanlı sultanı adına hutbeler okundu. Hicaz emiri oğlunu Kahire’ye göndererek Mekke ve Medine’nin altın anahtarlarını ve bağlılığını sundu. Başta Mısır olmak üzere yeni kazanılan topraklarda Osmanlı idaresi tesis edildi. 1516 yılının şartlarına baktığımızda Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nin sadece toprak kazanmaya yönelik olmadığını görmekteyiz.

1.Çaldıran Zaferi’nin kazanılarak bölücü Safevi tehdidinin uzaklaştırılmasından sonra Türkmen kökenli Artuklu ve sonrasında Akkoyunlu sahalarının kültürel ortamı Osmanlı çatısı altına alınmıştı. Şimdi ise Ramazanoğlu ve Dulkadiroğlu Türkmenlerinin Gazze’ye kadar Suriye ile bütünleşen hayat sahalarının güvenliği yolunda başlangıç adımları atıldı.

2.Özellikle Bursa çarşılarını besleyen Hint mallarının ve Baharat yolunun Portekiz tehdidi altına girdiği bir sırada duruma müdahale (önemli bir antrepo merkezi olan Halep’i de alarak) etmek gerekiyordu.

3.Portekiz sadece Osmanlı’nın iktisadi çıkarlarını tehdit etmiyordu. Memluk donanmasını yakarak Kızıldeniz’de varlık gösteren bu sömürgeci devlet aynı zamanda Haç yollarını ve İslam’ın mukaddes yerlerini de tehdit etmekteydi.

4.Osmanlı Devleti Fatih zamanında kazandığı “cihanşumûl”luk vasfını daha da genişleterek “İslam’ın koruyucusu” olmak üzere yeni bir sürece girdi.

Sultan Selim’s Egyptian expedition started in Üsküdar, on 5 June 1516 (4 Cumadelulâ 922) and ended on 16 August 1518 (17 Receb 924) when the Sultans’ of Armed Forces arrived in Istanbul. During the expedition, Mamluk sultans were defeated in Mercidabik and Ridaniye. Syrian provinces such as Aleppo, Damascus, Jerusalem and Arab commanders declared their commitment to Sultan Selim. The Mamluk State became extinct. In the cities of Medina, and Jerusalem where the sacred places of Islam are located, khutbahs had readen on behalf of the Ottoman Sultan. The Hijaz commander sent his son to Cairo and presented the golden keys and loyalty of Mecca and Medina. Ottoman administration was established in newly acquired lands, especially in Egypt. When we look at the conditions of 1516, we see that Sultan Selim’s Egyptian Expedition is not just for occupying territory.

  1. After the Victory of Çaldıran and the removal of the separatist Safevi threat, the cultural environment of Turkmen-based Artuklu and Akkoyunlu regions were taken under the Ottoman roof. Now the initial steps were taken for the security of the living space of Ramazanoglu and Dulkadiroglu Turkmens’, which is integrated with Syria to Gaza.
  2. Particularly, it was necessary to intervene when Indian goods feeding the bazaars of Bursa and the Spice Road were under the Portuguese threat, by taking Aleppo as an important warehouse centre.
  3. Portugal did not only threaten economic interests of Ottomans. This colonial state, which burned the Mamluk fleet and existed in the Red Sea, was also threatening the pilgrim routes and the sacred places of Islam.
  4. The Ottoman Empire was in a new process by becoming a “guardian of Islam” further expanding its “jihanşumûl” status, which it had gained during the reign of Fatih.

Alman Arşiv Belgelerine Göre Türk Heyetinin 15 Haziran14 Temmuz 1911 Tarihleri Arasında Almanya Çalışma Ziyaretinin I. Dünya Savaşı Öncesi Osmanlı Devleti ile Alman İmparatorluğu Arasındaki Yakınlaşmaya Etkisi

