XVIII. Türk Tarih Kongresi Cilt X

XVIII. Türk Tarih Kongresi

Kongreye Sunulan Bildiriler (X. Cilt)

Türk Dünyası Tarihi

Hazırlayanlar: Semiha NURDAN – Muhammed ÖZLER
E-Kitap Yayın Tarihi:
Yayınlayan: Türk Tarih Kurumu
eISBN: 978-975-17-5121-8 (10.c) - 978-975-17-5111-9 (tk.)
Sayfa: 903
Konular: Türk Tarih Kongresi, Türk Tarihi

“Türk ve Türkiye tarihini çağdaş, sosyal bilim anlayışıyla araştırmak ve yaymak; bu alandaki araştırmaları desteklemek ve toplumdaki tarih bilincini geliştirmek” misyonu çerçevesinde faaliyetlerini yürüten Türk Tarih Kurumu, milli bir tarihsel kimliğin oluşmasında geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir rol üstlenmiş bulunmaktadır. Dünyayı hâkimiyeti altına alan küreselleşme süreci, köklü millî ve manevi değerleri olmayan veya bunları gereği gibi koruyamayan kültürleri yok ederek milletleri öz kültürlerinden uzaklaştırabilmektedir. Gerek dünyada gerekse bulunduğumuz coğrafyada yaşanan olaylara bakıldığında tarih ve millî kültür bilincine sahip, geçmişten ders çıkarmayı bilen milletlerin her türlü zorluğa karşı kendi varlıklarını korudukları görülecektir. Bu nedenle Türk Tarih Kurumunun insanlığa, tarihe ve geleceğe karşı görev ve sorumlulukları oldukça önemlidir. Bu bağlamda, Kurumumuzun görev ve sorumluluklarında biri de yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar, kongreler düzenlemektir. Bu toplantı ve kongrelerin en önemlisi Türk Tarih Kongreleridir. Dünyada kendi alanında en saygın kongreler arasında yer alan Türk Tarih Kongreleri, Türk tarihi ile Türkiye tarihinin önemli olaylarının aydınlatılmasına büyük katkılar sağlamış, ülkeler ve insanlar arasındaki kültürel bağların kurulmasına ve geliştirilmesine de olumlu hizmetlerde bulunmuştur.

BİLDİRİLER - SEKSİYON XX (TÜRK DÜNYASI TARİHİ)

Kazakistan’ın Latin Alfabesine Geçiş Süreci ve Türk Dünyasında Alfabe Birliği

Abdulvahap Kara

ORCID: 0000-0001-9270-6761

Sayfalar: 1-12

Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev 27 Ekim 2017’de Latin alfabesine geçiş kararnamesini imzaladı. Böylece Türk dünyasında bağımsız Türk cumhuriyetlerinin Kırgızistan dışında hepsi Latin harflerini geçmiş oldu. Arap harfli temelli Türk dünyasındaki bin yıldan fazla bir zaman devam eden alfabe birliği 1920’li yıllara geldiğinde sona ermişti. Sovyetler Birliği’ndeki Türk Cumhuriyetleri önce Latin daha sonra Kiril harflerine geçmişti. Türkiye’de 1928’de Latin harflerini kabul etmişti. 1991’de SSCB’nin çöküşüyle Türk Cumhuriyetlerinin modern dünyanın en yaygın ve kullanışlı alfabesi Latin harfleri temelinde ortak bir alfabe sistemine geçmesi gündeme geldi. 1990’lı yılların başında Türk dünyası dilbilimcilerinin 34 harfli bir ortak alfabede hem fikir olmalarına rağmen SSCB’den bağımsızlığını ilan eden cumhuriyetlerin bu Latin harflerini hemen kabul etmelerini mümkün olmadı. Aradan çeyrek asır geçmesine rağmen bu süreç tamamlanamadı. Bu bildiride Kazakistan’ın Latin alfabesine geçişte yaşanan sıkıntılar, tartışmalar ve önerilen alfabe modelleri üzerinde durulacaktır. Ayrıca Türk dünyasındaki gerçekleşecek olan alfabe birliğinin Türk Cumhuriyetleri arasındaki ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilere etkileri ele alınacaktır.

President of Kazakhstan Nursultan Nazarbayev signed the decree on October 27, 2017 to switch to Latin alphabet. Thus, all of the independent republics in the Turkic world, apart from Kyrgyzstan, have adopted the Latin alphabet. The Arabic based alphabetical unity, which lasted more than a thousand years in the turkic world had ended in the years of 1920’s. The Turkic Republics of the Soviet Union first moved to Latin letters, then to Cyrillic. Turkey had adopted the Latin alphabet in 1928. With the collapse of the USSR In 1991, adopting a common alphabet system on the basis of the Latin alphabet system which the most useful and common in the modern world came into question. It wasn’t easy to adopt the Latin letters for turkic countries declaring independence from the USSR, despite the fact that linguists from these countries determined a common alphabet of 34 letters at the beginning of 1990’s. This process adopting these letters could not be completed even after a quarter of a century was passed. This paper will focus on the difficulties, discussions and proposed alphabet models in the process of Kazakhstan’s transition to Latin alphabet. In addition, the effects of the alphabetical unity in the Turkic world on the economic, political and cultural relations between the Turkic republics will be discussed.

Azerbaycan Cumhuriyeti (1918-1920) Diplomatlarının Türkiye’den Gönderdiği Mektuplar ve Belgeler

Adalet Şerif Oğlu Tahirzade

Sayfalar: 13-28

Azerbaycan Cumhuriyeti (1918-1920) Hükûmeti İstanbul’a çeşitli heyetler ve mümessiller göndermiş; onlar da Osmanlı’nın üst düzey görevlileri ile temasa geçmişlerdir. Bu çerçevede, Azerbaycan Milli Şurası Başkanı Mehmet Emin Resulzade (1884-1955), Azerbaycan diplomatı Mehmet Hasan Hacınski (1875-1931), Azerbaycan’ın Osmanlı Devleti nezdinde fevkalade salahiyetli elçisi Ali Merdan Bey Topcubaşov (1863- 1934) başta olmak üzere, Azerbaycan Cumhuriyeti diplomatları İstanbul’dan kendi devlet makamlarına bir çok diplomatik mektup göndermişlerdir. Bu bildiride Resulzade, Topçubaşov ve Hacınski’nin Osmanlı Devleti’nden gönderdiği diplomatik mektuplar ve belgeler incelenecektir.. Bahsi geçen mektupların bazıları Azerbaycan’da Türkçe ve Rusça basılmış veAzerbaycan ve Türkiye’de C. Hasanov, V. İmanov, M. Ağayev gibi tarihçiler eserlerinde bu mektuplardan yararlanmışlardır. Fakat bu belgelerin tümüyle hangi Azerbaycan arşivlerinde bulunduğu hakkında şimdiye dek hiç bir araştırma ortaya konulmamıştır. Bildirimiz bu boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır. Resulzade, Topçubaşov, Hacınski ve diğer diplomatların mektupları şu iki arşivde mevcuttur: Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Arşivi (ARDA) ve Azerbaycan Cumhuriyeti Başkanlık İdaresinin Siyasi Senetler Arşivi (ARPİİSSA). ARDA’daki diplomatik mektuplar ve belgeler 2 fonda bulunan 13 dosyadaki 102 belgeden, ARPİİSSA’dakiler ise 1 fonda bulunan 3 dosyadaki 51 belgeden oluşmaktadır. İki arşivdeki belgelerin toplam sayısı 153, sayfaların toplam sayısı ise 535’tir. Bu belgeler arasında içerik bakımından en önemli olanlar şunlardır: “İstanbul Sulh Konferansına gönderilmiş Azerbaycan Cumhuriyeti Heyet-i Murahhasası” Başkanı Mehmet Emin Resulzade’yle Azerbaycan Hükûmeti arasındaki karşılıklı yazışmalar, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’ndeki Sefiri Ali Merdan Bey Topçubaşov’la Azerbaycan Hükûmeti arasındaki karşılıklı yazışmalar, “Batum Konferansı’na Memur Azerbaycan Hükûmeti Heyet-i Murahhasası” Başkanı ve Hariciye Nazırı Mehmet Hasan Hacınski’nin Osmanlı Heyeti Başkanı Halil Paşa’ya gönderdiği mektuplar ve başka belgeler, İstanbul’a gönderilmiş Azerbaycan Heyetine verilmiş vesikalar, İstanbul’daki Azerbaycan Heyeti Maliye Komisyonu azalarının Azerbaycan Hükûmetine raporları. Söz konusu belgelerin yazılma tarihi 1918-1919 yıllarını kapsamaktadır. Bildirimizde, dijital kopyalarını elimizde bulundurduğumuz tüm bu belgelerin içeriği ayrıntılı biçimde incelenmektedir.

Azerbaijan Government sent several delegates and committees to Istanbul to get in touch with high-level officials of the Ottoman Empire. The head of Azerbaijan National Council Mehmet Emin Resulzade (1884-1955), diplomat Mehmet Hasan Hacinski (1875- 1931), plenipotentiary of Azerbaijan in the Ottoman Empire Ali Merdan bey Topçubaşov (1863-1934), and others sent diplomatic letters to the Azerbaijani state authorities from Istanbul. In this paper, we study the diplomatic letters by Resulzade, Topçubaşov and Hacinski, sent from the capital of the Ottoman Empire. Some of the above mentioned letters were published in Azerbaijan, in Turkish and in Russian. Historians such as J.Hasanov, V.Imanov, M.Agayev as well as others from Azerbaijan and Turkey referred to these sources in their work. However, so far no research had been carried out to reveal in which Azerbaijani archives the above mentioned documents were kept. Our paper aims to fill in this gap. The letters of Resulzade, Topçubaşov and Hacinski are kept in two archives: State Archives of the Azerbaijan Republic (ARDA) and the Political Archives of the Presidential Office of the Azerbaijan Republic (ARPİİSSA). Diplomatic letters and documents of ARDA consist of 102 documents kept in 2 stockpiles and 13 files, those in ARPİİSSA consist of 51 documents kept in 1 stockpile and 3 files. The total number of documents in both archives, is 153 (535 pp.). Undoubtedly, contents of the following documents are the most important: Correspondence between Mehmet Emin Resulzade, the Head of the Delegation of Azerbaijan in the Istanbul Peace Conference and the Government of Azerbaijan; the correspondence between Ali Merdan Bey Topçubaşov, the plenipotentiary of Azerbaijan in the Ottoman Empire, and Azerbaijan Government; letters by Foreign Minister and head of the delegation of Azerbaijan at the Batumi Conference Mehmet Hasan Hacınski to Halil Paşa, head of the Ottoman delegation to the Batumi Conference; documents given to the Azerbaijani delegation sent to Istanbul; reports written by the Financial Council of the Azerbaijani delegation in Istanbul to the government of Azerbaijan. All these documents are dated 1918-1919. In our paper, we thoroughly study the contents of the documents mentioned, digital copies of which we have in our possession.

Rusya Federasyonunun Kuzey Kafkasya Bölgesindeki Türk Halklarının Durumu

Agil Şahmuradov

Sayfalar: 29-38

Doğu ve Batı uygarlıklarının, Müslüman ve Hristiyan kültürlerinin birleştiği noktada bulunan, ticaret yollarının kesiştiği bir alanda yer alan, stratejik konuma, zengin doğal kaynaklara ve ekonomik imkanlara sahip olan Kafkasya Bölgesi tarih boyu ilgi çekmiştir. Etnik açıdan karmaşık bir yapıya sahip olan Kuzey Kafkasya’da Türk halkları (Karaçaylar, Balkarlar, Nogaylar, Kumuklar, Ahıska Türkleri, Azerbaycanlılar, Tatarlar, Türkmenler) da dahil olmak üzere çeşitli entik grublar yaşamaktadir. Türk halkları daha çok KaraçayÇerkezya, Kabardey-Balkarya ve Dağıstan cumhuriyetlerinde bulunmaktadırlar. Tarih boyunca Türk halkları Kuzey Kafkasya’nın politik, ekonomik ve kültürel yaşamında önemli bir rol oynamışlar.. Buna rağmen, onlar hem Çarlık Rusya döneminde, hem Sovyet döneminde, hem de SSCB’nin çöküşünden sonra ciddi sorunlarla karşı karşıya, çeşitli takiplere maruz kalmışlardır.

Starting from the VIII century, BC. Turkic people settled in the North Caucasus. They actively participated in the processes taking place in the region. The origin of the traditions of statehood in the region is also associated with their names. Since the XVI century, the process of conquering the North Caucasus by Russia began, and this process was completed in the XIX century. The colonial policy of Tsarist Russia adversely affected the development of the Turkic people of the North Caucasus; therefore, some of them were exiled from their historical lands. Such a process also continued in the period of the USSR. During the Second World War, the people of the North Caucasus including Karachais, Kumyks, Balkars, and Nogais, were sent to Kazakhstan and Central Asia for fictional reasons. After the collapse of the Soviet Union, the Turkic people of the North Caucasus remained as the part of the Russian Federation. Today, the North Caucasus is an economically underdeveloped region of Russian Federation. The unemployment rate here is high enough. All these processes negatively affect the development of the Turkic people.

The Significance of the Number ‘Nine’ for the States and Societies in the Early Modern Turkic Empires

Ahmad Guliyev

Sayfalar: 39-54

Dokuz Türklerde kutsal sayıdır ve Türk mitolojisinde önemli bir yere sahipdir. Türklerin önde gelen kabilelerinden birisi Dokuz Oğuzlar olarak bilinirdi. Kitabi Dede Korkut’ta da dokuz sayısının sıkça kullanıldığını görmek mümkündür. Kutadgu Bilig’i yazan, onbirinci yüzyıl Orta Asya Türk şairi Yusuf Has Hacib gün doğumunu, önü sıra 9 altın renkli sancağın taşındığı hükümdarın görünüşüyle karşılaştırır. Ebül Gazi Bahadır Han yazmış olduğu Şecere-i Terakime (Türkmenler’in Şeceresi) eserini dokuz bölüme ayırdı, çünkü bilge adam demiş: “9’dan öte hiçbir şey yoktur”. Osmanlı, Safevî ve Moğol tarih yazarları sık-sık 9 göksel küreden söz ederlerdi. Dokuz sayısı hediyeleşmede de önemli bir yere sahipti. Hediyelerin dokuzar adet olması bir gelenek idi ve Türkler hediye verirken dokuzlu âdetinin uygulanmasına dikkat etmişlerdir. Ortaçağ Arap ve Avrupa yazarlarının (Ibn Battûta, Ibni Arabşah, A.Jenkinson, J.Chardin, A.Oleari, J.Thevenot, ve diğerleri) da aktardığı gibi Türklerde 9’lu hediyeler vermek adettir. Türkler 9 sayısından hukuksal işlerde de kullanılmışlar. 14. asır seyyahlarından İbn Battûta’nın aktardığına göre, “yanında çalıntı hayvan bulunan kimsenin cezası bunu iade etmek, ilaveten çalınan hayvanın türünden dokuz adet daha vermektir”. Dokuz sayısı mülki idare bölümlerinde de görülmüştür. Hamdallah Mustafi’ye göre, Azerbaycan, 13. ve 14. yüzyıllarda 27 şehirin dahil olduğu dokuz vilâyetten oluşuyordu. Bu makalenin genel amacı kaynaklara dayanarak Osmanlı, Safevî ve Moğol (Babür) devletleri ve toplumlari için ‘dokuz’ sayısının hangi önem taşıdığını incelemektir.

Turkic peoples have considered the number nine as bearing a special mystic significance. One of the leading tribes of the Turks was known as the ‘Tokuz Oguz’, the ‘Nine Oghuz’. The mysticism of the number ‘nine’ is used in The Book of Dedem Korkut. The eleventh-century Turkish poet from Central Asia, Yusuf Balasagunlu, a writer of the epic Kutadgu bilig, compared the sunrise to the appearance of the ruler before whom nine gold-colored banners were carried. Abu’l Ghazi, an author of Shajarah-i-turk divided his work into nine chapters because ‘wise men have said: “nothing must exceed the number nine”. Ottoman, Mughal and Safavid chroniclers often mention of “nine skies”, “nine vaults of heaven”. The number ‘nine’ also played an important role in gift exchanges: it was customary to give presents in groups of nine. Gift-giving and tribute payment in denominations of nine were also recorded by both Arabic and European authors of the late medieval and early modern periods (Ibn Battuta, Ibn Arabshah, A.Jenkinson, J.Chardin, A.Oleari, J.Thevenot, etc.). Turkic peoples also used number ‘nine’ in legal affairs. 14th century traveler Ibn Battuta notes that, “a man in whose possession a stolen horse is found is obliged to restore it to its owner and to give nine of the same value”. This number was also observed in administrative divisions. According to Hamd-Allah Mustawfi, Azerbaijan comprised nine tumans (vilayet), with 27 cities’ in the 13th and 14th centuries. The present article aims to explore to what extent and in what ways the number ‘nine’ continued to carry the significance for the states and societies in the Ottoman, Safavid and Mughal empires?

Hülâgû Han’dan Emîr Timur’a Anadolu Tatarları

Ali Rıza Yağlı

ORCID: 0000-0002-4414-3834

Sayfalar: 55-80

Ta-ta ya da Tatar isminin Cengiz Han’dan önce Türk ve Çin kaynaklarında geçtiği görülmektedir. Çinliler, Cengiz Han’dan önce Moğolca konuşan boyları Tatar olarak adlandırmış hatta bunları Ak, Kara ve Yabanî olarak tasnif etmiştir. Göktürk Yazıtları’nda rast gelinen Tatar ismi, XIV. yüzyılda Anadolu’ya gelen Moğollar için de kullanılmıştır. Anadolu’ya gelen bu taife hakkında önemli meselelerin mevcut olduğu görülmektedir. Bunların başında Tatar ismi kullanılırken kimlerin kastedildiği, Tatarların Anadolu’ya ne zaman geldiği, bunlar Anadolu’dayken nasıl bir tutum sergileyip hangi faaliyetlerde bulunduğu sorularıdır. Nitekim Osmanlı kaynakları Osman Gazi’nin atası Süleyman Şah’ın Türkmen ve Tatar evleriyle birlikte Anadolu’ya geldiğini ve bunların Süleyman Şah’ın ölümüyle birlikte Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağıldıklarını söylemektedir. Diğer bir mesele Tatar denilirken kimlerin kastedildiğidir. Bu konuda Arap, Osmanlı, Moğol ve Timurlu kaynakları farklı şekilde bilgiler sunmaktadır. Ayrıca Babuk, Samagar, Baycu Noyan, Sutay Noyan, Çavdar gibi Tatar beyleriyle ahfadının, Çaygazan ve Kara Tatar gibi Tatar boylarının Türkmenlerle kurmuş olduğu ittifaklar Anadolu’nun güç dengelerini önemli derecede etkilediği bir gerçektir. Anadolu Türkleri sadece Moğollara karşı mı savaşmıştır ya da sadece Türk beylerinin mi hizmetinde bulunmuştur? Yapılan çalışmada Anadolu’daki Tatar varlığı, belirtilen meseleler çerçevesinde ele alınacaktır.

It is seen that Ta-ta or Tatar’s name passed before the Genghis Khan in Turkish and Chinese sources. The Chinese named as Tatar Mongolian-speaking tribe before Genghis Khan, and even classified them as Ak, Kara and Yabanî. The Tatar name coinciding with the Göktürk Inscriptions was also used for the Moghuls who came to Anatolia in the XIV. century. It is seen that there are important issues about this community coming to Anatolia. The beginning of these are that who are implied with names of the Tatar?, when the Tatars came to Anatolia?, the question of what kind of attitude they are in Anatolia and what are they activities doing? As a matter of fact, Ottoman sources say that the Suleiman Shah who is ancestor of the Othman Ghazi came to Anatolia together with the Turkmen and Tatar community and they were scattered to various parts of Anatolia just after the death of the Suleiman Shah. Another issue is who is referring to Tatar. In this regard Arab, Ottoman, Mongolian and Timurid sources provide different information. It is also true that the alliances established with the Turkmen by Tatar boats such as Babuk, Samagar, Baycu Noyan, Sutay Noyan, Çavdar, Tatar banners such as Ahfadın, Çaygazan and Kara Tatar have a significant effect on the power balances of Anatolia. Did the Anatolian Turks fight only against the Moghuls, or were they only in the service of the Turkish governor? The Tatar presence in Anatolia will be examined in the framework of the mentioned issues.

Karolenj Sarayındaki Rus Elçilerinin Kağanı: Rus Kağanı mı Hazar Kağanı mı?

Altay Tayfun Özcan

ORCID: 0000-0002-6409-9711

Sayfalar: 81-96

St. Bertin kroniğinde, 838’de Bizans İmparatoru Theophilos’un bir elçilik heyetinin Ingelheim’de Karolenj İmparatoru I. Louis’yi (814–840) ziyaret ettiğine ilişkin bir kayıt, Bizans heyetine eşlik eden Rus gurubu ile ilgili ilgi çekici bir ayrıntıyı içermektedir. Karolenj sarayında adlarının ve kimliklerinin bilinmemesinden ötürü bir anda şüpheyi üzerlerine çeken ve bundan ötürü de haklarında bir tahkikat açılan bu gurubun, sonunda Baltık kıyılarında yaşayan İsveçliler oldukları anlaşılmış ve bu konuda bir rapor İmparatora sunulmuştur. Ancak, ilgili kayıtta, bu heyetin aslında kimin hizmetinde bulundukları gerçeği açıkça bildirilmemekte, sadece onların “Kağanın elçileri” oldukları ifade edilmektedir. Pek çok tarihçi, söz konusu “Kağan”ın, Baltık kıyılarında bulunan bir İsveç hükümdarı olduğunu ifade etmişlerdir. Bunlardan bazılarının görüşüne göre bu kişi Hazarlardan etkilenerek veya bazılarına göre ise Hazarlara tâbi olarak bu unvanı takınmış idi. Elbette bu iddia hiçbir dayanaktan yoksun değildir. Nitekim bazı Arapça eserlerde Rus hükümdarının “Kağan” unvanını taşıdığına ilişkin kayıtlar mevcuttur. Bununla birlikte sayıları az olmakla birlikte daha başkaları ise Rus elçilerinin esasen Hazar Kağanı’nın elçileri oldukları fikrini pek de detaylı bir tartışmaya girmeksizin dile getirmişlerdir. Biz, bu çalışmamızda, St. Bertin kroniğindeki bu Rusların, kimin elçileri oldukları hususunu ortaya koymak istiyoruz.