Yüksel Kaştan

ORCID: 0000-0002-8616-8968

Sayfalar: 1519-1546

1871 yılında Almanya İmparatorluğu kurulur. Alman imparatoru I. Wilhelm Almanya dışındaki olaylarla ilgilenmez. Ancak 1888 yılında imparator olan II. Wilhelm dış siyasette farklı bir yol izler. Almanya ilk olarak Avusturya- Macaristan, sonra da İtalya ile müttefiklik oluşturur. Artık Almanya genişleme siyaseti izleyecektir. Osmanlı Devleti 1881 yılında Duyun-u Umumiye İdaresinin kurulması ile ekonomik olarak zor duruma düşünce Almanya İstanbul’da Deutsche Bank’ın şubesini açar. Almanya’nın ekonomik olarak Osmanlı Devleti’ni desteklemesi doğal olarak Osmanlı Devleti ile Almanya arasında bir yakınlaşmayı sağlar. Dönemin şartları bu iki devleti siyasi, askeri ve ekonomik olarak birbirlerine yakınlaşır. Böylece her iki devlet arasında siyasi, ekonomik ve askeri ilişkiler başlar. Osmanlı Devleti’nde Alman Büyükelçisinin görev yapmaya başlaması ile Almanya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki etkisi giderek artar. II. Abdülhamid Dönemi’nde Osmanlı Devleti ile Almanya arasında başlayan siyasi, askeri ve ekonomik ilişkiler II. Meşrutiyet Dönemi’nde de devam eder. II. Meşrutiyet sonrası Osmanlı Alman ilişkileri çerçevesinde Osmanlı Hükümeti adına Almanya’ya 1911 yılında ekonomi, sanayi, genel durum gibi çeşitli alanlarda inceleme yapmak üzere bir araştırma heyeti gönderilir. Almanya Osmanlı Devleti adına bu heyete çok büyük bir önem verir. Heyetin kalacağı süre içerisinde ziyaret edeceği yerler, görüşmeler, konaklayacakları yerler, heyetin masrafları gibi konularla Alman İmparatorluğu yakından ilgilenerek heyetin gideceği her yere önceden talimatlar gönderilerek ziyaret sonrasında da rapor istenir. Almanya’da bu araştırma heyetine gösterilen ilgi Osmanlı Devleti’ne Almanya’nın ne derece önem verdiğinin bir göstergesi olur. Heyet Almanya’nın sanayisinden, şehirlerinden, askeri ve ekonomik gücünden etkilenir. Bu çalışmada Osmanlı Devleti adına 1911 yılında Almanya’yı ziyaret eden araştırma heyeti, heyete gösterilen ilgi, heyetin ziyaretleri Alman arşiv belgeleri ışığında araştırılmıştır. Bu ziyaretin Türk Alman yakınlaşması ve I. Dünya Savaşı’ndaki müttefikliğe etkisi araştırılarak sonuç ortaya konulmaya çalışılmıştır.

In 1871 the German empire was founded. German emperor Wilhelm I. Wilhelm is not interested in events outside Germany. However, the emperor of II. Wilhelm follows a different path in foreign policy. Germany is first of all allied with Austria-Hungary and then with Italy. Now Germany will pursue enlargement politics. Germany’s economic support of the Ottoman Empire naturally provides a rapprochement between the Ottoman State and Germany. The conditions of the two countries become closer to each other politically, militarily and economically. Thus, political, economic and military relations begin between the two states. The influence of Germany on the Ottoman Empire is increasing as the German Ambassador begins to serve in the Ottoman Empire. II. Political, military and economic relations between the Ottoman Empire and Germany in the period of Abdülhamid II. It also continues in the Second Constitutional Period. II. After the Constitutional Monarchy, a research delegation was sent to Germany on behalf of the Ottoman Government in 1911 to investigate various fields such as economy, industry, general situation in the frame of Ottoman German relations. Germany On behalf of the Ottoman State this delegation is of great importance. The delegation will be interested in the places to visit, negotiations, places to stay, expenses of the delegation and the German empire, and instructions will be sent to each delegation in advance to request a report after the visit. The interest shown in this research delegation in Germany is a sign of the importance of Germany to the Ottoman Empire. The delegation is influenced by Germany’s industry, cities, military and economic power. In this work, the research delegation who visited Germany in 1911 on behalf of the Ottoman State, visited the delegation and visited the delegation were investigated in the light of the documents of German archives. The aim of this visit was to investigate the effect of Turkish German rapprochement and alliance in World War I, and to try to put forward the conclusion.

XIX. Yüzyıl Başlarında Bosna Livası Timar ve Zeametleri

Zafer Gölen

ORCID: 0000-0003-3162-6076

Sayfalar: 1547-1560

III. Selim’in tahta geçmesiyle birlikte Osmanlı Devleti’nde bir dizi yenilik yapılmaya başlandı. Onun başlattığı reformlar halefleri tarafından sürdürüldü. Bu reformlar askerî, malî, hukukî ve sosyal sahalar olmak üzere her alana yayıldı. Bosna reformlardan en fazla etkilenen yer oldu. Çünkü daha fetihten itibaren Osmanlı Sultanları Bosnalılara farklı davranmış, onlara her konuda geniş bir serbestlik vermişlerdi. Onlar da Bosna’da İslâm’ın ve devletin sarsılmaz kalesi olmuşlardır. Osmanlı idaresi şehirlerde Yeniçeriler, hudutlarda Kapudanlıklar, taşrada ise Sipahiler aracılığıyla bölgeyi kontrol etmiştir. Zamanla bu zümreler yerlilerle karışmış ve Boşnak toplumun bir parçası haline gelmişlerdir. XIX. yüzyılda devletin merkezileşmesine paralel olarak her üç zümre de devlet kontrolüne önce muhalif, sonra rakip hale gelmişlerdir. Daha da ileri giderek 1813’ten sonra sık sık devletle çatışmışlardır. Üç zümre arasında Sipahiler halk arasında doğrudan Osmanlı otoritesini temsil eden grup olarak görülüyordu. Bu yüzden 1813’de Bosna Valisi Silahtar Ali Paşa timarlarla ilgili ilk düzenlemeleri yaptığında büyük bir tepki ile karşılaştı. İstanbul timarların önemini kaybettiğini, bu yüzden lağvedilmesi gerektiğini düşünüyordu. Sipahiler ise devletin kuzeybatı ucunda bir serhat eyaleti olan Bosna’nın kendileri olmadığı zaman elden çıkacağına inanıyorlardı. Halk da Sipahiler gibi düşünüyordu. İstanbul ne zaman timarlara dokunsa büyük bir tepki ile karşılaştı. Nihayet 1840’da timar dağıtımı sona erdirildi. 1851’de tüm timarlara el konuldu. Fakat problem bitmedi. Problem, ancak 1869 Timar Nizamnamesi ile timarların eski sahiplerine iadesi ile çözüldü. Bosna’da ölüm kalım meselesi olarak görülen timarlar hakkında, bir kaç çalışma haricinde herhangi bir araştırma yoktur. Bu çalışmada konu, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Tapu Kadastro Arşivi’nde yer alan en önemli kaynaklardan biri olan timar yoklama defterleri incelenerek tespite çalışılacaktır. Bu çalışmada 1840 öncesinde Bosna’da kaç timar olduğu, gelirleri, timarların sancaklara göre dağılımı ortaya konacaktır. Çalışma, en muntazam sayım olan 1889 numaralı Timar Zeamet Ruznamçe Defteri’ndeki kayıtlar temel alınarak aydınlatılacaktır. Tebliğde ilgili kayıtlar sayısal dökümler olarak verilecek, grafikler ile konunun aydınlatılması yoluna gidilecek, ortaya çıkan bulgular genel ve nahiyeler bağlamında ayrı ayrı değerlendirilecektir.

When III. Selim ascended the throne, a series of new regulations were made in Ottoman Empire. The reforms he had started, were pursued by his successors. These reforms were implemented to military, financial, legal and social areas. Bosnia was affected by reforms at the utmost because after the conquest of the Ottomans, Bosnians were privileged. And Ottoman Sultans gave them a wide range of freedom in every way. In return, they became the stable residences of Islam and the Ottomans in Bosnia. The Ottomans controlled the region through Janissaries in cities, Kapudanlıks on borders, and Sipahis in provinces. Over time, these groups integrated to the local people and became the part of the Bosniak community. In XIX. century, with the centralization of the state, these three groups were opposed to the state control first, then became competitors. After 1813, they often clashed with the state. Among the three groups, Sipahis were seen as a group representing the Ottoman authority directly by people. Therefore, in 1813, the Governor of Bosnia, Silahtar Ali Pasha faced a great reaction when he made the first regulations on timar. Istanbul believed that timars had lost their importance, so they had to be abolished. On the other hand, Sipahis believed that Bosnia, a state at the northwest of the state, would be out of hand if they were not there. People also thought like Sipahis. Whenever Istanbul made regulations on timars, severe reactions were given. Finally, in 1840, the distribution of the timar was stopped. All timars were disseized in 1851. But the problem was not over. The problem was solved by the 1869 Timar Regulation which gave timars to its exowners. There are not any studies in Bosnia about timar issue, which was seen as a life or death matter, except for a few researches. In this paper, the topic will be analyzed by examining timar registry records which are one of the most important sources in the Prime Ministry Ottoman Archives and Land Registry Archives. The research will find out the number of timars in Bosnia, revenues and the distribution of the timars in sanjaks before 1840. The study will be tried to be revealed on the basis of the records in Timar, Ziamet and Ruznamce Registers, number 1889, which is the most uniform count. In this paper, related records will be given as numerical datum, graphics will be used to clarify the subject, and findings will be evaluated separately in general and in the context of nahijes.