In St. Bertin Annal, a recording regarding the visit to the emperor of Carolingian Louis I in Ingelheim by a mission sent by the emperor of Byzantine Theophilos (814-840) includes a remarkable detail about a Russian group escorting the mission. That group which evoked doubt because their identity was not recognised in the palace of Carolingian, and which therefore they started a prosecution against was eventually realised to be the Swedish who lived on Baltic shores, and a report on this issue was presented to the emperor. However, it wasn’t clear stated at whose service they were, but only that they were “the ambassadors of the Chagan”. Many historians expressed that the Kagan in question was a Swedish king inhabiting in Baltic shores. For some of them, that person adopted that title because he was effected by Khazars, and for some, because he was subject to Khazars. It’s not like this claim lacks any basis. Indeed, some Arabic sources contains recording regarding the fact that Russian king bore the title Kagan. On the other hand, some others, though low in number- uttered without debating much that Russian ambassadors were in fact the ambassadors of the Kagan of the Khazars. In our study we aim to present whose ambassadors those Russians in St. Bertin annal were.

Erken Ortaçağ’da Güney Kafkasya’nın Türk Toplumu veya Güney Kafkasya’nın Erken Ortaçağ Tarihine Yeni Bir Bakış

Arzu Memmedova

Sayfalar: 97-116

Sovyetler Birliği döneminde ideolojiye uygun olarak Türk tarihinden vaz geçilmesi, Güney Kafkasya’nın objektif tarihinin yazılmasını engelleyen temel nedenlerden biridir. Son dönemlere kadar hatta şimdi bile birçok bilimsel çevrede Türklerin Kafkasya’da varlığı XI. yüzyıl Selçuklu seferlerine dayandırılmakta, kendilerine bölgeye dışarıdan gelen halk grubu olarak bakılmaktadır. Sayıca çoğunlukta olan Azerbaycan Türklerini, Türk halkı olarak değil, sadece Türkçe konuşan halk şeklinde takdim etmeye çalışılmaktadır. Aslında ise Selçuklu seferine kadar Güney Kafkasya’da ve Azerbaycan’da yeteri kadar büyük ve toplu olarak yaşayan Türk toplumu mevcuttu ve Türklerin Azerbaycan topraklarına dışarıdan gelmiş bir unsur olarak kabul edilmesi ve bunda ısrar edilmesi tarihin tahrifinden başka bir şey değildir. Erken ortaçağ tarihine dair ciddi bilimsel araştırmaları ile bilinen Ziya Bünyadov’un kaydettiğine göre, Güney Kafkasya’nın büyük bir kısmını kuşatan tarihi Azerbaycan’da Türkleşme dendiğinde, aslında Türk olmayan halkların Türkleşmesinden bahsedilmemektedir. Burada Türkleşme süreci yerel Türk aborjinlerin güneyden gelen Oğuzlar ve kuzeyden gelen Kıpçaklarla karışması şeklinde gerçekleşmiş ve XI-XII. yüzyılda tamamlanmıştır. Şunu da kaydedelim ki, ortaçağ kaynaklarının ve etno, hidro vs. gibi toponimlerin erken ortaçağ Azerbaycan’ı ve Güney Kafkasya’nın Türk toplumuyla iligli direkt veya dolaylı olarak verdiği bilgiler, bölgenin Türk toplumuyla ilgili geniş tasavvur yaratmakta ve gerçekten de binyıllığımızın başlarında Türklerin Güney Kafkasya’nın sakinleri olduklarını onaylamaktadır. Araştırmamızda kaynaklardaki bilgiler tahlil edilmiş, Güney Kafkasya’nın erken ortaçağ tarihinde Türk toplumunun yeri belirlenmiştir.

The rejection from the Turkish history in the Soviet era in accordance to the ideology, was one of the main reasons hindering writing of objective history of the South Caucasus. Until recently, even now, many scientific circles, accept living of the Turks in the Caucasus from the 11th century – Seljuk marches and regard them as a group of people coming outside the region. Speaking about the ethnogenesis of the Turkish population which is in majority, they rather prefer the concept of Turkishization and try to present them not as Turkish people, but Turkish-speaking people. In fact, before the Seljuks’ march, there was a large Turkish community living in the South Caucasus, including Azerbaijan, and to consider the Turks as an element coming in the territory of Azerbaijan from outside, and insisting on it is nothing, but a misrepresentation of history. Academician Ziya Bunyadov, well-known for his scientific research on early medieval history, wrote that when saying Turkishization in the historical Azerbaijan, which covers a major part of the South Caucasus, was not meant the Turkishization of nonTurkic peoples. The Turkishization process took place in the form of the intermingling of local Turkish aborigines with the Oghuzs coming from the south and the Kipchaks from the north that ended in the 11th-12th centuries. It should be noted that the medieval sources, including direct or indirect information provided with ethno, hydro and other toponyms about the early medieval Azerbaijan, including about the Turkish community of the South Caucasus enables us to create idea about the Turkish community of the region and confirms that the Turks were residents of the South Caucasus at the beginning of our era. In our study, the sources were analyzed and the place of the Turkish communities in the early medieval history of South Caucasus was determined.

Oğuzların Peçenek Boyunun Menşei

Ayhan Pala

ORCID: 0000-0002-9051-6339

Sayfalar: 117-128

It is known that there was no result in researches about the origin of the Oghuz, which founded a state in the 9th and 10th centuries around Syr Derya region. While Prof. Faruk Sumer, one of the greatest experts of the Oghuz history, was stating that the Syr Derya Oghuz have no connection with the Dokuz Oghuz that were mentioned in the Orkhun Monuments, another Turkish historian Prof. Ibrahim Kafesoglu sees these Oghuz as the continuation of the Dokuz Oghuz. Archeologist L.P. Tolstov, who was known with his works on Oghuz cities, mentions that the Syr Derya Oghuz could be the autochthonous people living in this region and dates the name of Oghuz back to Massageths who were living in this region in the old times. Some other historians and ethnologists mention some other ideas about this issue. In the Chinese and Islamic sources are not only gives information that lacks to enlighten this issue but also there are many other details that may be partially taken as a base for all contracting ideas. The ethnic origin of tribes that constitute the Oghuz is an unsolved matter until now. Throughout their known history, it is known that the Oghuz, who were including Turkish speaking tribes, from time to time were mixed up Persian and Mongolian origin tribes. Within this frame, the connection of Yazır tribe with Persian Alans, Döger tribe with Tohars, Bayat tribe with Mongolian Bayauts, Bayındır tribe with again Mongolians were mentioned, and it is claimed that these tribes were Turkified within the Oghuz or before. From some other Turkish tribes there came other accessions to the Oghuz. The Byzantine Emperor Konstantin Porfiregenitus, as a modern source, mentions that Pecheneks’ migration to the north of the Black Sea following their defeat to the Oghuz and the rest to join the Oghuz. Pecheneks have come to Syr Derya region in the 8th century, and incorporated Kangars, the local people of the region, to themselves. It is thought that Kangars were consisting of Persian people of Alan and As tribes. This tribe is mentioned in Orkhun Monuments with the name of Kengeres. In our paper, the information given in the sources will be interpreted according to current studies and the issue of the origin of Pecheneks will be enlightened.

Bir Fransız Gezginin Kaleminden Kırım Tatarları: Nogaylar

Ayşegül Kuş

ORCID: 0000-0002-8051-6001

Sayfalar: 129-150

Türk tarihine bakıldığında, Nogay veya Nokay tabirine ilk olarak, bir Türk imparatorluğu olan Avar (Apar) Devletinde, özellikle 492 ile 506 yılları arasında hükümdarlık yapmış Nokay (Nogay) Kağan devrinde rastlanılmaktadır. İkinci olarak ise, yine bu ad bir Türk imparatorluğu olan Altınordu Devletinde, Berke Han döneminde görülmektedir. Nogayların adının nereden geldiine dair farklı görüşler vardır. Bazıları tarafından onlarını adının Altın Orda emirlerinden Nogay’dan geldiği ileri sürülmektedir. Ancak bu kesin olarak ispatlanamamıştır. Yine bazı araştırmacılara göre, onların adının menşeinin ve atalarının Emîr Nogay gibi Mangıt boyundan olan Altın Orda emîri Edige’dir. 13. yüzyılın ikinci yarısında, Altınordu Devleti’nde oluşmuş etnik yapılarını günümüze kadar sürdüren Nogay Türkleri; Türk dünyasının kuzey kuşağı batı kesiminde bulunan büyük ve önemli bir Türk topluluğudur. Nogay Türkleri, bölge tarihindeki rollerini 16. yüzyılın ortalarına kadar sürdürmüştür. Ancak akabinde ortaya çıkan bazı siyasi gelişmeler neticesinde, yaşadıkları topraklar istila edilince kimi Nogay gurupları ya dağılmışlar yahut diğer Türk toplulukları arasına karışmışlardır. Bu karışıma rağmen, belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, kesintisiz varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu çalışma, 19. yüzyılda eşi ile birlikte, Hazar Denizi’ne, Kırım’a ve Kafkasya’ya gelerek bazı gözlem ve incelemelerde bulunan Xavier Hommairre de Hell’in 1860 yılında Londra’da yayımlanan “Travels in the Steppes of Caspian Sea, the Crimea and the Caucasus” adlı eserindeki Nogay Türkleri hakkındaki gezi notlarına dayanmaktadır. Bu notlar, modern dönemdeki Nogayların izlerini sürmek, onların sosyo-kültürel yaşamlarını analiz etmek için önemli veriler içermektedir. İşte bu bildirinin amacı, söz konusu edilen gezi notlarından yola çıkarak, 19. yüzyılda, anılan bölgede yaşayan Nogay Türklerinin tarihi geçmişlerini, sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamlarını aydınlatmaya çalışmak ve böylece alan yazına bazı katkılar yapmaktır.

In the course of the history of the Türkish, the name of the Nogai or Nokay is first seen in the Avar State (Apar), the Turkish Empire , especially during the reign of Nokay (Nogaii) Khan. Secondly, it is seen in the Golden Horde State, the Turkish Empire during the reign of Berke Khan. Nogai is the name of a person who was able to reach the most important positions in the Goden Horde State due to his exceptional talent and founding organisations. The Nogai Turks, whose ethnic formation took place in the Golden Horde, is a big and important Tutkish tribe in the north-western part of the Turkish world. The Nogai Turks, who merged under the administration of Nogai Khan, continued to play their roles in the history of the region until the mid of the 16th century. However, when their land was invaded, some Nogai groups scatttered or mixed with other Turkish tribes. Destpite this mix-up, as far as it is undestood from some documents, they have been able to maintain their existence uninterrutedly. This study is based on the the tavelogues of the French traveller, Xavier Hommaire de Hell, who visited the Caspian Sea, Crimea and Caucasia and made important and detailed observations regarding tthe Nogait Turks in his work published in London in 1860 “Travels in the Steppes of Caspian Sea, the Crimea and the Caucasus”.These travelogues include some important data so as to follow the track of the Nogais in the modern time and analyze their socio-cultural lives. Therefore, making use of these tyraveloues the purpose of this proceeding is to enlighten the historical past, social, cultural and economic lives of the Nogai Turks living in the 19th century.

Sovyetler Birliğinde İlk İdeoloji Tedris Müessesesi Kızıl Profesörler Enstitüsü’nün Türksoylu Müdavimleri

Azad Rzayev – Sabira Nematzade

Sayfalar: 151-162

With the arrival of Soviet power in science and education took place radical changes. The Institute of Red Professors of the All-Union Communist Party (Bolsheviks) was established in 1921 for growing up social theorists who were strongly connected believed in the Marxist ideology. Among the graduates of the Institute of Red Professors were Turkic listeners as well as other representatives of all peoples included in the Soviet Union. Among them are Karim Hakimov (Bashkir), Haji Habidullin (Tatar), Tasmukhamed Saibov (Uzbek), Sultan Segizbayev, Torekul Aitmatov, Sermuhamed Bekchorov (Kazakh), Mammadkazim Alekberzade, Balabek Hasanbeyov (Azerbaijan) and dozens of well-known Soviet statesmen studied at the Institute of Professors. Most of them struggled with the Soviet Marxist ideology to preserve their national identities and historical memory despite persecution and threats. The Institute of Red Professors, operating for sixteen years (1921- 1938), was closed in the middle of the academic year by the decision of Stalin and listener of this institute could not escape from repression. They were arrested and shot by nationalist stamps, and their families were expelled. These people played a great role in the national cultural life of their peoples, inherited the spirit of struggle for future generations in spite of Joseph Vissarionovich Stalin’s (1878 -1953) attempt to weaken national identity.

The Activities of the Brothers Nobel in the Fergana Valley (1910-1917)

Bakhtiyor A. Alimdjanov

Sayfalar: 163-170

In the article the activity of the partnership “Brothers Nobel” is considered. The author, based on archival sources, reveals the characteristics of investments in the oil industry of the Fergana region. According to the author, the Nobels indirectly tried to control the oil companies of Ferghana.

19. Yüzyılın Sonu 20. Yüzyılın Başlarında Kafkasya’da Millî Kimliğin Oluşumunda Kafkasya Aydınları

Bayim Abdulla

Sayfalar: 171-184

19. yüzyılın sonlarından itibaren, Kafkasya`daki Türk Müslüman halklar arasında başlatılan Kafkasya Ulusunun Uyanışı ve Türkçülük harekâtı genişletildi. Kafkasya`nın Türk aydınları, Rusya`da yaşayan Türkler arasında aydınlanma fikirlerini teşvik etmek, nüfus içinde cehaleti gidermek, Türklerin millî kimliğini korumak ve Türk dünyasını canlandırmak için faaliyete geçmişlerdi. Makale`de Kafkasya Türkleri arasında Türk fikirlerinin tanıtımında rolu olmuş, millî kimliğin oluşumunda emeği geçen Yusuf Akçura, Ali bey Hüseyinzade, Ahmet bey Ağaoğlu, Ziya Gökalp, İsmail Gaspıralı gibi aydınlar ve onların faaliyetleri araştırılmıştır. 20. yüzyılın başından itibaren Kafkasya`daki siyasi süreçler Rus hükumetinin yerel halklara karşı yürüttüğü baskının güçlendirmesine, bu zülme karşı gelen aydınların hapsine ve sürgün edilmesine sebep oldu. Bu nedenle Kafkasya`nın entellektüelleri dini, dili, kültürü aynı olan Türkiye`ye göc etmiş ve Türkçülük düşüncelerini İstanbul`da devam ettirmişler. Türkiye`ye göç eden aydınlar Osmanlıda Türkçülük akımını teşvik etmişdirler. Kafkasya aydınları Türkiye`nin siyasi, kültürel, sosyal yaşamında bir muhacir olarak kalmamış, Türkiye`nin mücadelesinin ön sıralarında da yer almış ve Cumhuriyet`in kuruluşunda, Cumhuriyet sonrası çalışmalara da aktif olarak katılmışlardır.

Since from the late 19th century, Caucasus nations’ awakenig and Pan-Turkism movement that was launched among the Turkish-Muslim peoples of the Caucasus had been expanded. Turkish intellectuals of the Caucasus had taken an active role in promoting the ideas of enlightenment among the Turks living in Russia, eliminating ignorance among the population, protecting the national identity of the Turks and reviving the Turkic world. The article examines intellectuals such as Yusuf Akchura, Ali bey Huseynzade, Ahmet bey Agaoglu, Ziya Gokalp and Ismail Gaspirali, who played a significant role in promoting Turkic identity among Caucasian Turks and their activities. From beginning 20th century political processes in the Caucasus caused the Russian government strengthening the repression against the local population. Intellectuals who was against this persecution were exiled. Therefore, Caucasus intellectuals migrated to Turkey and continued their Pan-Turkism activities in Istanbul. Intellectuals who migrated to Turkey encouraged Turkish movement in the Ottoman Empire. Caucasian intellectuals did not remain only imigrants in Turkey’s political, cultural and social life, but also took place in the forefront of Turkey’s struggle and the establishment of the Republic of Turkey. They had been also actively involved in building processes of the Republic.

Azerbaycan’ın Gazah-Ağstafa Bölgesinde Mezar Taşları Üstündeki At Motifleri

Behmen Aliyev

Sayfalar: 185-202

Azərbaycan türklərinin at yetiştiriciliyi, at bəslenmesi, at miniciliyi tecrübesi, atla bağlı inancları vb. genel olarak türk tarihi ve türk kültürü ile vahdet oluşturmaktadır. Azerbaycan’ın bazı mezarlıklarında yonulmuş at heykelleri bulunmuştur. Bu heykeller ilkel inançlar, kurgan kültürü ile bağlantılıdır ve İslam’ın kabulü ile yeni içerik kazanmıştır. Muhtemelen, zamanla kurganlarda at defnedilmesinin yerini mezar üstlerine at mükevvalarının (korkuluk) dikilmesi almıştır, daha sonra ise at heykelleri mezar taşı gibi konulmuştur. Bir sonraki aşamada atla bağlantılı inançlar mezar taşlarına yansıtılmıştır. Bu makalede Azerbaycan’ın Gazah ve Agstafa bölgesinin köy mezarlıklarında mezar taşlarının üzerindeki at motif ve resmleri Türklerin eski inançları ışığında araştırılmıştır. Azerbaycan’ın Gazah (Qazax), Ağstafa ve diğer rayonlarında ağırlıklı olarak XIX yüzyıl ve XX yüzyıl ortalarına ait mezar taşlarının üzerinde çoxsaylı at rəsmlərinə və motiflerinə rast gəlinir. Bu tür çizimler, motifler esasen eski alfabe ile yazılmış mezar taşlarına yansır, lakin kiril alfabesiyle yazılı birçok mezar taşlarında enzer çizimler, motifler vardır. Örneğin, Gazah bölgesindeki Hanliklar, Agköynek, Hüseynbeyli, Taş Salahlı ve s. köy mezarlıklarında mezar taşlarının yan tarafında zincirle ay ve yıldıza bağlanmış madalyonun içinde sanki göylere ucalan insan tasvir edilmiştir. Aşağıda ise, eyerli ve eyersiz at motiflerine rastlanmakdadır. Bu çizimler, resmler ve tasvirler, ölenlerin toplumdaki konumunu göstermekle yanaşı, aynı zamanda türklerin atla ilişkili ilkin inançları ile bağlantılıdır.

Horse-breeding, horse-riding experience, beliefs connected to horses and etc. belonging to Azerbaijani Turks generally creates unity with Turkish history and Turkish culture. Beliefs connected to horses have always been enlightened in myths, tales, epics, different historical resources, literatures and etc. In some graves in Azerbaijan there are some samples of hewed horse statute. These statutes are directly connected with primitive beliefs, kurgan culture and with the rise of Islam in this region it was gained a new content. Probably, gradually burring horses in kurgan was replaced with the putting horse like a scarecrow and later horse statues was put instead of gravestone. In a further periods horse connected beliefs was reflected on the grave stones. Numerous horse drawings and motives on the grave stones are encountered in Gazakh, Agstafa and etc. regions of Azerbaijan, belonging to XIX and the beginning of XX centuries. Such drawings, motives predominantly reflected in grave stones with ancient alphabetic writings, but some similar drawings and motives also encountered on the grave stones written with Cyril alphabet. At the Hanliklar, Agkoynek, Dash Salahli and Huseynbeyli village cemeteries in the medallion tighten to grave stone with chain moon and star the man was described as if he flies in the sky. Saddled and unsaddled horse motives are encountered in the lower part of grave stone. Along with that these drawings, pictures and descriptions show the place of died person in community, simultaneously, it is connected with primary beliefs of Turks with horses.