Meşrutiyet Döneminde Osmanlı Harbiye Mektebinde Eğitim-Öğretim Sistemi ve Müfredatına Dair Bir Değerlendirme

Zekeriya Türkmen

ORCID: 0000-0002-0938-0121

Sayfalar: 1561-1592

XIX.Yüzyıl, Osmanlı Devleti’nde büyük çözülmelerle birlikte her alanda önemli değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir dönemi içinde barındırır. Özellikle askerî sahada yapılan devrim niteliğindeki uygulamalarla devleti yönetenler, içten ve dıştan gelebilecek saldırılara engel olabilecek tedbirleri yerinde ve zamanında alarak devletin devamlılığını sağlamaya gayret etmişlerdi. Sultan II. Mahmut’un kurduğu Asakir-i Mansure Ordusu için, Harbiye Mektebi’nin de açılışıyla birlikte Batılı anlamda askerî bilgiyle donanmış eğitimli zabit sınıfı oluşturulmaya çalışılmıştı. Harbiye Mektebinde üst düzey eğitim verilmesi gündeme gelince, Sultan Abdülmecit döneminde askerî orta öğretime yönelik idadilerin açılması sağlanmıştır. Kırım Harbi ile yeni kurulan ordu, rüştünü kısmen ispat etmiş olsa da, aslında askerî eğitim-öğretim sisteminde tam anlamıyla Batı tarzı bir değişim-dönüşüm gerçekleştirilememiştir. Sultan II. Abdülhamit döneminde askerî eğitim-öğretim sistemi ile askerî teknolojide öteden beri hedeflenen değişim ve dönüşüme önemli ölçüde yaklaşıldığı değerlendirilebilir. 23 Aralık 1876’da ilan edilen Kanun-ı Esasi’yi (I. Meşrutiyet) takiben başlayan 1877- 1878 Osmanlı-Rus Harbi, Kırım Harbinden sonra Osmanlı ordularının iki cephede (Kafkasya ve Balkan) mücadelesine sahne olmuştur. Özellikle Berlin antlaşmasından sonra siyasî anlamda Osmanlı Devleti’nin Almanya ile başlayan münasebetlerinde yeni bir döneme girilmiştir. Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın seraskerliği sırasında, “Osmanlı-Prusya Askerî İttifakı”nı başlatan ve zamanla güçlendiren yeni bir döneme girilmiştir. Nitekim Osmanlı başkentine davet edilen Alman askerî ıslah heyetleri, kısa bir zaman içinde Harbiye Mektebi’nde ve ordunun teknik birimlerinde yeni usul ve yöntemlerle eğitim vermeye başlamışlardır. Meşrutiyet Döneminde (1876-1918) Harbiye Mektebi, eğitim-öğretim sistemi ve müfredatı baştan aşağı gözden geçirilerek çağın harp fen ve tekniklerine uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. Özellikle Harbiye Mektebinde görevlendirilen çoğunluğu Alman, -az da olsa Fransız ve İngiliz- öğretmen subayların etkisiyle talimnamelerin ve ders kitaplarının yeniden hazırlanması, Almanca’dan Türkçe’ye aktarılması faaliyetleri yanında ders içeriklerinin yeniden düzenlenmesi, öğretim müfredatın belirlenmesi konularında önemli çalışmalar yapılmıştır. Colmar von der Goltz gibi uzun yıllar Osmanlı Seraskerlik müessesine bağlı eğitim kurumlarında öğretmenlik ve idarecilik yapan Prusyalı subayların gayretleriyle Osmanlı askerî sistemi gelecekte sadık müttefik olacak şekilde Alman usul ve yöntemlerine göre şekillendirilmeye çalışılmıştır. Harbiye Mektebinde bu dönemde nazariyattan yani teoriden ziyade uygulamaya yönelik pratik derslere ağırlık verilmiş, çağın harp fen ve tekniklerine vâkıf, siyaseten ülkedeki gelişmeleri kavrayabilen, memleket sorunlarını düşünen zabit adayları yetiştirilmeye gayret edilmiştir. Gerçi bu sistem, zamanla ordunun siyasileşmesine önemli ölçüde zemin hazırlamış olsa da, Osmanlı ordusu XIX.yüzyılın sonunda dünyada giderek artan silahlanma yarışında yerini belli etmeye, -1897 Osmanlı-Yunan Harbinde olduğu gibi- tecrübi anlamda kendini göstermesine fırsat yaratmıştır. Bu bildiride, dönemle ilgili arşiv kaynakları ile konu hakkından yapılmış akademik yayınlardan yararlanılarak, Osmanlı Harbiye Mektebinde yürütülen eğitim-öğretim sistemi ve müfredatı üzerinde durulacak, Alman uzmanların askerî eğitim sistemindeki etkileri açıklanmaya çalışılacak, ordu sisteminin değişim ve dönüşümü hakkında bir değerlendirmede bulunulacaktır.