Cengiz Hân ile Celâleddin Harzemşâh Çekişmesinde Delhi Türk Sultanı Şemseddîn İltutmuş’un Rolü

Bilal Koç

ORCID: 0000-0002-2489-6580

Sayfalar: 203-222

Bu tebliğ ile birlikte Asya tarihinin önemli isimleri olan Cengiz Hân ile Celâleddîn Harzemşâh’ın 1220 yılında başlayan mücadelelerinin neticesinde ortaya çıkan durum ele alınmıştır. Celâleddîn Harzemşâh, Moğol birlikleri karşısında aldığı ağır yenilgi üzerine Sind Nehri’ni geçip Delhi’de bulunan Türk sultanı Şemseddîn İltutmuş’a elçi göndererek, sığınma talebinde bulunmuş ve bölgede kendisine bir yer verilmesini istemiştir. Buna mukabil İltutmuş ise bu talebin karşılanamayacağını bildirerek, Moğol akınının kendi üzerine gelmesini engellemeye çalışmıştır. Burada ayrıca Celâleddîn Harzemşâh’ın Sind bölgesindeki faaliyetleri, etrafına topladığı ordu birlikleri, bölgenin idarecisi Nasıreddîn Kabaca ile giriştiği hâkimiyet mücadelesi etraflıca ortaya konmuştur. Daha sonra onun 1224 yılında Hindistan’dan ayrılarak, İran’a geçişi ele alınmıştır. Çalışma ile ortaya konan bir diğer husus ise Asya coğrafyasını etkisi altına alan Moğol hâkimiyetinin Hindistan’a doğru Türk akınının başlamasına ne gibi katkılar sağladığı irdelenmiştir. Çalışmanın ana ekseni bu hususlar üzerinden ele alınırken, sonuç kısmıyla da Sultan İltutmuş’un Cengiz Hân ile Celâleddîn Harzemşâh arasındaki çekişmeyle elde ettiği kazanımlar açıklanmıştır. Özellikle İltutmuş açısından güçlü bir rakip olan Sind bölgesi idarecisi Nasıreddîn Kabaca hadisesi Celâleddîn Harzemşâh’ın onunla giriştiği mücadelelerde onu yıpratmasından dolayı oldukça faydalı olmuştur. Ayrıca Cengiz Hân’ın önünden kaçarak Delhi’ye doğru yönelen Türk kitlelerinin vaziyetleri İltutmuş açısından önemli güç olmuştur. Genel çerçevede bunların ele alındığı çalışmayla birlikte Asya’nın üç önemli gücünün mücadele alanları siyasî, askerî ve sosyal yönlerden izah edilmiştir. Bu yönüyle de çalışma üç hânedânın doğrudan birbirlerini nasıl etkilediklerini görme imkânı sağlamıştır. Özellikle Sultan Şemseddîn’in elde ettiği kazanımlar, dönem ve bölge açısından faydalı olmuş ve kendisinden sonrasına da tesir etmiştir.

With this communique, the situation emerged as a result of the struggles of the great names of Asian history, Cengiz Khan and Celaleddin Kharzemshah, which started in 1220. Celaleddin Kharzemshah passed the Sind River over the heavy defeat he had received against the Mongolian troops and sent a messenger to the Turkish Sultan Shamsaddin Iltutmus in Delhi, seeking asylum. Then he asks the region to give him a place. On the contrary, Iltutmus tried to prevent this claim from being met and to prevent the Mongolian influx from coming on its own. Here also the activities of Celaleddin Kharzemshah in the Sint region, the army troops he has gathered around him, and the struggle for dominance that Nasireddin Kabaca has embarked on. Later, in 1224 he left India again, and the transition to Iran was taken up. Another point emerging from the study is how the Mongol domination, which affects Asia, has contributed to the beginning of the Turkish influx towards India. While the main axis of the study is handled over these points, the conclusion is that the achievements of Sultan İltutmus with the conflict between Cengiz Khan and Celaleddin Kharzemshah have been revealed. In particular, Nasireddin Kabaca, a strong opponent in terms of Iltutmus, has been useful in terms of Delhi because of the fact that Celaleddin Kharzemshah had tackled him in the struggles it had with him. In addition, the situation of the Turkish masses, who had escaped from the front of Cengiz Khan and headed towards Delhi, became an important force in terms of Iltutmus. In the general framework, the struggles of the three important powers of Asia have been explained from the political, military and social aspects together with their studies. In this way, the study allowed us to see how the three dynasties directly affected each other. In particular, the achievements of Sultan Shamsaddin have benefited from the point of view of the period and the region and have influenced him afterwards.

Sorunlu Türk Bölgelerine Yönelik Türk Dış Politikası: Uygur, Ahıska Türkleri ve Kırım Türkleri Örnekleri

Burcu Tugay

ORCID: 0000-0002-3106-0466

Sayfalar: 223-242

Çin Halk Cumhuriyeti’nin altı özerk cumhuriyetlerinden biri olan Sincan-Uygur Özerk Bölgesi (Doğu Türkistan) 1960 yılından beri dini ve etnik çatışmaların yaşandığı bir bölgedir. Bölgenin maden yönünden zengin kaynakları ve elverişli konumu Çin gibi büyük bir gücün bölgeye yönelik müdahalesine dayanak oluşturmaktadır. Bölgenin Rusya ve Çin arasında olması ve iki gücün de bölgede hakimiyet çabaları bölgeyi stratejik çıkarların dinamiklerine hapsetmektedir. Çin’in bölgeye yönelik demografik politikaları ve güvenlikleştirme çabaları etnik ayrımcılığı körükleyerek Uygur Türklerine zarar vermiştir. Çin’in bölgede gerçekleştirdiği nükleer faaliyetler bölge halkının hastalıklarla mücadele etmesine ve can kayıplarına neden olmuştur. Bölgede önemli yerlerde Çin kökenliler olmuş ve haksızlıklar Urumçi Olayları gibi şiddet olaylarını da beraberinde getirmiştir. Bu noktada Türkiye, Pan-İslamist ve Pan-Türkist gibi yargılarla karşılaşmamak ve milliyetçi bir profil sergilememek için gayret göstermiş, hassasiyetlerini Çin Hükümeti ile temasa geçerek, ılımlı bir politika seyrederek ve bölgeye gerektiğinde insani yardımlar yaparak olayları değerlendirmiştir. Kırım Türkleri ve Ahıska Türklerinin geçmişinde ortak yaşanmışlıklar vardır. Aslında kaderlerinin de aynı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 1944 yılında Stalin’in bölgeyi Türklerden temizleme operasyonun parçası olarak Türkleri bir tren vagonuna yerleştirmesi ve Orta Asya’ya göndermesi iki topluluk için de makus bir talihin başlangıcı olacaktır. Sürgünlerle geçen bir tarih özellikle Ahıska Türkleri’nin kaderi haline gelecektir. İki toplulukta azınlık olarak bulundukları yerlerde istedikleri huzura kavuşamamıştır. Türkiye de gerek dış politikada uyumlu bir politika izlemek ve gerekse milliyetçi ya da panislamist gibi yargılamalardan uzak durmak için Gürcistan ve Ukrayna hükümetleri ile ılımlı siyaset izleyerek söz konusu milletlerin haklarını savunmaktadır. Türkiye bilmektedir ki, dış politikada gerilim Türk milletlerine bulundukları coğrafyalarda hiçbir şey kazandırmayacak ve hatta kaybettirecektir. Bu nedenle sorunları STK (Sivil Toplum Kuruluşları) ve uluslararası örgütler nezdinde ele almanın hassasiyetini taşımaktadır.

The Xinjiang-Uyghur Autonomous Region (East Turkestan), one of the six autonomous republics of the People’s Republic of China, is a land of religious and ethnic conflicts since 1960. The region’s rich resources in terms of mining and its favorable position are the basis for the intervention of a large power area like China. The fact that the region is between Russia and China, and that both powers are trying to dominate the region, confine the region to the dynamics of strategic interests. China’s demographic policies towards the region and efforts to safeguard have harmed Uighur Turks by fostering ethnic discrimination. The nuclear activities China has undertaken in the region have caused the people of the region to struggle with diseases and loss of lives. Important places in the region have been Chinese descent and injustices have brought violent events like the events of the Urumqi. At this point, Turkey has endeavored Pan-Islamic, PanTurkist and nationalists to present a profile, sensitivities into contact with the Chinese government, watching a moderate policy and the region was to evaluate the event by making necessary humanitarian assistance. Crimean Turks and Ahıska Turks have common experiences in the past. In fact, it is not wrong to say that their fate is the same. In 1944, as a part of the operation of Stalin’s cleansing of the region from the Turks, the Turks were placed in a train wagon and sent to Central Asia, which will be the beginning of a lucky fortune for both communities. A history with exile is especially become the destiny of Ahiska Turks. In two communities where they were a minority, they did not receive the desired response. Turkey need to follow a policy consistent foreign policy and both for nationalist or avoiding such proceedings Panislamic defending the rights of those folks watching with the Ukrainian government of moderate politics. Turkey knows that in which they found the tension in the Turkish nation will gain nothing and will lose even foreign policy. For this reason, it is sensitive to address the problems with NGOs (NGOs) and international organizations.

Türk Tarihi ile İlgili Bir Değerlendirme

Bülent Okay

Sayfalar: 243-268

Türkler tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren Çinlilerle aynı coğrafyayı paylaşmışlar ve birlikte yaşamışlardır. Bilindiği gibi, geçimlerini hayvancılıkla sağlayan Türkler “konar-göçer” yani “göçebe” bir yaşam tarzını benimserken, Çinliler yerleşik yaşam tarzını benimsemişlerdir. M.Ö. 1050 tarihinden itibaren yazıyı kullanan Çinliler, yaşamlarıyla ilgili her şeyi kaydetmişlerdir. Bu yazılı belgeler geçmişe ışık tutması bakımından son derece önemlidir. Çinliler sadece kendileriyle ilgili kayıt tutmakla yetinmemişler komşularıyla da ilgili ayrıntılı kayıt tutmuşlardır. Çinlilerin oluşturduğu bu zengin arşivlerde Türk tarihi ve kültürü ile ilgili değerli bilgiler bulunmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk yeni bir ulus bilinci yaratmak amacıyla “dil” ve “tarih” bilimlerini temel alır. Bu amaçla “Türk Dil Kurumu” ve “Türk Tarih Kurumu” adında iki kurum kurdurur. Özerk yapıya sahip bu iki kuruma bilim insanı yetiştirmek üzere, yine Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle 1935 tarihinde Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi kurulur. Yeni kurulan bu fakülte bünyesinde 16 kürsü bulunmaktadır. Türkoloji ve Tarih kürsülerinin yanı sıra Sinoloji, Hindoloji, Sümeroloji, Hititoloji ve Hungaraloji kürsüleri yer almaktadır. Bu 16 kürsü içinde Sinoloji, Hindoloji, Sümeroloji, Hititoloji ve Hungaraloji’nin olması tesadüf değildir. Bu beş kürsünün araştırma alanı, Türk kültürünün temel alanlarını oluşturmaktadır. Türk tarihi ve kültürünün araştırılması ve elde edilen bulgular Türk eğitim sisteminde kullanılacak ve böylece, Türklük bilincine sahip bir gençlik yetiştirilecektir. Elbette elde edilen bilgileri uluslararası bilim dünyasıyla paylaşmak gerekmektedir. İngilizce, Fransızca ve Almanca kürsüleri aracılığıyla yapılan çalışmalar da uluslararası bilim dünyasına duyurulacaktır. Bu çalışmada Çin kaynakları temel alınarak, Türk Tarihi ile ilgili bir değerlendirme yapılacaktır. Ayrıca Klasik Çince metinlerden alıntılar yapılarak, Türk tarihi ile ilgili örnekler verilecektir. Örneğin; Hunların menşei, Güney-Kuzey Hanedanlıkları döneminde Türkler, Göktürklerin tarihte oynadıkları önemli rol vb.

Rusyalı Türk-Tatar Göçmenler Tarafından 1930’lu Yıllarda Çıkarılan Basının Tarihi ve Sosyokültürel Kaynak Değeri: Yana Milli Yol ve Yana Yapon Muhbiri

Diliara Usmanova

Sayfalar: 269-280

1917 İhtilali ve İç Savaş döneminde (1917 – 1920) Türk-Tatar topluluğunun siyasi ve toplumsal açıdan faal kısmı yurt dışına göçmek zorunda kaldı ve çoğunlukla Avrupa’ya, Yakın ve Uzak Doğu’ya yerleşti. Sayıca kalabalık olmasalar dahi göçmen Türk-Tatarlar dil, din, kültürel ve tarihi bağlar temelinde bir araya gelen, birlik ve beraberlik duyguları oldukça kuvvetli olan bir diyaspora topluluğunu teşkil ettiler. Türk-Tatarlar, ana dilinin korunması, milli sorunların tartışılması ve çözülmesi, okulların eğitim malzemesi ile temin edilmesi gibi kültürel ihtiyaçlarını yabancı bir kültürel, dilsel ve/ya dinsel ortamın içinde kendi gayretleri ile gidermek zorunda idiler. Basın-yayın çalışmaları, bu koşullar altında Türk-Tatar göçmenler için kimliklerini korumanın ve entelektüel güçleri birleştirmenin en önemli kanalı haline geldi. Türk-Tatar diyasporası tarafından çıkarılan basın, tarihçiler için çok önemli araştırma malzemesini teşkil etmekte, Rusyali göçmenlerin günlük hayatına, toplumsal ve siyasi uğraşlarına ışık tutmaktadır. Bu bildiride Türk-Tatar göçmenlerin basını bir sosyokültürel fenomen olarak ele alınacak, yani farklı ülkelere dağılmış olan Türk-Tatar göçmen gruplarının iletişim kanalı olması bakımından incelenecektir. Bildiride Uzak Doğu’da yayımlanan dergi incelenecektir: Yana Milli Yol (Berlin, 1929 – 1939) ve Yana Yapon Muhbiri (Tokio, 1932 – 1938). Bu dergiler aynı yıllarda yayımlanmış, üstelik birbiriyle sıkı temas halinde bulunan, benzer sorunları gündeme getiren, bazen birbirini destekleyen, bazen de fikir ayrılığına düşen kişiler (Ayaz İshaki ve Abdülhay Kurbangaliyev) tarafından yürütülmüştür. Türk-Tatar diyasporası tarafından çıkarılan basın, tarihçiler için çok önemli araştırma malzemesini teşkil etmekte, Rusyali göçmenlerin günlük hayatına, toplumsal ve siyasi uğraşlarına ışık tutmaktadır.

After the Revolution and the Civil War (1917 – 1920), leading elements of the TurcoTatar population emigrated from Russia to Europe, and to the Near East and Far East. Although the number of Turco-Tatar emigres was small, in emigration Tatar Muslims made up a rather concentrated diaspora, united by language and faith, as well as by cultural and historical ties. Finding themselves in foreign cultural, linguistic, and/or religious environments, Tatar emigres were forced to become concerned about their own cultural needs (the preservation of their native language, the discussion of national and cultural issues that were important to the diaspora, the need for textbooks in ethnic schools, and so forth). For the emigres, periodic publications were the most important channel to preserve their identity, as well as a means for communication and unifying intellectual forces. This article’s main focus is on two journals, published by Turco-Tatar emigres in Europe and the Far East, namely, Yanga milli yul (New National Path, published in Berlin from 1928 until 1938) and Yanga Yapon mökhbire (New Japan Herald, published in Tokyo from 1932 until 1938). Yanga milli yul emerged thanks to the efforts of the outstanding Tatar writer Gayaz Ishaki, while the head of Yanga Yapon mökhbire was the leaders of the Tokyo Muslim community, Mukhammed-Gabdelkhai Kurbangaleev and Gabderashid Ibragimov. These publications practically coincided chronologically, and faced similar problems (financial issues, and a shortage of qualified staff). They also addressed similar issues that were of importance from the perspective of Turco-Tatar emigres. At the same time, these two publications found themselves in an acute rivalry, and conducted sharp polemics against one another. It is important that these two publications serve as a significant source, which with we can reconstruct the social life of Turco-Tatar emigrant communities, and bring out and examine the main tendencies of social, political, and daily life of Russia’s emigres.

Buhara Gençlerinin Türkiye’deki Toplumları

Dilnoza Jamolova

Sayfalar: 281-294

Bilindiği gibi, XIX yüzyılın sonu ve XX yüzyılın başlarında, Türkiye’de sosyal düşünce gelişti ve Doğu halkları, bu memlekette gelişen Genç Türkler teşkilatı ve hükümeti yardımına umutlandılar. Özellikle Buhara Emirliği’nde, önde gelen tüccarlar ve ülema kendi çocuklarını, yetenekli çocukları Türkiye’de eğitmek önlemlerini aldılar. Bu durum Buhara Halk Sovyet Cumhuriyeti oluşmasından sonra da devam etti. Bu makalede, Türkiye’de eğitim alan Buhara gençleri ve onlar tarafından oluşturulan eğitim toplumlarına Türkiye hükümetinin veren desteği ile ilgili konular incelenmektedir.

The socio-political development in Turkey at the end of 19th and the early 20th centuries had a great attention from the people of the East with the hope of Young Turks and government to change Muslim society. In this case, most of prominent merchants and scholars train to send their talented children for study in Turkey. Especially, it was more popular in the Bukhara Emirate. Education Bukhara youth in Turkey continued till the 1924 when established the Bukharan People’s Soviet Republic. This article analyzes the issues related to the support of the Turkish government in Bukhara youth and their educated societies, who are studying in Turkey at the end of 19th and the beginning of 20th century.

Bronz Çağı Tarım Havzası Mumyaları ve Demir Çağı Pazırık Sakalarının Kökenleri

Egemen Çağrı Mızrak

ORCID: 0000-0002-9876-9971

Sayfalar: 295-322

M. Ö. VIII. – M. Ö. II. yüzyıllar arasında tarih sahnesinde oynadıkları aktif roller ile ün kazanmış atlı-okçu bozkır kültürünün bilinen ilk temsilcileri olan Sakalar kökenleri her zaman bir tartışma konusu olmuştur. Lakin bilim çevrelerinde hâkim olan Batı merkezci bir yaklaşımla bu kavimler Hint-Avrupalı/İndo-İrani olarak kabul görmüşlerdir. Birçok önemli araştırmacı da adeta bir mutasyon şeklinde var olan ve adeta gelenekselleşen “Hint-Avrupacı” tutuma en iyi cevap tamamen bilimsel genetik araştırmalardan gelmiştir. Çin yıllıklarında Gök Türklerin menşeine dair rivayetlerde anlatılan Suo/So ülkesiyle de bağlantılı bölgeler olan, bugün Güney Sibirya’da Rusya Federasyonu’na bağlı Tuva Cumhuriyeti’nin Turan bölgesindeki Arjan/Arzhan Kurganları ile Altay Cumhuriyeti’ndeki Pazırık kurganlarının bulunduğu sahalar Erken Sakaların kadim ana-yurtları kabul edilmektedirler. Son dönemlerde yapılan çalışmalar Güney Sibirya’daki Sakaların genetik soy haritalarının en çok günümüz Türk kavimleriyle (Altaylılar, Uygur, Kazak) ve bazı Ugor unsurlarla (Samoyi Selkup’lar gibi) eşleştiğini göstermiştir. Bilhassa kadim Pazırık Kültürü halkının genetik açıdan günümüz etnik Altaylıları ile çok yakın akraba oldukları tespit edilmiştir. Diğer taraftan Doğu Türkistan’daki Tarım Havzası’nda bölgenin kadim yerli ahalilerine dair yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkartılan insan kalıntıları ve mumyalar bilim dünyasında büyük yankı uyandırmış; başlangıçta tamamen “NordikKeltik” yapılı Hint-Avrupalılar olarak değerlendirilen Bronz Çağı’nın bu kadim halkı Doğu Türkistan’ın en eski sakinleri olarak kabul edilen Toharlar ve onlarla özdeşleştirilen Yüehchih’lerin ataları olarak kabul edilmişlerdir. Son dönemlerde yaptıkları önemli çalışmalarla bilinen Çinli araştırmacılar Tohar – Yüeh-chih aynileştirmesi hususunda önemli itirazlar ortaya koyarken diğer taraftan yapılan genetik çalışmalar da Tarım Havzası’nın bu bilinen en erken kavimlerin de ciddi oranda bugünkü Güney ve Orta Sibirya’nın mongoloid morfolojilerine sahip kavimlerinin soy akrabalıklarını gün yüzüne çıkartmıştır.

Due to their active role during the VIII. to II. Centuries BC, Sakas (Scythians) have been generally known as the first represantatives and forerunners of the celebrated mounted archers of the steppe culture. The origins of the Sakas have always been a subject of debate for the scholars. But, because of the Western-centric approach in academic world these people almost have been completely regarded as “Indo-Europeans/Indo-Iranians”. The best counter-argument against this Western-centric and pro-Indo-European approach,,which exists interestingly like a mutation as a widely accepted tradition among important researchers, has been provided by genetic researches which, by nature, is completely scientific and relatively immune to infection by the existing tradition. The South Siberian lands of Arjan/Arzhan Kurgans in the Turan region of the Tuva Republic and Pazırık (Pazyrik) Kurgans in the Altai Republic of the Russian Federation, which are related to the Suo/So land mentioned by the Chinese annals concerning the origins of the Gök Turks, are generally accepted as the ancient land of the Early Sakas. Recent studies have shown that the genetic maps of the South Siberian Sakas is matching closely with today’s Turkic people such as Altays, Uigurs, Kazaks, and with some Ugor elements such as Samoyi Selkups. It is established that the people of the ancient Pazirik culture are genetically very closely related to the people of today’s Altai. On the other hand, after the archaeological researhes about the first settlers of Eastern Turkistan located in Tarim Basin, findings of the human mummies (circa 1800 BC.) have caused great impacts in scientific world, and these Bronze Age people identified as the oldest inhabitants of Eastern Turkistan. At first, they were considered to be entirely “Nordic-Celtic” Indo-Europeans and also regarded as the ancestors of Tocharians and the Yüeh-chih’s who were closely related with each other by the scholars. However, in recent years Chinese scholars who were well known for their important studies have raised considerable objections against the equating of Tocharians and Yüeh-chih’s as one/same people. Simultaneously, new genetic studies have also shown the close kinship between that earliest people of the Tarim Basin and today’s people of South and Central Siberia.