The nineteenth century of the Ottoman Empire consists of both great disintegrations and important changes in every area. Especially in the military area there have been revolutionary changes were made. The administrators of the state thought these precautions on time to sustain the continuity of the state and to protect the state from internal and external threats. The Asakir-i Mansure Army, founded by Mahmud II and the opening of the Military School was an attempt to create an educated officer class which has a basis for the military affairs in westernized manner. When it came to higher education in the Military School, in the period of Sultan Abdul Majid, middle ranking high schools were opened. The newly established army with the Crimean War proved itself positively but educational transformation to the western standards could not be achieved. During the reign of Abdul Hamid II, the military education system and military technology approached to the long time ago aimed goal. Following the Kanun-ı Esasî, proclaimed on 23 December 1876 (First Constitution) the Russo-Ottoman War had started. This was a two-front war (Caucasia and Balkans) first since the Crimean War. Especially after the Berlin Treaty, the Ottoman Empire started a new diplomatic period with Germany. During the office time of Gazi Osman Pasha in general commandership, the hero of Plevna, a new period has started in which “the Ottoman-Prussian Military Alliance” had started and strengthened. The German military reclamation committees were invited to the capital of the Ottoman Empire and in a very short time they have started to educate the Ottoman army according to new methods and systems. During the Constitutional Period (1876-1918) the Military School was revised totally and ordered according to the contemporary war science and techniques. With the effect of German teachers- and some French and British- who are at the Military School, the new course books were prepared, translated from German into Turkish, the content of these courses reordered, and the new curriculum was designed. With the efforts of Prussian officers worked in the Military School for long years as teachers and administrators, such as Colmar von der Goltz was shaped according to the German model, which would be a loyal ally in the future. In the Military School, in this period, not theoretical classes rather practical classes were offered. The aim was to educate officers who could know the scientific and technique developments of the time and could understand the political development of the country. This opened the way of poetization of the army but in the end of the nineteenth century the arm-race in the world was increasing and the Ottoman Empire could join to this race which has been proven practically during the OttomanGreece War of 1897. In this paper, we will use the academic publishing about this topic and archival documents. The curriculum of the Ottoman Military School and its educational system will be evaluated. The effect of the German officials on the system and change of the army system will be evaluated.

Osmanlı Toplumunda Müslüman Kadınların Kadı Mahkemelerini Kullanma Pratiği: Vidin Örneği (1700-1750)

Zülfiye Kocak

ORCID: 0000-0002-1352-9849

Sayfalar: 1593-1616

Günümüzde Bulgaristan’ın kuzey-batısında, Tuna Nehri’nin güney tarafında yer alan Vidin şehri XVIII. yüzyılda önemli bir serhat şehri olup, yüzyılın başlarından itibaren Darü’l-cihad ve’l-mücahidin olarak anılmaktaydı. Bu çalışmada Bulgaristan Arşivi “Natianole Biblioteque” de bulunan ve 1700-1750 yılları arasını kapsayan 15 adet şer‘iyye sicil defteri kullanılarak Müslüman kadınların evlenme-nikâh, mehir-boşanma, miras, nafaka talepleri, vasi-nasb tayini, alacak-verecek, alım-satım ve vakıf işleri gibi çeşitli konularda kadı mahkemelerini kullanma pratiklerine örnekler verilerek, Osmanlı toplumundaki konumları ortaya konulmaya çalışılmıştır.

The city of Vidin that is located northwest of Bulgaria and south of the River Danube was an important border city during 18th century and was known as Darü’l-cihadve’lmücahidin starting from the beginning of the century. The objective of this study was to put forth the situation of Muslim women in the Ottoman society by putting forth their reasons for using kadi courts for issues ranging from marriage, divorce, bail, custody and alimony appointment, inheritance, purchasing-sale and foundation works using 15şer’iyye registries at the Bulgarian Archive “Natianole Biblioteque” covering the years of 1700-1750.