XX. Yüzyılın Başlarında Türk Dünyasında Türkçülükle İlgili İki Farklı “Üçlü” Düstur

Faik Elekberli

Sayfalar: 323-342

Makalede 20. yüzyılın başlarında, özellikle 1. Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında Türk Dünyasında Sosyalizme, Kömmunimze karşıt olan Türkçülük mefkuresi ile bağlı esasen iki farklı “üçlü” düsturdan bahs olunuyor. Onlardan birinin müellifi Azerbaycan Türk aydını Ali bey Hüseyinzade idi ki, onun “üçlü” formülü Türk kanlı, İslam imanlı ve Avrupa kiyafeli (Çağdaşlık) hattına dayanıyordu. Hüseyinzade 1907 yılında “Füyuzat” dergisinde açıkça yazardı ki, Türk halklarının yolu modern ruhlu Türklük ve İslamlıktan oluşmalıdır. Çok geçmeden Türkiye Türklerinin milli aydını Ziya Gökalp Hüseyinzadenin “üçlü” formülünü Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak gibi formule etti. Bu düsturu M. E. Resulzade I. Dünya Savaşı yıllarında Kuzey Azerbaycan Türklerinin milli davasının ana amalı haline getirmekle yetinmedi, az sonra kurulan yeni Türk devletinin, yani Azerbaycan Cumhuriyeti’nin devlet ideası oldu. Bu “üçlü” formülün başlıca dikkat çeken tarafı Türklük ve İslamlığın vahdetde götürülmesi ve çağdaş ruhlu Türk-İslam birliğine esaslanması idi. Türkçülük ile doğrudan bağlı olan ikinci “üçlü” formülün yazarı Kırım Türk aydını İsmail bey Gaspıralı olmuştur. Onun başlıca sloganı “Dilde, fikirde ve işde birlik” idi. Kısacası, Hüseyinzadenin tezinde Türkçülüğün İslamlık ve Modern kültür anlamında Batı kültürü ile uzlaştırılması söz konusu idi ise, Gaspıralı’nın tezinde sadece Türk dilinde, Türk fikrinde ve Türk emelinde birlikten bahs olunurdu. Aslında bu dönemde, şimdi de olduğu gibi, Türkçülüğü 13 yüzyıla yakın içiçe görülmüş İslam dininden uzak tutmak mümkün olmadığı gibi, aynı zamanda dönemin öncü kültürü kabul edilen Batı kültürüne karşı koymak da mümkün değildi. Bu anlamda Hüseyinzade, Resulzade, Gökalp, Ağaoğlu, Atatürk ve diğerleri en iyi ihtimalle Türkçülük İslâmlığın ve Çağdaşlaşmağın sentezi halinde kabul görmüşlerdir. Ancak Gaspıralı bir taraftan onlar gibi, İslamlığa ve Çağdaşlığa bağlı Türkçülük fikrini savunmakla birlikte, diğer yandan sırf Türk Birliği’ni gerçekleştirmeye yönelik ortak Türk dili, ortak Türk düşüncesi, ortak Türk amelini de öne çekmiştir.

The article dedicated to two different “triple” formula of turkish ideology against socialism and communism in the Turkish world at the beginning of XX century, specially in the period of the first world war and after the first world war. One of authors of these formulas is Azerbaijanian Turkish intelligent Ali bay Huseynzada. His formula is consisting of Islamic, Turkish and European (modernity) lines. In 1907 Huseynzada wrote in “Fuyuzat” journal that the way of Turkish people is modern way of Islamic and Turkish union. Then Turkish intelligent Ziya Goyalp made Huseynzada’s “triple” formula as to become Turkish, to become Islamic and to become modern. In the period of the First World War M.A.Rasulzada made this formula as North Azerbaijan Turkish people’s slogan in the national fight and this formula was state ideology of Azerbaijan Democratic Republic. The author of second “triple” formula was Crimea Turkish intelligent Ismail bay Gaspirali. His main slogan was union in practice and in minds. If Huseynzada’s formula was dedicated to union of Turkish culture with western culture, Gaspirali’s formula was dedicated to union in Turkish language, Turkish minds and Turkish practice. In reality as today Turkish culture was not able to stay against western culture as Turkish culture was not able to stay against islamic culture in the XIII centuries. Because of Huseynzada, Rasulzada, Gokalp, Aghaoghlu, Ataturk and others were agree for synthesis of Turkisism with Islam and Modernity. But Gaspirali wanted common Turkish mind and common Turkish language for realize union of Turkish people. He also put forward the idea of the common Turkish language, the common Turkic thought, the common Turkic affair and targeted to realize the purely Turkish unity and the common Turkish tradition.

Avar – Oguz Contacts

Gamzat Atayev – Magomedkhan Magomedkhanov

Sayfalar: 343-350

The contacts between the mountainous of Dagestan local population and nomadic tribes: the Huns, Avars, Bulgars, Khazars, Kipchaks dates back to the era of the Great migration to V-VI centuries BC. The memory of those contacts can be traced in the typically Turkic names of Dagestani Avar rulers “ Doghri” (in Turkish ” fair “), “Sagastuy – Sagastyr” (in one of the Turkic languages means “clever”, “wise”). The rulers of early medieval state of mountain Dagestan – “Serir” along with the title of “Sahib al –Sarir” were named as “Hakan al- Jabal”. The name of one of the rulers of “Serir” was “Avar” (the term of Turkiс origin). In Dagestani languages social terminology has mainly Turkic origin (titles “khan”, “beg”, “beg-avul” (comp. “bey”), “chaghar”, “karavash”,”chavush” etc.). In Hunzakh community of Dagestan there are two famous families (“ tukhums”) of Turkic origin: “Oguzilal” and “Daitilal” ((literally “descendants of the “Oghuz” and “Dait”). Military leaders of the Avar Khanate were usually of the origin of the “Oguzelal” and “Daitilal”. In the area of modern Avar village “Arkas” which in the middle ages was the border town of “Serir” there are two slopes known as “Urdu” and “Tassa (upper) Urdu” (in Avar means “camp. The local historical chronicle “Tarih of Andi village” describes the arrival of the Turkic group with their leader “Evluk” to Andi. Turkic military organization has enforced a certain influence on social and military life of the Avars. For example, the Avar communities are called “bo” (means “countrymen”, “military unit”. In the past the word “boi” meant the large division of the Oghuz tribes. There are other evidences of links between the Dagestani Avar and the Oghuz tribes.

Günümüz Gürcistan’da Türk Dilli Okullar (Azerbaycan Ağzı)

Gülnara Goca Memmedli

ORCID: 0000-0002-9942-2670

Sayfalar: 351-360

Günümüzde Gürcistan sınırları içinde yarım milyon civarında Türkü topluluğu meskûndur. Kendilerini Azerbaycan Türkleri veya Borçalı Karapapakları olarak tanımlayan bu topluluğun yerleşim yerlerinde Azerbaycan Türkçesinde eğitim-öğretim gerçekleştiren yaklaşık 120 okul, birkaç Gürcü–Azerbaycan okulu faaliyettedir. Bildiride Gürcistan coğrafyasında Türk dilli okullar özelinde 2018 yılına ait resmi istatistik veriler sunulmaktadır ve bu bilgiler irdelenerek çeşitli yönlerden açıklanmaktadır.

Are inhabited of today Georgia around half a millionTurks within the borders. There are 114 schools and a few Georgian-Azerbaijani schools in Azerbaijan Turkic schools that have established themselves as Azerbaijani Turks or Borchaly Karapapaks. In this paper, official statistical information for 2018 is presented in the geographical region of Georgia in Turkish schools and this information is explained in various directions.

Hosrov Bey Sultanov ve Onun Kafkas’ın Kurtuluşu Raporu

Hacali Necefoğlu

ORCID: 0000-0003-2901-3748

Sayfalar: 361-378

Bildiride Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ilk Savunma Bakanı ve Karabağ Genel Valisi olmuş, Azerbaycan XI. Kızıl Ordu tarafından işgal edildikten sonra Türkiye’ye iltica etmiş Hosrov Bey Sultanov hakkında bilgiler ve onun Alman-Sovyet savaşı başlarken Almanya Ankara Büyükelçisi Franz von Papen’e takdim ettiği ve von Papen’in 24 Kasım 1941 tarihinde üst yazı ile Alman Dış İşleri Bakanlığı’na gönderdiği “Azerbaycan Türklerinin Lideri Kafkas’ın Kurtuluşu Hakkında” konulu raporunun içeriği anlatılacak. Almanya yenildikten sonra Alman Dış İşleri arşivi Sovyetler Birliğine getirilerek tasnif edilmiş ve birçok belge Rusçaya çevrilmiştir. Anılan raporun Rusça çevirisi Rusya Federasyonu Devlet Arşivi’nde bulunmaktadır (Fond R-9401, opis 2, delo 100, list 381 – 386). Belgede müellifin ismi geçmese de yazarın kendini Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi’nin Kafkas Cephesi’nde savaştan zarar gören Müslümanlara yardım etmek üzere görevlendirdiği Baş Müvekkil, bağımsız Azerbaycan’ın ilk Savunma Bakanı ve Karabağ Genel Valisi olarak tanımlaması Raporun kesinlikle Hosrov Bey Sultanov’a ait olduğunu gösteriyor. Raporda Almanlarla işbirliğinin zaruri koşulu olarak Azerbaycan’ın bağımsızlığının tanınması vurgulanmaktadır.

In this article, it will be talked about the report titled “The leader of the Azerbaijani Turks on the Liberation of the Caucasus”, that was presented to German Ambassador in Turkey, Franz von Papen by Hosrov Bey Sultanov during the German-Soviet War, and was sent to the German Foreign Ministry on November 24, 1941. Hosrov Bey Sultanov, who was the Governor General of Karabakh and the first Defense Minister of Azerbaijan, found asylum in Turkey after Azerbaijan was occupied by 11th Army of Soviet Union. After Germany was defeated, the German Foreign Affairs Archive was brought to the Soviet Union and many documents were translated into Russian. The Russian translation of the report is in the Russian State Archives (Fond R-9401, opis 2, delo 100, list 381 – 386). Although the name of the writer was not mentioned in the document, the report was written by Hosrov Bey Sultanov because the author said he had been appointed by Muslims Charity Society in Baku as a representative to help Muslims who had suffered in the Caucasus Campaign during World War I, and he described himself as the Governor General of Karabakh and the first Defense Minister of Azerbaijan. This indicates that the report was written by Hosrov Bey Sultanov. The report emphasized the recognition of the independence of Azerbaijan as a necessary provision for cooperation with the Germans.

Eski Türk Devletlerinde Kağan ve Han Unvanları

Hayrettin İhsan Erkoç

ORCID: 0000-0003-0797-6500

Sayfalar: 379-402

Eski Türk ve Moğol devletlerinin teşkilatları üzerine çalışan uzmanlar arasında, Kağan (Ḳaġan, Ḫaġan, Ḫâḳân) ve Han (Ḳan, Ḫan) unvanlarının içeriği ile bunların birbirleriyle olan ilişkileri konusunda bugüne kadar bir fikir birliğine varılamamıştır. Bazı uzmanlar, Han’ın Kağan’dan daha düşük düzeyde bir unvan olduğunu savunurlarken, bunun tam tersini savunan uzmanlar da olmuştur. Söz konusu iki unvanın farklı olduğunu savunanlar, kendilerine dayanak olarak Kaşgarlı Mahmud’un eseri Divanu Lugati’t-Türk’te geçen bir ifadeyi almışlardır. Moğollarda devleti yöneten en büyük hükümdarın Kağan (Ḫaġan), çeşitli bölgeleri yöneten diğer hanedan üyelerinin Han (Ḫan) unvanını taşımış olmaları da bu görüşü destekler gibi gözükmektedir. Sözü geçen mesele hakkında iki görüşün dışında başka bir görüşe göre ise, her iki unvan ilk zamanlarda aynı iken sonradan farklılaşmıştır. Türk Kağanlığı döneminde (552-744) Küçük Kağan şeklinde bir unvanın kullanılmış olması da bu meseleyi daha zor bir duruma getirmektedir. Küçük Kağanların, tıpkı Şad ve Yabgu unvanlarını taşıyan hanedan üyeleri gibi, bazı dönemlerde devletin başındaki Büyük Kağan’a bağlı olarak devlete bağlı halklar ile bu devletin çeşitli bölgelerini yönettikleri görülmektedir. Türk Kağanlığı’na, Ötüken Uygur Kağanlığı’na (744-840) ve Yenisey Kırgızlarına ait 8.-9. yüzyıllardan kalma çeşitli Eski Türkçe yazıtlar birbirleriyle karşılaştırıldığında ise, sözü geçen dönemde Kağan ve Han unvanları arasında henüz bir fark olmadığı, üstelik Han’ın aslında Kağan’ın bir kısaltması olduğu görülmektedir. Çin’deki Tang 唐 Hanedanı dönemini (618-907) anlatan Çin kaynaklarında bulunan kayıtlar da, bu yazıtlarda geçen anlatıları destekleyici bilgiler sunmaktadır. Görüldüğü üzere, oldukça tartışmalı bir mesele olan bu konu incelenirken konuyla ilgili bütün kaynaklar birbirleriyle karşılaştırılarak gözden geçirilmelidir. Yaptığımız çalışmaya göre, 8.-9. yüzyıllarda Eski Türklerde Kağan ve Han unvanları arasında henüz bir fark yok iken, bunların arasında fark oluşması sonraki Karahanlı ve Moğol dönemlerinde yaşanmıştır.

Regarding the context of the titles Qaghan (Qaγan, Xaγan, Xāqān) and Khan (Qan, Xan), and their relations with each other, a consensus has not been reached until now among scholars studying the organization of Ancient Turkic and Mongol polities. Some scholars are of the opinion that Khan was a title below in rank from Qaghan, while some scholars thought the opposite. Those who thought that these titles were different have taken a statement in Mahmud of Kashghar’s (Maḥmūd al-Kāšγarī) work Compendium of Turkic Dialects (Dīwān Luγāt al-Turk) as their base of support. The fact that the greatest ruler administrating the Mongol Empire held the title Qaghan (Xaγan) while other members of the dynasty administrating various parts of the empire carried the title Khan (Xan) seems to be supporting this view. According to another opinion on this matter outside these two views, both of these titles were the same in the beginning but had differentiated in later periods. Usage of a title in the form of Lesser Qaghan during the Türk Qaghanate period (552-744) makes it even more difficult to solve this matter. It is observed that during some periods, these Lesser Qaghans subjected to the Grand Qaghan at the top of the empire, just like other members of the dynasty carrying the titles Shad and Yabghu, were administrating subjugated peoples and various parts of the empire. When the numerous Old Turkic inscriptions from 8th-9th centuries that belonged to the Türk Qaghanate, Ötükän Uyghur Qaghanate and the Yenisei Kyrgyz are compared with each other, it can be seen that the titles Qaghan and Khan did not have any differences during that period yet, while Khan actually stood as an abbreviation of Qaghan. Records in the Chinese sources that narrate the Tang Dynasty 唐 period (618-907) in China also offer cases that support narratives in these inscriptions. As can be seen, all the sources related with this matter, which is a highly problematic case, should be compared with each other and evaluated. According to our study, the titles Qaghan and Khan did not possess any differences among the ancient Turks during 8th and 9th centuries yet, but their differentiation occurred in the later Qarakhanid and Mongol periods.

Buhara Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Türkistan Milli Kurultayı Başkanlık Divanı Üyesi Osman Kocaoğlu’nun Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ile İlgili Mektubu

Hikmet Zeki Kapcı

ORCID: 0000-0002-4707-9778

Sayfalar: 403-410

Türkistan coğrafyasında pek çok alanda çağdaşlaşma hareketi başlatmış olan Osman Kocaoğlu 1920-1921 yıllarında Buhara cumhurbaşkanı olmuştur. Milli Mücadele’ye destek vermiştir. Türkiye’ye 100.000 altın göndermiştir. Ancak 90.000’ine Rusya el koymuştur. 10.000 altın Türkiye’ye ulaşmıştır. Buhara’nın Rusların kontrolüne girmesinden sonra Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır. Kocaoğlu 1961 yılında kurulan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün gayesini takdir etmiş, ancak yönetim şeklini eleştirmiştir. Enstitüden umulan gayeye ulaşılabilmesi için yöneticilerinin Türkiye’de doğup büyüyen aydınlardan seçilmesi gerektiğini savunmuştur. Hatta bu noktada Başbakan İsmet İnönü’ye bir dönem Türk Ocakları başkanlığı yapmış olan Prof. Dr. Necati Akder’i önermiştir.

Osman Kocaoglu, who has initiated many modernization movements in the geography of Turkistan, became Buhara president in 1920-1921. He has supported the National Struggle in Turkey. He has sent 100,000 gold to Turkey. Russia, however, seized 90,000 gold. Turkey has reached 10,000 gold. After entering the Russian control of Bukhara, he was forced to take refuge in Turkey. Kocaoglu appreciated the purpose of the Turkish Cultural Research Institute, founded in 1961, but he criticized the management system. In order for the Institute to reach the expected destination, he argued managers should be selected from intellectuals that grow in Turkey. Even at this point, He has suggested that Professor Dr. Necati Akder who had served as President of Turkish Hearths for a term Prime Minister İsmet İnönü.

The Great Britain’s Azerbaijan Policy During the Years 1917-1920

Hokuma Abbasova

Sayfalar: 411-424

Doğu ve Batı’nın kesişme noktasında yer alan Kuzey ve Güney Azerbaycan, her zaman büyük Avrupa ülkelerinin çıkarları kapsamındaydı. Azerbaycanın zengin doğal kaynakları ve kültürü her zaman yabancı ülkeleri çekmiştir. XIX yüzyılın ilk yarısında Rus işgalinden sonra, Azerbaycan Rus imparatorluğunun sanayi hayatında önemli bir rol oynamaya başladı. Endüstrinin modernleşme süreci XIX yüzyılın sonunda Bakü petrol endüstrisinin petrol patlamasına yolaçtı. XX yüzyılın başlangıcında Bakü, dünyanın öndegelen petrol merkezlerinden biri haline geldi ve dünya petrolünün yarısı Bakü’den alınıyodu. O zamanlar birçok yabancı şirket, Bakü petrol sektörüne yatırım yaptı ve onlar arasında sekiz İngiliz şirketi vardı. I Dünya Savaşı’ndan önce Fransız Rothschild Brothers’ın hisselerini satın alan İngiliz şirketleri, Bakü petrol endüstrisinde anayatırımcı oldular. Bunlar, Britanya’nın Azerbaycan politikasına etkilyen yukarıda belirtilen tüm gerçekler. Farklı kaynakları analiz ederek yazar, 1917-1920 yılları arasında İngiltere’nin Azerbaycan politikasını tanımlamaya çalışır. Dahası, Güney Kafkasya’daki Büyük Britanya’nın yayılmacı politikasıve 1917 Temmuzunda General Dunstervilleve Kasım 1918’de General Thomson rehberliyinde Azerbaycan’a gönderileniki İngiliz müfrezesi ve onlar tarafından yapılan çalışmalar bu yazıda incelenecektir. Ayrıca, Büyük Britanya ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti arasındak isiyasi, kültürel ve ekonomik ilişkiler analiz edilecektir. Son olarak, Paris Barış Konferansı sırasında Büyük Britanya’nın Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’ne desteği ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının fiilen tanınması konusundaki rolü bu yazıda incelenecektir.

Being situated on the crossroads of East and West, North and South Azerbaijan was always in the scope of interest of major European countries. Its rich natural resources and splendid culture always attracted the foreign countries. After the Russian occupation at the first half of XIX century, Azerbaijan began to play a key role in industrial life of the Russian empire. The modernization process of industry led to oil boom of Baku oil industry at the end of XIX century. At the turning of the century Baku became one of the leading oil centres of the world and half the world’s oil gushed from Baku. At that time lots of foreign companies invested to Baku oil industry and among them were eight British companies. Even before the break-up World War I buying the shares from French Rothschild Brothers British companies became main investors in Baku oil industry. These all above mentioned facts affected to the Britain’s policy of Azerbaijan. By analysing different sources the author tries to identify the Britain’s Azerbaijan policy during the years 1917-1920. Moreover, the expansionist policy of Great Britain in South Caucasus and the activities of two British detachments sent to Azerbaijan respectively on July 1918 by General Dunsterville and on November 1918 by General Thomson will be scrutinized in this paper. Furthermore, the political, cultural and economic relations between Great Britain and Azerbaijan Democratic Republic will be deeply analysed. Finally, the support of Great Britain to Azerbaijan Democratic Republic during the Paris Peace Conference and its role in the de-facto recognition of independence of Azerbaijan Democratic Republic will be investigated in this paper.

Anadolu’dan İngiltere’ye: Malazgirt Savaşı Sonrasındaki Batı Kaynaklı Elyazmalarında ve Orta Çağ İngilteresi’nde Yazılan Metinlerde Türk Algısı

Hülya Taflı Düzgün

ORCID: 0000-0001-8513-7951

Sayfalar: 425-448

“Türk Kafası. Biraz yoğurulup şekillendirilmiş hamur alın. Hamurun içerisini tavşan, tavuk ve bal ile ıslatılmış hurmalarla doldurun; taze peynir ekleyin ve karanfil, kübabe ve şeker koyun. Sonra, üst kısmına hamurun zemini dolduracak şekilde fıstığı yerleştirin. Dolgu için kırmızı, sarı ve yeşil renkleri kullanın. Kafa kısmını bir kadının saçları gibi siyah renkle süsleyin ve siyah bir tabağın içerisine yerleştirin. Erkeğin yüzü üst kısımda görünür olmalıdır.”* İngiltere’de on üçüncü yüzyılın sonlarında yazılıp günümüze kadar ulaşan Diuersa Cibaria el yazması, Türk kafası turtası/yemeği tarifini bu şekilde verir. Anglo-Norman ve Ortaçağ İngilizcesi dillerinde yazılan bu tarifte neden başka bir milletin değil de Türk’ün kafasının tercih edilmesinin cevabını bulmak çok da zor değildir. Selçuklular on birinci yüzyıl ve on dördüncü yüzyıllar arasında, sadece Doğu Roma İmparatorluğu’nda değil, Kuzey Afrika ve Avrupa’da da etkisini gösteren kültürel, politik sosyal, dini ve ekonomik yönlerden güçlü bir devlettir. İslamiyet’i kabul eden Selçuklular, İslamiyet’in önderi ve yayıcısı olarak 1071 Malazgirt Savaşı sonrasında akın akın Anadolu topraklarına yerleşmeye başlamıştır. Anadolu’da İslamiyet’in hızla yayılmasıyla birlikte Doğu Roma İmparatorluğu ve Batı Avrupalıları Hristiyanlığın ortadan kalkacağı endişesine kapılmıştır. Malazgirt Savaşı sonrasında Doğu Roma İmparatoru, Sarazen olarakta adlandırılan Selçukluların tehditlerine karşı, Batıdan yardım istemiştir. Yardım talebi Papa İkinci Urbanus’a ulaşmış ve buna bağlı olarak İngilizlerin de içerisinde olduğu haçlı seferleri başlamıştır. Türk-İngiliz etkileşimleri on birinci yüzyılda Selçukluların Anadolu’ya gelip yerleşmesi ile İngilizlerin haçlı seferlerine katılması üzerine ivme kazanmıştır. Bu araştırma, ortaçağ İngiltere’sinde Türklerin, Malazgirt Savaşı sonrası, haçlı seferleri sırasındaki ve sonrasındaki süreçlerde batılı el yazmalarına ve İngiliz Edebiyatına nasıl ve neden yansıdığını göstermektedir. Özellikle on bir ve on dördüncü yüzyıllar arasında Latince, Fransızca, Anglo-Norman ve İngilizcesi yazılan el yazmalarında ve İngiltere’de yazılan edebi metinlerde Türklerin nasıl tasvir edildiği ve algılandığı, İngiliz-Türk etkileşimlerinin nasıl olduğu incelenmektedir.

“Test de Turt. Foille de pastee bon sarrays, & iplaunted πrin conynges & volatils, dates ywaschen & isouced in hony, chese neowe icoruen πryn; clouwes, quibebes, sucre abouen. Soππen on legge of fassyng of festigade gret plentee, πe colour of πe farsure red, yolou & grene. ∏at hed schal beon blake adressed oπe manere of hier of wymmon on an blake dische, & a monnes visage abouen. Diuersa Cibaria (c. 1300).”* An early thirteenth century Diuersa Cibaria manuscript, which is extant in the AngloNorman and the Middle English languages, describes how to cook/bake the Turk’s Head. The reason why this manuscript contains the recipe of the Turk’s Head is because of the influence of the Seljuk Turks in England. The Seljuk Dynasty was a geographically, economically, religiously and politically powerful dynasty that lasted from the eleventh century to the fourteenth century, expanding its influence not only to Europe but also to the Middle East, Asia Minor and North Africa. The Seljuk Turks, affiliated with Saracens, respectively converted to Islam and had the victory at the battle of Manzikert in 1071. As the leader and spreader of Islam, they had a profound impact on continents and achieved several military victories, which led Orthodox and Latin Christians to fear that it would bring the downfall of Christianity. This is the reason why the Eastern Roman Emperor asked for the help of the Latin Christians, and Pope Urban II called for crusades. The crusades had an impact on Turkish-English interrelations, and this paper aims to explore how the Turks are perceived and described, and how the Turkish-English relations are understood in the Latin, Old French, Anglo-Norman and Middle English chronicles and chansons de geste in England between the eleventh and the fourteenth century.

Rus Askerî Kaynaklarına Göre 18. Yüzyılın İkinci Yarısı – 19. Yüzyılın Başlarında Güney Kafkasya’da Türk Ahali

İrade Memmedova

Sayfalar: 449-474

Amaç: 18. Yüzyılın ikinci yarısı 19. Yüzyılın başlarına kadar Güney Kafkasya’nın Türk ve Müslüman nüfusunun yaşam arealı, vilayetlerinin coğrafi konumu, Türk halkları, onların sosyal, etnik, dînî, say yapısı, örf ve gelenekleri, demografi hareketler, sosyoekonomik hayatı, uğraşıları vs.’nin Rus askerî kaynaklarına dayanarak araştırılmasıdır. Konuya dair bilgileri içeren Rus askerî kaynaklarını bir kaç gruba ayıra biliriz; 1. Farklı arşivlerdeki rus askerî kaynakları, 2. Toplularda yayınlanmış rus askerî kaynakları, 3. Rus subayları ve askerî tarihçilerinin eserleri, hatıraları, biografileri, haritalar. Örneğin, Rus askerî tarihçisi N.Dubrovin’in “1803-1806’lı Yıllardan İtibaren Güney Kafkasya” ve “Kafkasya’da Savaşlar ve Rus Egemenliği Tarihi” adlı 6 ciltten oluşan eserlerinde 18. yüzyılın 80’li yıllarından 1827 yılına kadar olayları kapsayan zaman zarfında Kafkasya’nın Ruslar tarafından işgali, onların yerel halklarla mücadelesi, aynı zamanda nüfusla ilgili, onların hayatı, örf ve gelenekleri, onların Rusya’nın bu toprakları işgaline kadar ve işgalinden sonraki yaşam tarzı, Güney Kafkasya’nın Müslüman eyaletleri, burada daha önce mevcut olmuş birkaç hanlık, Tatarların (Azerbaycan Türkleri) ve diğer halkların dînî, meişeti, köyleri, evleri, Tatar kadının ailede durumu, düğün ve cenaze adetleri, Azerbaycan Hanlıkların nüfusunun sosyal yapısı ve yönetim sistemi hakkında detaylı bilgiler verilmektedir. Rus subaylarından Yaişnikov, Simonoviç, Drenyakin, Serebrov, Burnaşev, Ahverdov, Butkov, Zubov, Bronevski, Berezin, Tormasov, Rtişşev, Kosebu, Hotyanovski, Legkobıtov, Şopen, Vladıkin vb.’nın, aynı zamanda Rusya İmparatorluğu Dış Politika Arşivi, Rusya Devlet Kadim Aktlar Arşivi, Rusya Devlet Askerî-Tarih Arşivi, Azerbaycan Devlet Tarih Arşivi’nin yayınlanmamış belgelerinde, Devlet Şurası Arşivi’nin yayınlanmış belgelerinde, Kafkas Arkeografik Komisyonu’nun Aktları’nda Güney Kafkasya’nın Türk ve Müslüman ahalisi hakkında detaylı ve değerli bilgiler, bunun yanı sıra Müslüman vilayetlerinin coğrafi konumu, iklimi, buraya dahil olan şehir ve köyler, bahçelerin, evlerin sayısı, uğraşıları vs. hakkında bilgi verilmektedir.

The main purpose of applying to the subject is the living areas of the Turkish and Muslim population of the South Caucasus from the second half of the 18th to the beginning of the 19th century, the geographical position of the provinces, Turkic peoples, their social, ethnic, religious, population composition, customs and traditions, demographic movements, social – economic life, employment, etc. was investigated based on Russian military sources. The Russian military sources on the subject can be divided into several groups: 1. Russian military sources in different archives; 2. Russian military sources published in collections; 3. Works, memories, biographies, maps of Russian officers and military historians. For example, in the works of the Russian military historian N.Dubrov “The South Caucasus since the 1803-1806 years on” and “History of the Russians’ war and the rule in the Caucasus” consisting of 6 volumes while covering the events from the 80s of the 17th century up to 1827 he provides with detailed information about the occupation of the Caucasus by the Russian, their struggle with local peoples, as well as their lives, customs and traditions, their life of mode before and after the occupation of these lands by the Russian, the Muslim provinces of the South Caucasus, some khanates that existed there much before, the Tatars’ (Azerbaijani Turks) and other peoples’ religion, life, villages, houses, the condition of the Tatar woman in the family, their wedding and burial customs, the social structure and management system of the Azerbaijani population during the khanates. Russian servicemen, including Yaishnikov, Simonovich, Drenyakin, Serebrov, Burnashev, Axverdov, Butkov, Zubov, Bronevsky, Berezin, Tormasov, Rtishshev, Kosebu, Khotyanovski, Leqkobitov, Chopin, Vladikin and others, as well as Foreign Policy Archives of Russian Empire, Russian State Archive of Ancient Acts, Russian State Military-History Archive, unpublished documents of the Azerbaijan State Historical Archive, published documents of the State Council archive, Caucasian Archaeological Commission’s Acts provides with detailed and valuable information on the Turkish and Muslim population of the South Caucasus, geographical position, climate of the Muslim provinces, the towns and villages included there, the number of the gardens, houses, their occupation, and so on.

Kırgızistan’da Rus Çarlığı’nın Yayılmacılık Politikası

İsabaeva Nazgul Akylbekovna

Sayfalar: 475-482

Rusların Yedi-Su bölgesine ilk girişleri 1831 yılında İrtiş’e gelmeleri ile başlamıştır. Yedi-Su’ya sadece Kuzeydoğudan değil, aynı zamanda Kuzeybatıdan da girerek SırDerya’nın eteklerinde yerleşim yerlerini kurmaya başladılar. Günümüz Kırgızistanı’na Rus muhacirlerin yerleşmesi ise 1841 yılından itibaren başlamıştır. İlk önce Don Kazakları (Ruslar), 1866 yılından başlayarak ise Rusya’nın Voronej ve Sibirya valiliklerindeki Ruslar gelmeye başladılar. Başlangıçta Rus muhacirleri yerli halkın arazilerini almaktan çekinseler de, sonradan yavaş yavaş tarım alanlarını ele geçirmeye çalıştılar. Bu gelişme Kırgız idarecilerinin memnuniyetsizliğine sebep oldu. Rus muhacirlerin Yedi-Su’ya yayılması, temel olarak üç safhada gerçekleşti. Birinci safhada Kazak Askerleri (Don Kazakları) bölgeye ilk geldikleri için onlara oldukça çok toprak verildi. İkinci safhada Yedi-Su bölgesinin ikliminin yumuşak olduğunu duyan Rus çiftçileri de yoğun bir şekilde bu bölgeye akın etmeye başladılar. Fakat Rus memurları onlara toprak vermek istemediler. Bu sebeple bunlar, kendileri gelen göçmenler olarak kabul edildiler ve hiç kimseden izin almadan istedikleri yere yerleşmeye başladılar. Bundan dolayı Türkistan genel valisi C. A. Kolpakovsky 1868 yılında Yedi-Su’ya gelen göçmenlerin yerleşimini bir düzene sokma emrini vermiştir. Bu düzene sokma emri hiç müzakere edilmeden 1883 yılına kadar uygulanmış ve Rus muhacirlerin bu bölgede olağanüstü çoğalmalarına sebep olmuştur. 1868-1880 yılları arasında bölgeye 2075 Rus aile gelip yerleşmiştir. 1891-1892 yılları arasında ise Rus muhacir sayısı 1769 aileye ulaşmıştır. On üç yıl içerisinde Rus muhacirlerin sayısı %85’e yükselmiştir. Çünkü Rus idaresi tarafından bunlara, 15 yıla kadar vergi muafiyeti, 30 desyatina toprak ve 100 ruble para bile verilmiştir. Bildiride Rus Çarlığı dönemindeki arşiv belgelerinin ışığında Rusya’nın Kırgızistan’da yayılma politikası ele alınacaktır.

On the base of the reach springs, including archival and firstly acquainted into the scientifically circulation, it is investigated the agricultural policy of tsarist in the north part of Kyrgyzstan in complex in the period of investigation in the article. The analysis of its different aspects from the position of the modern historical knowledge and methods allowed not only to define the general stages of Russian expansion, but to disclose its colonial essence. It is emphasized that science-cognitive and socio-political meaning of the problem, its theoretical not developed in sight of ideology of independent nationalgovernmental construction certifies about its scientific novelty. The practical meaning of the material of the article, up keeping in it conclusions and estimations, it is defined by the specter of using as in the scientific so in the educational- pedagogical process. In this work there are the facts which show that expansible character of colonization of Turkistan became the result of developing of capitalism in Russia, its necessity in the markets of sellers and the springs of raw materials. In the investigation characterizes the political system of administration in the region and it marks that it was the mechanism of realization of socio-economical and military-strategically tasks.

Hunların Kırım’daki Yerleşim, Tarih ve Sanatları Üzerine

İsmet Zaatov

Sayfalar: 483-500

Makalede yazılı kaynaklarından bilinen Kırımın ilk Türk asıllı kavimleri olan Gunnların (Hunnuların) o dönemin zamandaş ve o döneme çok yakın zamanında icad eden müelliflerinin, Yeni Çağda araştıran ve bugünlerde kendi araştırmalarını devam eden yzarların yazılı çalışmalarına esaslanayarak Gunnların Kırım yarımadasında yerleşim yerleri ve Kırımda Gunnların saltanat sürdürdükleri tarihi tespid edilmiştir. Bu sırada aynı yerleşmelerin olduğu yerlerinde bulunan Gunnlara ait olan gömütlerden arkeolojik kazıların neticesinde bulunmuş olan Gunnların el ve kuymculuk sanatlarına ait olan çok yüksek seviyede üretilmiş örneklerin ve Gunnların hayat tarzılarının tanımı gösterilmektedir.

The article gives testimonies, mostly of Byzantine and Roman authors who lived and worked during and close to the historical time standards by the time of advance to the East and hegemony in the Crimea and in the Northern Black Sea region of the Huns. On the basis of information from these authors’ reports, an attempt is made in this article to localize the Huns in the Crimea, their observations on everyday life and elements of the Hun culture are given. The results of archaeological research by modern researchers formed the basis for an attempt to show the geography of Hunnish burials on the Crimean peninsula and the high level of jewelry art of nomads of the Huns.

Hsiung-nu İmparatorluğunun Aktüel Meseleleri

Karjaubay Sartkojaulı

Sayfalar: 501-518

In the article, in view of the analysis of the known earlier Chinese documents connected with the history of Syunnu, executed in recent years by the researchers of the history of Syunnu and also considering the new discoveries made by the archeologists of Russia, Mongolia, China within the last 50 years we offer the short conclusion on the history of Syunnu. The author, in the short conclusion used the original documents as the proof that the development of cultures of the people of the Great Steppe has played a crucial role in the emergence of Syunnu culture. In the short summary the conclusion has been drawn: statehood of the empire in its territorial integrity, social and economic cooperation was based on the biosocial structure. The formation of laws of public administration of “empire of a steppe civilization”.

Azerbaycan Lejyonu ve Abdürrahman Fatalibeyli’nin Faaliyetleri (1942-1954)

Kemal Özden

Sayfalar: 519-542

Nazi rejimi Haziran 1941’de başlattığı Barbarossa Harekatı aracılığıyla, Sovyetler Birliği’ni Baltık, Ukrayna, Moskova ve Kafkasya İmparatorluk Komiserlikleri şeklinde dört işgal bölgesine bölmeyi planlamıştır. Kafkasya Komiserliği’nin kurulmak istenmesindeki temel amaç, Bakü ve kuzey Kafkasya petrol yataklarının bir bütün halinde Almanya’nın kontrolü altında tutulması olmuştur. Üç ay içinde tamamlanması planlanan harekat başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra, Haziran 1942’de “Operation Blau” adlı ikinci harekat başlatılmıştır. Bu harekatın hazırlıkları çerçevesinde, Prof. Dr. Gerhard von Mende’nin girişimiyle Türkistan, Azerbaycan, İdil-Ural, Ermenistan, Gürcistan ve Kuzey Kafkasya kökenli savaş esirlerinden “Türk Taburları” genel kavramı altında lejyonlar da oluşturulmuştur. Binbaşı Abdürrahman Fatalibeyli, Azerbaycan Lejyonu’nda irtibat subayı olarak görevlendirilmiştir. Lejyon, muharip görevlerin yanı sıra Berlin’deki karargahta siyasi ve sosyal faaliyetler de gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede Kasım 1943’te Berlin’de Azerbaycan Milli Birlik Meclisi oluşturulmuş, Fatalibeyli Başkan seçilmiştir. Alman Ordusu Doğu Cephesi Askeri İstihbarat Teşkilatı Başkanı Tuğgeneral Reinhard Gehlen, savaştan sonra arşivi ve teşkilatıyla birlikte ABD’nin hizmetine girmiştir. Dış istihbarat teşkilatını 1941 yılında kurmaya başlayan ve Avrupa’da istihbarat ağına sahip olmayan ABD, eski Nazilerin bu alandaki tecrübe ve kapasitelerinden yararlanmıştır. Eski Türk ve Kafkasya lejyonları, CIA tarafından anti Bolşevik faaliyetlerde kullanılmak üzere von Mende tarafından yeniden örgütlenmiştir. Bu lejyonlar 1952’de Münih’te, CIA tarafından örgütlenen Rus kökenli muhalif gruplarla birlikte Anti Bolşevik Mücadelenin Koordinasyon Merkezi adlı paravan çatı örgütü altında toplanmıştır. Örgüt bünyesinde Mart 1953’te yayına başlayan Özgürlük Radyosu, bu grupların Sovyetler Birliği’ne karşı propaganda, sabotaj, karşı sabotaj, imha ve yeraltı direniş hareketlerine eşlik etme gibi faaliyetlerinin koordine edildiği merkez olmuştur. 1950’de Azerbaycan Milli Birlik Komitesi’nin başına geçen ve akabinde Özgürlük Radyosu Azerbaycan Masası Başkanı olan Fatalibeyli, Sovyet istihbaratının bir numaralı hedefi haline gelmiştir. Kasım 1954’de Münih’te KGB ajanı İsmailov tarafından öldürülmüştür. Konuya ilişkin gelişmeler Türkiye tarih yazıcılığında ilk kez, Alman belgeleri ve son yıllarda serbest bırakılmış olan Amerikan istihbarat belgelerine dayalı olarak yeniden inşa edilmiş ve yorumlanmıştır.

The Nazi Regime planned to divide the Soviet Union into four occupation zones through Operation Barbarossa which it launched in June 1941. The zones were ought to consist of the Reich Commissariats of Baltic, Ukraine, Moscow and Caucasus. The main goal of the establishment of the Reich Commissariat of Caucasus was to keep the oil reservoirs of Baku and the North Caucasus under German control as a whole. After the failure of the operation that was ought to be concluded within three months, a second operation called “Operation Blau” was launched in June 1942. Upon the initiative of Prof. Dr. Gerhard von Mende, legions under the general term of “Turkish Battalions” were formed as part of the preparations of the new operation. The “Turkish Battalions” consisted of prisoners of war from Turkistan, Azerbaijan, Idil-Ural, Armenia, Georgia and North Caucasus. Major Abdürrahman Fatalibeyli became the liaison officer in the legion of Azerbaijan. Besides conducting combatant duties, the legion also organized political and social activities in the headquarter in Berlin. In this framework, in 1943 the Azerbaijani Committee of National Unity was established in Berlin and Fatalibeyli was elected as its president. After the war Brigadier General Reinhard Gehlen, who was responsible for intelligence about Soviet Union and its sphere of influence, became subordinate to USA together with his archive and organization. The USA, which started to form its foreign intelligence service in 1941 and had no intelligence network in Europe, benefitted from the experiences and capacities of former Nazis in this field. The former Turkish and Caucasian legions were reorganized by von Mende in order to be used by the CIA in anti-Bolshevik activities. In 1952 these legions came together with CIA-organized groups of Russian origin under the covert umbrella organization called “Coordinating Center of Anti-Bolshevik Struggle” in Munich. Radio Liberty, which started to broadcast in March 1953 within the scope of the organization, was the center where activities such as propaganda, sabotage, anti-sabotage, demolition and assistance to underground resistance movements against the Soviet Union were organized. Fatalibeyli, who was the head of the Azerbaijani Assembly of National Unity and later became the director of the Azerbaijani desk of Radio Liberty, turned into the number one target of the Soviet intelligence service. He was murdered by the KGB agent Ismailov in Munich in November 1954. The developments regarding this topic are reconstructed and interpreted in the historiography of Turkey by for the first time making use of German archive documents and American intelligence documents which have been declassified and released in resent years.

Türk Tarihinde Çince Kaynaklar Nasıl Kullanılmalı?

Konuralp Ercilasun

ORCID: 0000-0002-5344-7194

Sayfalar: 543-554

Çince kaynaklar Türk tarihinin en eski devirleri için kullanılan en önemli kaynaklar arasındadır. Tarihimizin Gök Türkler devrine kadar olan dönemi için adeta yegane yazılı kaynak hüviyetini taşımaktadırlar. Gök Türk devrinden itibaren kendi bengü taşlarımızın yanı sıra Batı kaynakları da devreye girer ve bu sebeple karşılaştırma imkânı doğar. İlerleyen zamanlarda ise kaynak çeşitliliğindeki artış bu karşılaştırmaların daha rahat yapılmasını sağlar. Bu şekildeki karşılaştırmalar Çince kaynakların niteliği ve değerini gerçekçi bir şekilde ortaya koymaya yarar. Gök Türk öncesi dönemde Çince kaynakları karşılaştırma imkânı azalır. Karşılaştırma yapılamaması birçok bilim adamının Çince kaynaklardaki sözleri doğrudan doğruya kabul edip aktarmalarına yol açmıştır. Bu sebeple yakın dönemlerde Çince kaynaklar, başka kaynaklarla karşılaştırılabilip daha gerçekçi bir perspektif ortaya konabilmekteyken eski devirlerin yazımında araştırıcılar bazen farkında olmadan bu gerçekçi bakıştan uzaklaşabilmektedir. Çince kaynakların değerlendirilebilmesi için tarih metodolojisinin iç tenkit ve dış tenkit unsurları yakın zamanlara kadar çok kullanılmadı. Bunun bir sebebi de bu tenkitlerin dayanacağı temel bilgilere ulaşmanın zorluğu idi. Günümüzde Çince kaynakların yazım sürecindeki temel bilgilerin birçoğu açığa çıkmış, bu sayede iç ve dış tenkit için elverişli zemin oluşmuştur. Bu süreçte kaynakların yazım amacı, yazım tarihi ve terminolojisi dikkate alınmalıdır. Bütün bunları etkileyen ana unsur ise Çin dünya görüşüdür. Çin hükümdarının yeryüzündeki tek hükümdar olduğuna dair gerçek dışı görüş, Çin kroniklerinin yazımını etkileyen ana görüştür. Kaynakları kullanırken bu husus akılda tutulmalı ve terminolojiye dikkat edilmelidir. Bildiride çeşitli örneklerle Çin dünya görüşünün kaynakların yazımına etkisi, bunların yazım tarihleri ile birlikte değerlendirilecektir. Ana kaynak olarak Çince kaynaklar kullanılacak ve bunların başka kaynaklarla karşılaştırılması yoluna gidilecektir. Ayrıca Zeki Velidi Togan’ın metot konusunda üzerinde durduğu iç ve dış tenkit yollarından faydalanılacaktır.

Chinese sources are one of the main sources for the earliest Turkish history. They are almost unique written sources before the Ancient Turkish Kaganate era. The appearance of Ancient Turkish inscriptions and some Western (Latin, Persian, etc) sources after this era gives us a chance of comparative study. The increase in the diversity of sources during the modern era made these comparisons more accurate. In the light of these comparisons we can evaluate the character of the Chinese written sources more accurately. The opportunity of comparison is not so much before the Ancient Turkish Kaganate era. Because of this situation a plenty of scholars directly accept the data in the Chinese written sources. Thus, the research on the later periods of history are much more accurate than the earlier periods. The uniqueness of Chinese written sources sometimes guide scholars to unrealistic interpretations. The historical criticism methods are not used so much for the Chinese written sources. One of the reasons is that it was hard to reach the main data on the Chinese written sources. Nowadays, we are aware of these main data, so it gives us an opportunity to use historical criticism methods. The purpose, the writing process and the terminology of these sources should be taken into consideration. The main ideology of these sources was coming from the Chinese world view which depends on the belief that there was only one sovereign in the world and it was the Chinese emperor. The effect of the Chinese world view to the written sources will be discussed in the paper. Chinese written sources will be compared with other sources during this process. I will utilize the historical criticism methods which were explained by Zeki Velidi Togan.

Bağımsız Türk Devletleri Arasında Meclisler Arası Çok Taraflı İşbirliğinin Son On Yılı: Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA)

Mehmet Yahya Çiçekli

Sayfalar: 555-564

Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (TÜRKPA) kurulduğundan beri geçen yaklaşık on yıllık sürede, 1991’de yeniden yükselen bağımsız Türk dünyasında gelişen çok taraflı ilişkilere yeni bir boyut getirmiştir. Bu sunumun amacı, TÜRKPA’nın temel nitelikleri ve işlevi ile ayırt edici özgün yönlerinin, ayrıca Türk dünyasına hizmet eden diğer uluslararası kuruluşlarla benzer ve farklı yönlerinin tespit edilerek değerlendirilmesidir. TÜRKPA 2008’de kurulmuştur. TÜRKPA bağımsız Türk devletleri arasındaki çok taraflı ilişkilerin meclisler arası boyutunun kurumsallaşmış halidir. Bu bakımdan Türk dünyasının yakın tarihi bakımından özel bir ilgiyi hak etmektedir. TÜRKPA’nın tarihi alt yapısı, kuruluş süreci, gelişimi ve faaliyetleri göz önüne alınarak TÜRKPA hakkında genel bir çerçeve çizilmesi mümkündür. Bu çerçevede TÜRKPA özgün bir tablo arz etmektedir.

During the nearly ten year period following its establishment, Parliamentary Assembly of Turkic-Speaking Countries (TURKPA) has brought a new dimension to multilateralism among independent Turkic states which were rerisen in 1991. This presentation aims to mark and evaluate similarities and differences between TURKPA and other Turkic international organizations, as well as functions and founding qualities of TURKPA. TURKPA was established in 2008. TURKPA is the institutionalized form of interparliamentary multilateralism among independent Turkic states. In this respect, it deserves a special attention in regard to the modern history of Turkic world. A general outline of TURKPA can be drawn by considering historical substructure and establishment process of TURKPA and also its development and activities. In this context, TURKPA offers a unique scene.

Buhara Hanlığı’nda Merkezî Yönetimin Güçlendirilmesi İçin Atılan Adımlar (1557-1583)

Muhammed Bilal Çelik

ORCID: 0000-0002-8246-134X

Sayfalar: 565-582

Muhammed Şibanî Han’ın 1500 yılında Semerkand şehrini fethetmesiyle tarih sahnesine çıkan Buhara Hanlığı Osmanlı Devleti’nden sonra ayakta kalan en uzun süreli Türk Devleti olmuştur. Gerçekleştirdiği fetihlerle Şibanî Han kısa süre içinde hanlığını doğuda Doğu Türkistan sınırından batıda Hazar Denizi’ne, kuzeyde Deşt-i Kıpçak’tan güneyde Kabil’e kadar genişletse de, onun 1510 yılında Merv Savaşı’nda Şah İsmail’e (1501-1524) yenilip öldürülmesiyle hanlığı neredeyse dağılma aşamasına gelmiştir. Hanlıkta 1511 ve 1512 yıllarında toplanan kurultaylarda Buhara Hanlığı Semerkand, Buhara, Taşkent ve Miyankal (1526’da fethinden sonra Belh şehri) olmak üzere dört ana yönetim bölgesine (soyurgal) ayrılmış, bu bölgelerin yönetimini üstlenen hanedan üyeleri başlarına buyruk hareket ederek başkentteki hanı çok da dikkate almamışlardır. Denilebilir ki, hanlık içinde dört müstakil bölge oluşmuştur. Bu yüzden, en yaşlı üye tahta çıktığı için han değişikliklerinde zaman zaman başkentin değiştiği de gözlemlenmiştir. Mesela kendi dönemine kadar Semerkand başkent iken, Ubeydullah Han (1533-1540) döneminde başkent Buhara şehri olmuştur. Ubeydullah Han bu parçalı sistemi nispeten dengede tutmayı başarabilse de sonlandıramamış, bunu ancak Abdullah Sultan (1583-1598 yılları arasında han), babası İskender Han’ın (1561-1583) iktidar devresinde gerçekleştirebilmiş ve merkezî yönetimi tam olarak tek elde güçlü bir şekilde sağlayabilmiştir. Aslında parçalı sistemi tek elde toplama girişimine ilk olarak Taşkent valisi Nevruz Ahmed (Barak, 1556- 1561 yılları arasında han) kalkışsa da, başarılı olamamış, bu süreci ancak Abdullah Sultan başarıyla nihayete erdirmiştir. Bu çerçevede, Abdullah Sultan 1557 yılında sahip olduğu Buhara şehri ile bu mücadelesine başlamış ve son olarak da 1582 yılında Taşkent’in zaptı ile de bu süreci tamamlamıştır. Bu tebliğde merkezî yönetimin tam olarak sağlanmasındaki bu süreç ile etkisinin ne kadar sürdüğü ele alınarak özellikle çağdaş vakayinameler yardımıyla ortaya konulmaya çalışılacaktır.

The Khanate of Bukhara, which was established when Muhammad Shibani Khan conquered the city of Samarkand in 1500, was the longest Turkish state to survive in history after the Ottoman Empire. Although Shibani Khan soon expanded his khanate to the border of East Turkestan in the east, to the Caspian Sea in the west, to the Dasht-i Qipchaq in the north and to Kabul in the south, his defeat to Shah Ismail (1501-1524) in the War of Marw in 1510 and death caused his state almost the stage of disintegration. In the quriltays gathered in 1511 and 1512, the khanate was divided into four appanages (Bukhara, Samarkand, Bukhara, Tashkent and Miyankal (later Balkh after the conquest in 1526) and the dynasty members who administrated these regions did not care the khan in the capital city. It can be said that four independent zones were formed within the khanate. Thus, it is observed that as the oldest member inherited the throne, the capital changes occur from time to time in the khan reshuffles. For example, while Samarkand was the capital until his time, Ubaydullah Khan (1533-1540) made Bukhara the capital city of the khanate after his enthronement. Although Ubaydullah Khan managed to keep this fragmented system relatively stable, he could not finish it; only Abdullah Sultan (khan between 1583-1598) was able to achieve the centralized administration in one hand during his father Iskandar’s reign (1561-1583). In fact, Nawruz Ahmad (Barak, khan between 1556 and 1561) took the initiative attempt to collect the fragmented system in one hand, but he could not be successful, Abdullah Sultan successfully completed it. In this frame, Abdullah Sultan started his struggle with the conquest of Bukhara in 1557, and finally he completed this process with the seizure of Tashkent in 1582. In this paper, it will be tried to put forward the centralization process and duration of its effect in the khanate with the help of especially contemporary sources.

Balkan ve I. Dünya Savaşı Dönemlerinde Azerbaycan Türklerinin Anadolu’ya Kardeşlik Yardımları

Mübariz Süleymanlı

Sayfalar: 583-606

Makalede Azerbaycan ve Anadolu türklerinin XX asrın ilk yıllarından 1920 yıllarınadek karşılıklı kardaeşlik yardımlarına dikkat yetirilir. 1905 yılından itibaren Azerbaycan türkleri ister ferdi şekilde, isterse de cemiyetler halınde Türkiye ile münasebetler saklamışlardır. Balkan Savaşında “Müsavat” partisinin milleti oyanışa çağırdığı Beyannameler Kafkas müslümanları arasında büyük bir heyacan yaratdığı kibi, Çar polisini de büyük bir telaşa salmıştı. “Sebilürreşad” mecmuasında yayınlanmış bu Beyannamede Türkiyeye yardım edilmesi isteniliyordi. Bir çok genç ögretmen ve ögrenciler derslerini ve okullarını burakarak gönüllü olarak Balkanlarda savaşa katılmışlar. I. Cihan Savaşında Azerbaycan, Dağıstan ve Kuzey Kafkaslardan gelmiş gönüllüler için “Kafkas Gönüllü Hissesi” adlı askeri birlik kurulmuş, Azerbaycan aydınlarından da bu birlikte bulunanlar olmuştur. Enver Paşanın himayesi altında kurulan dört taburluk alayın komutanı Süleyman Asker bey, Kafkas tabur komutanı ise Cahangiroğlu İbrahim bey tayın edilmişti. Esas küvvetleri Gence şehrinde toplanmış “Difai” teşkilatı Osmanlı devleti ile temaslarda bulunmuşdur. Osmanlı ordusunun Kafkas cephesindeki mağlubiyeti ve Türk askerlerinin Nargin adasına götürülmesi olayları Azerbaycan türklerini artık derecede üzmüştür. Azerbaycanlılar dikkatlarını Rus işğalına maruz kalan yerlerdeki müslüman harpzedelere, savaşda esir düşmüş Türk esirlerine yöneltmiş, Kafkas cephesi savaşlarında zulüme maruz kalmış kardeşlerine “Kardeş kömegi” adı ile yardımlara başlamışlardır. Gazeteler yardım için çağırışlar etmiş, Kars ve Ardahan bölgelerinden gelmiş müslüman sığınmacılara yardım edilmesi istenilmiştir. Bu maksatla “Kardeş kömegi” gazetesi ve dergisi tesis edilmiş, “Kardeş kömegi Günü”nde tiyatrolar gösterilmiş, satışdan elde edilmiş paralar felakete uğramış harpzedeler için harcanmıştı.

In article pays attention on mutual fellowship relations between Azerbaijan and Anadolu Turkic from the beginning till 1920 years of XX century. Since 1905, the Azeri Turkics have maintained relations with Turkey, both individually and in societies. Declarations of “Musavat” party calling for awakening of the nations in the Balkan war caused the great excitement among the Caucasian Muslims and also terrified tsar police. This Declaration, which was published in the “Sebilürreşad”, was asked for help for Turkey. Many young teachers and students leaving their classes and schools voluntarily joined to the war in the Balkans,. For the volunteers from Azerbaijan, Dagestan and the North Caucasus, was created the “Caucasian Volunteer Part” military unit during the World War I, and Azerbaijani intellectuals were also members of this union. Suleyman Asker bey was defined a commander of four battalions, and Cahangiroglu Ibrahim Bey was defined a commander of the Caucasian battalion under the patronage of Enver Pasha. The main forces of the “Difai” organization in Ganja were in contact with the Ottoman Empire. The lose of the Ottoman army on the Caucasus Front and the moving of Turkish troops to the Nargin Island have already affected the Azeri Turkics. The Azerbaijanis have been focusing their attention on the Turkish prisons in the war, also the victims of the Russian occupation, and started helping their mates who were persecuted in the Caucasus war under the name “Fellowship”. Newspapers have asked for help, demanding help for Muslim refugees from Kars and Ardahan regions. For this purpose, were created the “Brother fellowship” newspaper and magazine and were showen performances on “Brother Fellowship day”, and money was spent for the disaster-affected refugees.

Urartu’nun Kuzey ve Kuzeydoğusundaki Kimmer-İskit Varlığına Dair Yeni Görüşler

Oktay Özgül

ORCID: 0000-0003-0575-0436

Sayfalar: 607-624

M.Ö. IX- VI. Yüzyıllar arasında Doğu Anadolu Bölgesi’nde önemli bir politik güç olarak ortaya çıkan Urartu Devleti’nin yayılım alanındaki kuzey ve kuzeydoğusunda Ağrı, Iğdır, Kars, Ardahan, Erzurum illeri ile Kafkas ötesi bölgeler yer alıyordu. Bu yayılımın M.Ö. VIII. yüzyıldaki belki de en kritik bölgesi kuzey ve kuzeydoğu bölgeleridir. Bilindiği üzere M. Ö. II. Binyıldan itibaren Orta Asya orjinli olan Kimmer ve onları takip eden İskit boyları, M. Ö. VIII. yüzyıla kadar, bütün Asya bozkırlarında ve Karadeniz’in kuzeyindeki alanlarda ortaya çıkmışlardır. Kimmer-İskit boylarının ilk defa Ön Asya’da görülmeleri, onların Kafkasya’daki Gerusin/Portae, Sarmaticae/Daryal ve Osset geçitlerini aşmaları ile olmuştur. Kimmerler’i sürekli takip eden İskitler, Kafkasları doğudan dolaşarak, Hazar denizi kıyısını takiben Derbent-Demir Kapı geçitleri üzerinden Azerbaycan’a oradan, daha güneye Ön Asya’ya dalgalar halinde yayılmaya başlamışlardır. Urartu kralı I. Argişti (M.Ö. 785-760) ve II. Sarduri’ye ait (M. Ö. 760-730) bazı Urartu yazıtlarından anlaşıldığına göre, Urartular ilk defa bugünkü Çıldır ve Gökçe Göl arasındaki İş-gi-GU-lu ülkesi/Leninakan bölgesinde Kimmerler ile komşu olmuşlardır. Urartu kaynaklarına göre bu ilişkinin 50 yıl kadar geriye gittiği anlaşılır. Özellikle Urartu krallarından II. Sarduri, “Guriania Ülkesi”nden ve buradaki karışıklıklardan söz eder. Urartu kralı II. Rusa, Kimmerler’le olduğu gibi, mantıklı bir politika izleyerek İskitler’le anlaşma yolunu seçmiştir. Kısa sürede bozkırlı olmanın getirmiş olduğu üstünlükle İskit akınları, Asur sınırlarına yönelir. Kimmerler’i kovalayarak gelen İskitler Medler’in egemenliğine son verirler. Urartu Devleti’nin bugünkü Ermenistan sınırında yer alan Armavir-Blur, Karmir-Blur, Arinberd vb. yerlerde müstahkem kaleler kurarak, hem burada denetimi sağlamayı hem de Kimmer-İskit saldırılarına karşı savunma hatları oluşturarak, onları daha uzak bölgelerde karşılamayı düşündüğü anlaşılmaktadır. Daha önce tarafımızdan konu ile alakalı olarak Çoruh ve Kür Vadilerinde Kimmer-İskit boylarına ait toponomik veriler elde edilmiştir. Bu bildirimizde Kura-Aras (Kür-Aras) vadilerindeki Kimmer-İskit boylarına ait yeni toponomik veriler ile Van, Erikua (Iğdır), Kars, Ardahan vb yöresindeki bu konar-göçer boylarla ilişkilendirilebilecek olan bazı arkeolojik bulgular incelenecektir.

B.C. IX-VI. The Urartu State, which emerged as an important political force in the Eastern Anatolia Region during the centuries, was in the spreading region of Ağrı, Igdir, Kars, Ardahan, Erzurum and Beyond the Caucasus regions. This spread of BC VIII. Perhaps the most critical region of the century is the northern and northeastern regions. As you know, B. C. II. Cimmerian, who originated from Central Asia since the Millennium, and Scythian tribe following them, B. C. VIII. up to the hundredth, in all the Asian steppes and areas in the north of the Black Sea. The first appearance of the Kimmer-Scythian tributaries in Asia was due to their crossing of the Gerusin / Portae, Sarmaticae / Daryal and Osset passages in the Caucasus. The Scythians, who follow Kimmerler regularly, have started to circulate Caucasus from the east, from the coast of Caspian Sea through DerbentIron Gate passages to Azerbaijan, then further south to Front Asia. The 1st Urartu king Argisti (785-760 BC) and II. According to some Urartian inscriptions belonging to Sarduri (760-730 BC), the Urartians were first neighbors to the Cimmerians in the Is-gi-GU-lu country / Leninakan region between today’s Çıldır and Gökçe Göl. According to Urartu sources, this relationship has been going back about 50 years. Particularly from the Urartu kings II. Sarduri speaks of the “Guriania Country” and the confusion there. King of Urartu II. Rusa, like the Kimmerler, pursued a logical policy and chose the deal with the Scythians. In a short time Scythian rushes to the border of Assyria with the advantage of being steppe. The Scythians, who chase the Cimmerian, end the domination of the Medler. Armavir-Blur, Karmir-Blur, Arinberd, etc., which are located on the Armenian border of the Urartu State today. it is understood that they think that they will welcome them in farther regions by establishing fortifications in places and establishing lines of defense against the Cimmerian-Scythian attacks as well as providing supervision here. We have previously obtained toponomic data for the Kimmer-Scythian lengths in the Coruh and Cure Voyages, related to the issue. In this declaration, new toponomic data of the Cimmerian-Scythian lengths in the Kura-Aras (Kür-Aras) valley and some archeological finds that can be associated with these con- gers-to-geographical locations in Van, Erikua (Iğdır), Kars, Ardahan etc.

Göktürk Çağı Türk Nüfusu Üzerine Düşünceler

Osman Karatay

ORCID: 0000-0002-1566-3283

Sayfalar: 625-644

Kayıtların çok az olduğu bir dönemde seyrek bir nüfusu besleyebilmesiyle bilinen bozkır bölgesinde hâkim olan Köktürkler ve bağlı Türk boylarının nüfusu hakkındaki veriyi, alan uzmanlarının günümüzden yaptıkları ve tamamen tahmine dayanan izdüşümlerin dışında, birkaç örnekte Türk yazıtlarından ve daha fazla örnekte de Çin ve İslam kaynaklarından öğrenebiliyoruz. Başta Bizans olarak, diğer kaynaklarda da bunları destekleyici bilgiye rastlanmaktadır. Bunlar beklendiği gibi asker sayısıyla ilgili kayıtlardır. Ancak sayılarda büyük tutarsızlıklar görülmektedir. Burada psikolojik etmenler öne çıkıyor. Bir yapının kendini dış dünyaya güçlü olarak sunma çabası, galibiyette aslında büyük bir düşman ordusunun yenildiğini vurgulamak veya mağlubiyet ve mağduriyette düşmanın ne kadar güçlü olduğunu mazeret olarak sunmak için yapılan abartılar göze çarpmaktadır. Bu bildiride bilgi kaynağının tutumu göz önüne alınarak verilen rakamlar irdelenmekte, güvenilir bir ortalama tespiti için çabalanmaktadır.

The population data on the Kök Türks and their dependent tribes, whose habitation was the Eastern and Central Eurasian steppes at all, which is known for its lack of capacity to feed great numbers of human and animals, can be derived from Türk inscriptions in a few cases, and from Chinese and Islamic sources to a greater degree, in a time when sources are scanty, besides some projections of the experts of the area, based on projections and approximations. Some other sources, mainly the Byzantine ones, also provide supporting information. But the given numbers are contradictory within themselves. Psychological factors are visible in making of those numbers: Presenting oneself mighty to the outer World or rivals in diplomatic relations, exaggeration of number of enemy in order to boast for telling how to vanquish a great enemy, or in order to find an excuse for being defeated by how a great army in cases of defeats. This paper examines the given numbers in accordance with psychology of the sources and tries to find reliable average numbers or approximations.

Hazarların Güney Sınırı

Reşad Mustafa

Sayfalar: 645-662

Movses Horenatsi’de 2.yüzyıl’ın sonu – 3.yüzyıl’ın başlarında Barsil’lerle birlikte anılan Hazarlar özgür bir kavim ve ya devlet olmaktan ziyade Hunlar’la beraber hareket halindeydiler ve Hazar denizi’nin batı kıyılarında meskundular. Priscus 466 yılında Saragur’ların Akatzir’lerle birlikte Derbent’e geldiği, burada Sasani askeri birliğini gördükten sonra Güney Kafkasya’ya Deryal geçidi’nden girdiği, Iberler’in ülkesini boşalttıklarını, ermeni yerleşkelerine yürüş ettiklerini anlatır. Belazuri’de görmekteyiz ki, Sasani hükümdarı Kubad (488-531) komutanlarını Arran (Kuzey Azerbaycan) ve Curzan’ı (Gürcistan) Hazarlar’dan almak üzere vazifelendirir. Priscus ve Belazuri’nin verilerini birleştirdiğimizde en azından 466 yılından itibaren Araz nehrinden kuzeyde Hazarlar egemendir. Kubad savaşa başladıktan sonra hazarlar Kür nehrinin kuzeyine, daha sonra Gilgilçay’ın kuzeyine çekilirler. Gilgilçay’ın güneyinde Kubad türklere karşı tuğladan savunma duvarı yaptırır. Yakubi Kubad’dan sonra Hazarlar’ın bölgeyi yeniden geri aldığı, ama uzun süre burada tutunamadıklarını yazar. Anuşirvan (531-579) döneminde Sasanilerin bir az daha kuzeye doğru irelilediğini görüyoruz; Derbent seddi onarılır. Bu bölgeden türklerin çıkarılması anlamına gelmiyordu. Taberi Anuşirvan’ın 10 bin kadar Belencerliyi (hazar) yeniden Azerbaycan’a yerleştirdiğini yazar ve Anuşirvan’ın ülkeni dört kısma-eyalete böldüğü, bunlardan birinin de Azerbaycan ve civarında bulunan “Hazarların ülkesi” olduğunu söyler. Musa Kalankatlı da araplar gelmeden önce Albanyanın (Kuzey Azerbaycan) (kuzeyde Derbent, güneyde Araz nehri olmakla) Hazar hakimiyetinde olduğunu yazar. İlk Arap yürüşleri zamanı (642-652) Hazarlar’ın savunmaya hazır olmadıkları muşahede ediliyor: arapları devletlerinin derinlerinde – Belencer’de yeniyorlar. 8.yüzyılda araplar ilk yürüşlerde fethettiği yerleri yeniden fethetmeye başlarlar. 1.Velid döneminde (705-715) Mesleme bin Abdulmelik Derbendi yeniden ele geçirir. Hazarlar araplar gittikten hemen sonra bölgeni kontrol atına alırlar. İbn el-Esirde Haris ibn Amr ve Hazarlar arasındakı savaşlar sonucunda sınırın Araz nehrinden geçtiği anlaşılıyordu. 730 yılında Cerrahın Hazarlarla Erdebil ovasında savaşması türklerin Güney Azerbaycana da zaman-zaman hakim olduklarının isbatıdır. 735 yılında Mervan ibn Muhammed Hazar devletinin içlerine kadar girdikten sonra Araz nehri üzerinden olan Sasani (aynı zamanda Hilafet) ve Hazar sınırı, artık Derbentten geçmeye başlar.

According to Movses Khorenatsi in the end of the 2nd century – in the beginning of the 3rd century khazars rather beeing a free people, or a state, they also having a move together with the Barsil Huns, were resident on the west coast of the Caspian Sea. Priscus tells us that in 466 Saragurs came to Derbent with the Akatzir, after seeing in here Sassanian military union they entered to the Southern Caucasus through Deryal passage, they have cleared the iberian lands, and raided to the armenian settlements. In Belazuri’s works we see that the Sassanid ruler Kubad (488-531) commands his commanders to take Arran (Northern Azerbaijan) and Curzan (Georgia) from the Khazars. When we combine the statements of Priscus and Belazuri,we see that, at least from 466 the Khazars rule in the north lands from Araz river. After Kubad started the war, the khazars withdraw to the north of the Kure river and then to the north of Gilgilchai. In the south of Gilgilçay, Kubad builds a brick defensive wall against the Turks. According to Yakubi after Kubad, the Khazars took the region back, but they could not hold it for a long time. We see that the during the rign of Anushirvan (531-579) Sassanites have been further reduced to the north, repaired Derbent’s fortress. It did not mean that the Turks were removed from this area. Tabari says that Anushirvan has placed about 10 thousand Belejerians (khazars) in Azerbaijan again, divided country into four parts-state, one of them was Azerbaijan and “Khazar’s country” in the vicinity. Movses Kaghankatvatsi writes that Albania (Northern Azerbaijan) (Derbent in the north and the Araz river in the south) were under Khazar control before Arabian attacks. During the first Arabin attacks (642-652) suggests that the Khazars are not ready to defend: they defeated Arabs in the deep of their state – in Belenjer. In 735 The Sasani (as well as the Caliphate) – Khazar border begin to cross from Derbent.

Oğuznamelerde Oğuz Teşkilatlanması ile İlgili Bilgiler

Rıfat İlhan Çelik

ORCID: 0000-0002-5109-3732

Sayfalar: 663-672

İkili teşkilatın ve Oğuzların boy teşkilatı hakkındaki ilk bilgiler Türker’in efsanevî hükümdarı Oğuz Kağan’a dayanmaktadır. Bilinen ilk büyük Türk siyasi teşkilatı olan Asya Hun Devleti ve Avrupa Hun devleti zamanında ikili teşkilat ve 24 Oğuz boyunun varlığına rastlanmıştır. Bu ikili teşkilat dâhilinde Oğuz boyları “Boz-ok” ve “Üç-ok” olmak üzere iki bölüme ayrılıyordu. Mete Han’ın kurduğu devlet teşkilatında da sağ kol ve sol kol diye ikili teşkilat vardı. Köken tibari ile de Oğuz boylarının tarihi temelleri efsanevî Türk hükümdarı Oğuz Han’ın 24 torununa dayanmaktadır. Yukarıda varlığı bu şekilde tespit edilen Türk ülkelerindeki ikili teşkilat; ülkenin coğrafi konumuna ve siyasî gücüne oranla farklı uygulama alanları bulmuşlar ve farklı şekillerde adlandırılmışlardır. Örneğin; Doğu-batı yönünün ifade eden teşkilatlanma; Asya Hun Devleti, Avrupa Hun Devleti, Tabgaçlar ve Kök-Türkler’de, Kuzey-güney yönünü ifâde eden teşkilatlanma; Asya Hunlar’ında, Tabgaçlar’da ve Kök-Türkler’de, Büyükküçük şeklinde teşkilatlanma; Oğuzlar, Bulgarlar ve Wu-sunlar’da, İç-dış şeklindeki teşkilatlanma Oğuzlar, Bulgarlar ve Karluklar’da, Boz-ok ve Üç-ok şeklindeki boy isimlerinden kaynaklanan teşkilatlanma da Oğuzlar’da görülmüştür. Buradan da anlaşılacağı üzere Türk Devlet teşkilatında iki teşkilat adeta bir sinsile halinde Türk devletlerinde devam ettirilmiştir. XI. Yüzyılından itibaren Sır-Derya Oğuz Boyları 24 boydan oluşuyordu. Bu boyların listesini ilk defa tarihsel bir kayıt olarak Kaşgarlı Mahmut, Divânı Lügât-it Türk adlı eserinde bildirmektedir. Bu listede Kaşgarlı Mahmut, Oğuz Boylarının sadece 22 sinin ismini bildirmekte bununla birlikte Selçuklu fetihlerinden bahseden Ermeni tarihçisi Urfalı Vahram, Kilikya Kralları Tarihi adlı eserinde Oğuzlar’ın 24 boydan oluştuğunu bildirmiştir. Daha sonra yapılan çalışmalar sonucunda da bu ismi yazılmayan iki Oğuz Boyundan birisinin Boz-ok kolundan Ayhan’ın oğullarından Yaparlı diğeri ise yine Boz-ok kolundan Yıldız-han’ın oğullarından Kızık ve Kargın boyu olduğu tespit edilmiştir. İlk kez Reşideddin, Cami‘ü’t-Tevârih adlı eserinde Oğuz Boylarının tam bir listesini yapmıştır. Bu eserden doğrudan doğruya ilk kez Memlüklü tarihçilerinden Aynî faydalanmıştır.

The foundations of the Binary Organization and the Organization of the Oghuz tribes are based on Oghuz Khan, the legendary ruler of the Turks. During the time of the the European Hun state and Asian Hun State, known as the first major Turkish political organizations, the existence of 24 Oghuz tribes was encountered. Within this dual organization, Oghuz tribes was divided into two divisions, namely “Boz-ok” and “Uç-ok”. In the state organization that Mete Khan established, there were also Binary organizations as right arm and left arm. As of the origin, the Oghuz tribes is based on 24 grandson of the legendary Turkish ruler Oghuz Khan. The detected presence of the above The Binary Organizations in the Turkish countries have found different application areas compared to the geographical position and political power of the country and they are organization expressing east-west direction; Asian Hun State, European Hun State, Tabgacs and Kök-Turks Organization expressing North-south direction; In the Asian Huns, Tabgacs and KökTurks, Organization in big-small form; Oghuzes, Bulgars and Wu-suns, The organization of the interior and exterior is in Oghuz, Bulgarians and Karluks The organizational process stemming from the boy names Boz-ok and Üçok was also seen in the Oghuz. As it can be understood from this, the two organizations in the Turkish State organization have been continued as a series in the Turkish states. From the XI. century, Sır-Derya Oghuz Tribes consisted of 24 tribes. Kashgarli Mahmut, as a historical record for the first time, lists the list of these names in his book Divanı Lügât-it Türk. In this list, Kashgarli Mahmut reports the name of only 22 of Oghuz tribes. However, mentioning the Seljuk conquest, the Armenian historian Urfalı Wahram reported that Oghuz tribes was formed from 24 heads in his work titled History of Cilicia Kings. Later on, it was determined that one of the two Oghuz tribes who did not write this name was found to be Yaparli from Ay-han’s sons on the Boz-ok arm and Kızık and Kargın from the sons of Yıldız-han on the Boz-ok arm. For the first time Reşidüdin made a complete list of Oghuz tribes in his work Camu’t-tevârih. Ayni, one of the Memluk historians, made direct use of this work for the first time.

Kırgızistan’da Dünden Bugüne Sosyoloji Tarihinin Gelişim Süreçleri

Samarbek Sırgabayev

Sayfalar: 673-682

Kırgızistan’daki Sosyoloji biliminin gelişimi konuları ele alınmış, Kırgız sosyoloji tarihi Sovyet ve Pos-Sovyet dönemleri bakımından incelenmiştir. Kırgız sosyoloji tarihinin yeterli seviyede araştırılmadığını belirtilmiş ve bu güne kadar ele alınmamış yeni özellikleri bulmaya gayret edilmiştir. Makalenin ana maksadı; sadece Kırgız sosyolojisinin kurumsallaşma tarihini değil, bunun yanı sıra süreçleri Türk sosyologlara, özellikle kardeş Türkiye’deki meslektaşlara tanıtmaktır.

In this article, the author examines the problems of the formation and development of sociological science in Kyrgyzstan. The history of Kyrgyz sociology is analyzed in the Soviet and post-Soviet perspectives. Noting that the history of national sociology has not yet been sufficiently investigated, the author tried to identify features that had not been considered before. The main goal of the article is not so much an analysis of the history of the institutionalization of Kyrgyz sociology as the familiarization of Turkic-speaking sociologists, in particular colleagues from fraternal Turkey, with the issues raised.

Arşiv Belgelerine Göre 1917 Rus Devrimi’nin Azerbaycan Üzerindeki Etkileri

Selda Kaya Kılıç

ORCID: 0000-0002-4074-6400

Sayfalar: 683-720

7 Kasım 1917, eski takvime göre 25 Ekim’e denk düşen, Sovyet literatüründe “Büyük Ekim Sosyalist Devrimi” olarak bilinen Bolşevik Devrimi’yle tarihte ilk kez sosyalist siyasi ve ekonomik sistemi benimsemiş bir devlet kurulmuştur. Bu dönemde Sovyet ideolojisi ve etkisi yoğun olarak etkisini Türk Toplulukları üzerinde de göstermiştir. Bu açıdan Bolşevik devriminin Azerbaycan halkı üzerindeki etkileri ve sonrasında Rusya’nın Azerbaycan’a yönelik uyguladığı politikası Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi (TİTE) temel kaynak olarak kullanılarak ilk kez incelenecektir. Ayrıca, dönemin Rus dış politikasındaki Bakü sorunu ve şehrin Bolşevik Rusya açısından ekonomik ve siyasal önemi detaylı olarak ele alınacaktır. Sovyet Rusya’nın Bakü’yü elde tutmak için uyguladığı politikalar da ayrıntılarıyla işlenecektir. Dünya siyasetini derinden etkileyen Bolşevik Devrimi’ni, Azerbaycan Bolşevik kuvvetinin faaliyetlerini, Kırgız Müslüman Türklerden oluşan Bolşevik kuvvetlerinin durumunu, Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti Reisi Dr. Zamanof’un beyanname suretini, Bakü’ye gelen Kırgız Türklerinden oluşan Bolşevik İslam Ordusunun Azerbaycan halkı ve hükümeti ile olan ilişkileri de alt başlıklar olarak Tite arşiv belgeleri ışığında incelenecektir. Bu arşivin sözü edilen bir konuda ilk defa kullanılarak ele alınacak olması pek çok yeni bilginin ortaya çıkmasına vesile olacaktır.

İpek Yolu’nun Öncüsü Zhang Qian’in Batı Bölgesi Seyahati ve Hun-Çin İlişkilerine Etkileri

Sema Gökenç Gülez

ORCID: 0000-0002-1787-9328

Sayfalar: 721-742

Qin Hanedanlığının yıkılmasının ardından MÖ 202 yılında kurulan Han Hanedanlığı, Çin tarihi açısından bir dönüm noktası olarak görülmektedir. MÖ 140 yılında Batı Han Hanedanlığı İmparatoru Han Wu Di’nin akılcı ve stratejik politikalar izlemesinin sonucunda dışa açılım politikası uygulanmıştır. Bu dışa açılım politikası doğrultusunda, Çin dış dünyayı tanıyarak diğer ülkeler ile ilişkilerini güçlendirmiştir. Söz konusu politika çerçevesinde, Han Wu Di Çin için tehdit teşkil eden Hunları yok etmeyi amaçlayarak Hunlara karşı çeşitli ittifaklar kurma yoluna gitmiştir. MÖ 138 yılında Han Wu Di, Orta Asya’da bulunan kavimlerden biri olan Yuezhilar ile Hunlara karşı ittifak kurmak amacıyla Zhang Qian’i Batı Bölgesi’ne elçi olarak göndermiştir. Yuezhilara giden yol Pamir Dağları’ndan Ferghana ve Baktriya’ya kadar uzanmakta ve Hun topraklarından geçmektedir. Bu yüzden Zhang Qian hedefine ulaşamadan Hunlar tarafından esir alınmıştır. Zhang Qian, 10 yıl kadar Hun topraklarında esir kalmıştır. Bu sayede Zhang Qian; Hunların kültürleri, yaşam tarzları, gelenekleri, strateji ve politikaları hakkında bilgi sahibi olmuştur. Batı Bölgesi’nde gördüğü halk ve devletlerin coğrafyası ile sosyal, siyasi, askeri, iktisadi ve kültürel yapısı hakkında geniş çaplı bilgiler toplayan Zhang Qian, bunları bir rapor haline getirmiştir. Bu rapor, Tarih Kayıtlarında “Dayuan Monografisi” ve Han Kayıtlarında “Batı Bölgesi Monografisi” ile “Zhang Qian Biyografisi’nde” geçmektedir. Zhang Qian’in Çin’in batısında bulunan Batı bölgesi ve Orta Asya hakkında detaylı bilgi veren bu rapor; Orta Asya, Orta Doğu ve Kafkasya’da bulunan eski etnik grupların tarihinin araştırılması bakımından önemli kaynaklardandır. Çünkü Zhang Qian’in seyahatleri Çin’in yabancı olduğu Batı Bölgesi ile olan siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel ilişkilerinin başlamasına ve gelişmesine sebep olmuştur. Çalışmamızda, Zhang Qian’in elçi olarak Batı Bölgeleri’ne görevlendirildiği iki büyük seyahati, seyahatler ile ilgili raporu ve bu seyahatlerin sonuçları ele alınacaktır. Ayrıca, Zhang Qian’in seyahatlerinin Hun ve Çin ilişkilerine olan etkisi ve o dönemde Çin’in Hun ve Orta Asya politikası incelenecektir.

After the fall of Qin Dynasty founded in 202 BC Han Dynasty is seen as a turning point in terms of Chinese history. In 140 BC as a result of West Han Dynasty Emperor Han Wu Di following the rational and strategic policies, the outward opening policy was implemented. In accordance with this outward opening policy, China has strengthened its relations with other countries by recognizing the outside world. Within the scope of this policy, with the aim at destroying the Huns, Han Wu Di planned to establish various alliances against the Huns that has been a threat to Han Dynasty. In 138 BC, Emperor Han Wu Di with the aim of make an alliance with one of Central Asia tribes called Yuezhi against the Huns, sent Zhang Qian as an ambassador to Western Region. The road to Yuezhi extends from the Pamir Mountains to Fergana and Bactria and passes through the Huns lands. That is why Zhang Qian was captured by the Huns before he could reach his goal. Zhang Qian has been a prisoner at Huns lands for 10 years. Thus, Zhang Qian has information about Hun’s culture, lifestyle, traditions, strategies and policies. Zhang Qian who gained extensive information on the geography, social, political, military, economy, cultural structure of people and states that he saw in Western Region, made this information an important report. This report is named as “Dayuan Monography” in Historical Records and “Western Regions Monography” in Han History Records and “Biography of Zhang Qian”. Zhang Qian’s this report, which provides detailed information about the Western Regions, Central Asia, is the important resource in terms of investigate the history of ancient ethnic group in Central Asia, Middle East and Caucasus. Because Zhang Qian’s travels have led to the beginning and development of political, military, economic and cultural relations with the Western Regions, where China is stranger to. In this study, will be researched Zhang Qian’s two major expedition to Western Regions as an ambassador, the reports and results of these expeditions. In addition will be discussed the impact of Zhang Qian’s expeditions on Huns and Chinese relations and will be researched China’s Hun and Central Asia policies.

Çarlık Rusya Kanunnamelerinin Türk Tarihi Açısından Değerlendirilmesi

Şahin Doğan

ORCID: 0000-0001-7443-4176

Sayfalar: 743-758

1826 yılında I. Nikolay’ın isteği üzerine M. M. Speranskiy’in başkanlığındaki bir komisyonun başlattığı çalışmalar neticesinde oluşturulmaya başlanmış olan ve “Polnoye Sobraniye Zakonov Rossiyskoy İmperii” ismi ile yayımlanmış olan Rusya İmparatorluğu Kanunnameleri Türk tarihi açısından da büyük bir önem arz etmektedir. Rusya İmparatorluğu Kanunnamelerinde, nizamnameler, emirnameler, ukazlar, senato kararları vb. hukuki metinlerin yanında çok çeşitli kadro cetvelleri, tablolar da yer almıştır. Rus Kanunnamelerinde askerî, siyasî, toplumsal vb. konulara ilişkin Rus devletinin almış olduğu resmi kararlar neşredilmiştir. Bu nedenle kanunnameler külliyatı Rus devlet politikasının anlaşılmasında çok önemli bir kaynak olma özelliğine sahiptir. Kanunnameler, birinci, ikinci ve üçüncü olmak üzere üç tertip/külliyat şeklinde yayımlanmıştır. Bu eserin birinci külliyatı 1649-1825 tarihleri arasındaki düzenlemeleri içermekte ve 45 ciltlik bir külliyattır. Kanunnamelerin ikinci külliyatı 12 Aralık 1825- 28 Şubat 1881 tarihleri arasındaki düzenlemeleri içermekte ve 55 cilttir. Kanunnamelerin üçüncü külliyatı 1 Mart 1881-1913 tarihleri arasındaki düzenlemeleri içermekte ve 33 cilttir. İşte bu bildiri ile Avrasya coğrafyasında yaşayan Kırgızlar, Kazaklar, Başkurtlar, Tatarlar, Türkmenler ve birçok Türkî kavimlerin ayrıca Osmanlı ile münasebetlere ilişkin birçok önemli bilgiler içeren bu külliyat Türk tarihi çalışmaları açısından ele alınacak ve değerlendirilecektir.

In 1826, upon the request of Nikolas I, the commencement of the work initiated by a commission under the presidency of M. M. Speranskiy and “Polnoye Sobranie Zakonov Rossiyskoy Imperii” published by the name of the Russian Empire Laws is also of great importance in terms of Turkish history. In the Statutes of the Russian Empire, regulations, ordinances, ukaz, senate decisions etc. besides legal texts, there are also a wide variety of cadre rulings and tables. Military, political, social etc. official decisions of the Russian state concerning the issues have been published in this statutes. For this reason, the law collection is a very important resource for understanding the Russian state policy. The statutes have been published in the form of first, second and third corpus. The first collection of this work contains arrangements between 1649 and 1825 and is of 45 volume. The second collection of statutes contains the regulations between December 12, 1825 and February 28, 1881, and is of 55 volumes. The third collection of statutes contains the regulations of 1 March 1881-1913 and is of 33 volumes. With this paper, this corpus which contains very important information about Kyrgyz, Kazakhs, Bashkiras, Tatars, Turkmens and many Turkic tribes living in the territory of Eurasia as well as their interactions with Ottoman State is discussed and evaluated regarding Turkish historical studies.

Hint Kutsal Metinleri ve Vedalarda Bozkır İzleri

Şengül Demirel

ORCID: 0000-0002-0174-6379

Sayfalar: 759-774

Hindistan, kültür yapısıyla çok farklı bir ülke olarak her dönem dikkatleri üzerine çekmiştir. Hindistan halkı; Ariler ve yerli halkın karışımından meydana gelmiştir. Ariler Hindistan topraklarına gelirken, taptıkları doğa tanrılarını ve kutsal Veda panteonunu da beraberlerinde getirmişlerdir. Beyaz tenli olan Ariler bu toprakların yöneticisi olarak kalmak için ten rengi esasına dayanan “kast sistemi”ni kurmuşlardır. Güçlerinin devamlı olabilmesi için de ruhban sınıfı olan “Brahman” sınıfını oluşturmuşlar. Yapılan çalışmalar, Arilerin bozkır insanı olduğunu göstermektedir. Ariler ile yerli halk arasında geçen mücadele beyaz tenli insanlarla kara derili insanlarla geçen bir mücadele olarak gösterilmiştir. Beyaz ten tanrıları, kara ten ise kötü ruhları sembolize etmektedir. Ariler ile Dasyu (kötü ruh)lar arasındaki mücadele Rg Veda’da geçen ilahilere konu olmuştur. Bu ilahilerde bozkır izlerini bulmak mümkündür. Kutsal Veda metinleri, önceleri sözlü olarak nesilden nesle aktarılmış ve çok sonraları yazılı metinler haline getirilmişlerdir. Kutsal metinleri sadece Ṛishi adı verilen bilgeler sözlü olarak aktarırlar. İlahiler incelendiğinde, “bozkır” izleri açıkça görülmektedir. Arilerde görülen inancın ilk şekli, güneş, gök, fırtına, yağmur ve ateş gibi doğa olaylarına tapınmak biçimindedir. Bu varlıklar önceleri tanrı olarak görülmemiş, saygı duyulması gereken birer güç olarak düşünülmüştür. Zaman içinde bunlara tanrısal kimlik verilmiş ve kişileştirilmişlerdir. Ari tanrılarını genellikle doğada üstlendikleri görevlere göre adlandırılmışlardır. Orta Asya bozkırlarından gelen Arilerin doğa tanrılarının başında; fırtına tanrısı “İndra”, güneş tanrısı “Surya” ve her şeyi saran gök tanrısı “Varuṇa” gelmektedir. Ariler tanrıları için bir bedensel form düşünmedikleri için, Ari tanrıları için yapılmış tasvir, heykel ve tapınak bulunmamaktadır. Arilerle beraber Hindistan’a gelen tanrılar zamanla yerel tanrılar haline dönüşmüşlerdir. Bu tanrılarda müşahhaslaşan inanç ritüellerinde bozkır kültürünün izleri rahatlıkla gözlenebilmektedir.

Çin Kaynaklarına Göre Asya Hun Devleti’nin Yıkılması Sonrası Geri Kalan Hun (Xiong Nu) Tebaası ve Xianbei (Şiyenbei- Siyen pi) İlişkileri

Şükrü Aktaş

ORCID: 0000-0002-9945-0620

Sayfalar: 775-792

Asya Hun devletinin yıkılması sonrası, Kuzey (Çin) topraklarında bir müddet belirsizlik ve karmaşa süreci hâkim olmuştur. Bu süre zarfında hunlara mensup halkın bir kısmı batı istikametinde büyük göç hareketi gerçekleştirmişlerdi. Ancak batı’ya göç edenlerin yanı sıra topraklarını, ana yurtlarını terk etmemiş olan büyük bir halk kitlesi de mevcut yerlerinde ikamet etmeyi sürdürmüşlerdi. Geriye kalan bu bakiye, kuzey topraklarına doğu bölgesinden göç edip yerleşen ve kuzey Çin topraklarının yeni hâkimi olacak olan bir ulusun egemenliği ile karşılaşırlar. Onlarla barış ve huzur içinde uzun bir müddet yaşarlar. Hatta bu sulh ve huzur ortamı kuzey Çin topraklarına siyasi ve askeri birliğin gelişinin ilk aşamalarıdır. Bunun yanı sıra, geriye kalan Hun bakiyesi kendilerini “Xianbei, Xianbei askeri” gibi ifadelerle onlara ait veya tabi olarak adlandırmışlardır. Hun ve Xianbei soyundan müteşekkil Toba Xianbei’ler sayesinde kuzey Çin topraklarında uzun yıllar birlik tesis edilmiş, kültürel, siyasi, askeri anlamda pek çok gelişmeler yaşanmıştır. Biz de çalışmamızda Hun devleti sonrası siyasi durumu, Hun bakiyesi ve Xianbei ulusu arası münasebetleri ve iki halktan meydana gelen yeni ulusun tarihini işleyeceğiz.

After the demolishing of Asian Hun state, the northern territories fall in uncertainty and confusion period. In this period, the citizens belonging the Huns made a huge migration movement towards West direction. However, besides the people that migrated to the West, there were people who did not leave their own homelands, a huge sums of people continued to dwell in the present territories. This resting peoples, encountered to the hegemony of this new arriving nation that was going to take the northern territories. For a long time these two nations lived in peace and harmony with each other. Even these are the first stage of the peace and tranquility of the northern Han (Chinese) territory for political and military troops coming. Besides, the rest of the Huns have named themselves as “Xianbei, Xianbei military” or belong to them. Tuoba Xianbei, consisting of Hun and Xianbei lineage, established a huge union for many years in northern China and as a result of this relation cultural, political and military sense, occured many developments. In this paper, we study the political situation after the Huns, and the relation between Hun remainders and Xianbei peoples and also this new nations history that composed by this two nations.

Unutulmuş Bir Sorun: Keşmir Meselesi ve Bölgesel Dengeler

Taner Zorbay

ORCID:0000-0002-5761-4949 

Sayfalar: 793-804

Hint Alt-Kıtası, yüzyıllardır, hem jeopolitik hem de ekonomik gelişmeler açısından bölgesel ve küresel siyasetin önemli alanlarından biri olmuştur. İngiliz sömürgesi döneminden beri halledilememiş sorunlar hem ülkeler arası ilişkileri hem de dünya siyasetini şekillendiren dinamikleri de ortaya çıkarmaktadır. Keşmir Meselesi, kökeni asırlar öncesine dayanan bir sorun olarak, günümüze dek çözülememiş durumda görünmektedir. Sömürge yönetimi dönemi ve ardından ortaya çıkan yeni bağımsız devletler (Hindistan ve Pakistan) döneminde mesele hallolmak bir yana, kimi zaman iki tarafı defalarca silahlı çatışmaya sevk eden koşullar ortaya çıkmıştır. Gerek siyasi, gerekse sosyo-ekonomik koşulların bunda etkin olduğu açıktır. Çalışmamız, Keşmir Meselesi’nin tarihsel arka planını vererek başlamakta, ardından mevcut durumu açıklamaya çalışmaktadır. Meselenin arka planında hem dini hem ideolojik dinamiklerin olduğu düşüncesinden hareketle, güncel durumun detayları okuyucuyla paylaşılmaktadır. Bölgedeki güç dengelerinin meselenin devam etmesindeki etkisinin de incelendiği çalışmamızda, bundan başka silah ve uyuşturucu ticaretinin de meselenin devamı sebebiyle varlığını koruduğu değerlendirilmektedir. Bundan hareketle, bu yöndeki hareketlilikte hükümetlerin ne derece rol oynadığı da incelenmiştir. Çalışmamız, meseleye taraf devletlerin mevcut tutumları ve küresel veya bölgesel güçlerin bu meselenin ne kadar daha devam etmesini istediklerine dair, mevcut veriler üzerinden bir çıkarım yapılması yoluyla sona erecektir. Bu çalışma üzerinden bölgedeki benzer çatışma/güvenlik sorunlarının daha iyi anlaşılması da hedeflenmektedir.

The Indian Sub-Continent, for centuries, has been one of the important regions of regional and global politics in regards of geopolitical and economic developments. The problems, yet unsolved since the period of British colonialism leads to the dynamics that shape both international relations and world politics. The Kashmir Question, as a problem dates back to centuries, still seems to reach no solution. Leave aside the problem’s solution during the period of the colonial administration and the independent states established afterwards (India and Pakistan), sometimes even there came conditions that led to two parties into an armed clash several times. It is clear that both political and socio-economic conditions have an impact on this. Our study, starting with the historical background of the issue, tries to explain the current situation. As it seems that there are both religious and ideological reasons behind the question, the details of the current situation are shared with the reader. In our study, in which the effect of regional balances of power for the continuation of the problem is examined, also it is thought that the arm and drug trade also continues as the problem is still unsolved. From this point onwards, the role of the governments in this mobility is also examined. Our study ends with a projection via current outcomes, in regards of the position of the related states to the issue and how far global and regional powers wish to see the continuation of this problem. Via this study, it is hoped that similar regional conflict/security problems are to be understood better.

Akkoyunlu-Memluk Devleti İlişkileri

Tofiq Necefli

Sayfalar: 805-824

Akkoyunlular ile Mısır Memluk Devleti arasında kurulmuş olan ilişkiler 14. yüzyılın sonlarından başlamıştır. Bu dönem Kara Osman (1394-1435) tarafından atılan ilk adıma Memluklar tarafından da olumlu karşılık verilmişti. Lakin, bu durum 15. yüzyılın ilk yarısından başlayarak bölgede ortaya çıkan siyasi gelişmeler nedeni ile zaman zaman değişmiştir. Taraflar bazen siyasi ortamın gerilmesi sonucu düşman kesilmiş, bazen de çıkarılar doğrultusunda ılımsal komşuluk ve dostluk ilişkileri kurmuşlardır. Kara Osman’ın 1435 yılında gerçekleşen ölümünden sonra Akkoyunlu tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Daha çok iç çekişmeler ve şehzadeler mücadelelerinin yaşandığı bu dönem, Akkoyunlu tarihinde en ağır ve karışık bir devir olarak değerlendirilebilir. Taraflar arasındaki tarihi gelişmelere dikkat edilince, bu dönem Memlüklerin Akkoyunlu Beyliği’nden ziyade, Akkoyunlu şehzadeleri ile ayrı ayrılıkta daha fazla ilgilendikleri ve bunu devlet siyaseti haline getirdikleri anlaşılmaktadır. Cihangir Mirza’nın Ağqoyunlu Beyi olmasından sonra Akkqoyunlu-Memlük ilişkilerinde soyukluk yaşandığı dikkatleri çekmektedir. Cihangir Mirza’nın Beylik yılları (1444-1453) Akkoyunlu tarihinde en zor dönemlerden biri gibi bilinmektedir. Akkoyunlulara karşı Memlüklerle Karakoyunlular arasında diplomatik ilişkilerin yaşandığı bu zamanda Akkoyunlu tahtına genç şehzade Uzun Hasan (1453-1478) geçmiş oldu. Uzun Hasan’ın kısa bir zamanda elde ettiği uğurları Karakoyunlularda olduğu gibi, Memlük yöneticilerini de ciddi bir şekilde rahatsız etmeye başladı. İyi yolda gitmeyen bu Akkoyunlu-Memlük ilişkileri Uzun Hasan’ın kendi hakimiyeti ve aynı zamanda varisleri devrinde de devam etmiştir. 15. yüzyılın II. yarısında bu iki devlet arasında yaşanan ilişkilerin her zaman aynı düzeyde gitmediğini devrin kaynakları da onaylamaktadır. Bu durum daha ziyade bölgede ortaya çıkan siyasi olaylardan ve gelişmelerden kaynaklanmıştır. Akkoyunlu ve Memluk devletleri Güneydoğu Anadolu’ya sahib olma uğrunda giden mücadelelerde bazen kendilerini müttefik gibi gösterseler de, bazen de çıkarları doğrultusunda zor durumda kalarak burun buruna gelmekten de kaçınamamışlardır.

Mutual relations between the Aghgoyunlu and the Egyptian Mameluke states had been created at the end of the 14th century. At that time, the first initiative made by Gara Osman to establish mutual relations between the Aghgoyunlu and the Egyptian Mamelukes was welcomed. However, during the first half of the 15th century these relations began to change depending on the geopolitical events of the time. It became more aggressive and hostile, and at the same time taking into account mutual interests, it got a friendly character. In 1435, with the death of Gara Osman began a new stage in the history of Aghgoyunlu. This period, mainly characterized by intestine conflicts and wars, can be regarded as the most difficult and complicated stage in the history of the dynasty. The further development of the events shows that the interactions of the Egyptian Mamelukes, which began to pursue active policy in the region at that time, with the Aghgoyunlu princes had become quite intense. In 1444, after the seizure of power by Jahangir Mirza in the Aghgoyunlu beyate, the Aghgoyunlu-Mameluke relations had become cold. The young prince, Uzun Hassan appeared at the time when emerged the issue of the fortune of the Aghgoyunlu, who was living under the leadership of Jahangir Mirza the most difficult period of his history became a subject of diplomatic controversy between the Mameluke and Garagoyunlu. Uzun Hassan’s success in short term in the region began to disturb the Mameluke ruler. There was a certain tension in the Aghgoyunlu-Mameluke relations during Uzun Hassan and his heirs. The sources os the time prove that relations between the two states in the second half of the 15th century were not always stable, and were completely dependent on historical conditions and political events in the region. Despite the fact that the Aghgoyunlu and Mameluke states acted as allies at a certain stage in the struggle to gain political authority in South-Eastern Anatolia, the relations between them aggravated when the political interests of the two countries collided. Nevertheless, since the political relations between the Aghgoyunlu and Mameluke states were unstable and complicated, the parties did not hesitate to use force against each other.

Modus Vivendi: Jewish Minority Within Muslim Majority

Tural Ahmadov

Sayfalar: 825-834

Yahudilere yönelik öncü belirsizlikler, büyük ölçüde dünya çapında egemen olmuştur. Ama, dünyadaki tüm topluluklar hepsi aynı pozisyonu sergilememiştir. Çarpıcı biçimde net bir şekilde ortaya konulan örneklerden biri, iki farklı gruptan oluşan Azerbaycan’ın Yahudi cemaatidir: Dağ Yahudileri ve Aşkenaz Yahudileri. Dağ Yahudileri ya da Yahudi-tatlar, Yahudilerin ve Müslümanların, dünyadaki geleneksel bilgeliğin aksine, barış içinde bir arada yaşadıklarının olağanüstü bir örneğidir. Farklı kültürlere ve geleneklere sahib Dağ Yahudileri iki bin yıldan fazla bir süre önce Azerbaycan’a yerleşmiş ve baskın Müslüman komşularıyla işbirliği içinde yaşamıştırlar. Bu makalenin temel amacı, tarihsel Müslüman-Yahudi bağını farklı bir açıdan ele almak ve Batı dünyasından farklı olarak, Türkçede konuşan Azerbaycan’ın, dini ve dilsel farklılıklara bakılmaksızın Yahudiler için güvenli bir sığınak olduğunu savunmaktatır. Tutarlı Yahudi karşıtı görüşlerin olmayışı, dünyanın bu kesimindeki duygular ve toplumun ve dini liderlerin bakışları, Yahudilerin Müslüman kardeşleriyle iyi anlaştığının bir kanıtıdır. Araştırma büyük ölçüde akademik ve akademik olmayan kaynaklara dayanmakta olup, daha önceki bulgular dikkatle incelenmiş ve incelenen konunun daha iyi anlaşılması için anketler ve röportajlar yapılmıştır.

The spearheaded ambivalences towards Jews have prevailed largely across the world. However, not all communities globally extended the same attitude. Of the strikingly clearcut example is the Jewish community of Azerbaijan, which comprises of two distinct groups: Mountain Jews and Ashkenazi Jews. Mountain Jews or Judeo-tat illustrates an outstanding example where Jews and Muslims coexist peacefully, contrary to the conventional wisdom throughout the world. Notwithstanding distinct culture and traditions, Mountain Jews have settled down in Azerbaijan more than two thousand years ago and collaboratively enjoy their life with their predominant Muslims neighbours. The underlying objective of this paper is to look into the historical Muslim-Jewish bond from a varying angle, and argue that, unlike the Western world, Turkic speaking Azerbaijan is and has been a safe haven for Jews regardless of religious and linguistic distinction. Lack of consistent anti-Semitic views, sentiments in this part of the world and utterance of community and religious leaders serve as a vindication that Jews get along well with their Muslim brothers and sisters. The research is largely based on academic and non-academic resources, through which previous findings are carefully examined, and surveys and interviews are held to better underpin the issue under consideration.

Arşiv Belgelerine Göre Kazak-Kırgız Boy Beylerinin Rus İşgal Yönetimine Sundukları Arzlar/Mektuplar ve Düşündürdükleri

Üçler Bulduk

ORCID: 0000-0003-1659-4387

Sayfalar: 835-854

Çarlık Rusyası 18. Yüzyıldan itibaren Kazak Cüzlerini peş peşe hakimiyeti altına alarak Yedisu’ya kadar ulaşmıştı. Bu ilerleyişte şüphesiz Kazak ve Kırgız boylarının birlik olmak bir yana birbirleriyle amansız bir rekabet içinde olmalarının rolü büyüktür. Nitekim 1847’de Kenesarı Bey’in Kırgızlar tarafından öldürülmesi, Kazak direnişini büyük ölçüde bitirmiş bölgedeki Kazak ve Kırgız boyları Rus himayesine girmişlerdi. 19. Yüzyıl ortalarına gelindiğinde Buhara ve Hokand hanlıklarının Fergana, Taşkent ve Çu bölgelerinde hakimiyet kurma mücadeleleri her iki hanlığı da yıpratmış, bu durumdan faydalanan Rusya artık daha güneydeki Türkistan şehirlerine gözünü dikmişti. Hokand Hanlığında Kıpçak ve Kırgız göçerlerinin iktidar mücadelesi acımasızca sürerken Ruslar 1853’te Akmescit’i işgal ettiler. Akmescit’in işgali Ruslara Türkistan’ı ilhakı için yeni adımlar atma cesareti vermiş, işgalde yeni bir dönemin başlangıçı olmuştur. Rus dışişleri bakanı Gorçakov Hokand ve Türkistan’a sadece askeri bir kampanya düzenlemekten sakınmaktaydı. Onun asıl amacı bölgeyi ilhak etmekti. Avrupa devletlerine nota göndererek bu niyetini açıkça deklare etmişti. Bu amaç için askeri harekatın dışında Rusya’nın bu bölgeleri kendisine bağlamak için başka tedbirleri de alması gerektiğini biliyordu. Evvela bölgedeki siyasi istikrarsızlığın beslenmesi amaçlanmalıydı. Hanlıkların ve Kazak Kırgız boylarının güçlü bir birlik oluşturmalarını önlemek için kendi aralarında mücadele eden farklı grupları desteklemek, birbirleri aleyhine kışkırtmak gerekecekti. 1861-1863 yıllarına ait Kazak ve Kırgız beylerinin Rus işgal görevlilerine hitaben Çağatay/Türkistan Türkçesi ile kaleme aldıkları resmi arzlar/mektuplardan, bu amaca yönelik Rus politikalarının büyük oranda tuttuğu görülmektedir. Ulu Cüz’e bağlı Kazak urukları, Kara Kırgız olarak nitelenen Sarıbagış, Solta, Buğu gibi boylara mensup manaplar bağlı oldukları Kalpakovski gibi Rus idarecilere hat yazarak taleplerini dile getiriyor ve karşılığında bölgedeki gelişmeler hakkında bilgi veriyorlardı. Örneğin, Hokand Emir-i Leşkeri Alimkul’un Evliya Ata ve Taşkent’deki faaliyetleri bu mektuplarda yer almaktaydı. Tebliğimizde bu mektuplardan yola çıkarak Rus işgal politikasını ve sürecini farklı bir pencereden ele alacağız. Sonuç olarak Ruslar 1864 yılında Türkistan ve Evliya Ata’yı ele geçirdiler. 1865’te de Taşkent’in alınmasıyla Türkistan hanlıklarına ait topraklar Çarlık Rusyası tarafından birer birer işgal edilmeye başladı.

İran Azerbaycanı’nda Türkçülük Akımı ve Osmanlı Etkisi (1900-1925)

Ümid Niayeş

Sayfalar: 855-874

19. yüzyılın sonlarından itibaren asırlardan beri Türklerin vatanı olan İran Azerbaycan’ı modernleşme hareketleri çok yoğun olan iki komşu – Osmanlı İmparatorluğu ve Kafkaslarla sık ilişkide olduğu için adeta modern düşünceleri İran’a aktaran bir pencere konumuna gelmişti. Türkçe bu üç muhit arasında entelektüel bir bağ yaradır ve yeni düşüncelerin Azerbaycan’a ve oradan da tüm İran’a yayılmasına önemli etkilerde bulunuyordu. Bu, aynı zamanda, Türkçenin Azerbaycan’da yazı dili olarak gelişmesinde ve burada Türkçü ve milliyetçi bir aydın kuşağının da ortaya gelmesinde büyük ölçüde etkili olmuştu. 20. yüzyılın ilk yıllarına ait gazeteler ve devlet arşivi belgeleri incelendikte İran/Fars milliyetçi düşünürlerin ve İranlı makamların Türkçü propagandalardan ve bu propagandaların Azerbaycanlılar üzerindeki etkisinden ciddi rahatsızlık duydukları ve bunun karşısını almak için özellikle 1920’lerden başlayarak baskıcı bir üslupla asimilasyon siyasetleri yürüttükleri görünmektedir. Bu tedbirler İran Azerbaycan’ında kitlesel olmasa dahi bir Türkçü kesimin oluştuğu ve Türklük bilincinin yayılması için çabalar göstermesinin işaretidir. İran/Fars milliyetçi düşünürlerce yürütülen ideolojik savaş Rıza han Pehlevi hâkimiyetinin tespiti ile artık yönetimce desteklenen sistemli şekil aldı, İran milliyetçiliyi devlet politikasının temeline çevrildi ve İran Azerbaycan’ında Türkçülük toplumun bütün katlarına yayılıp umumileşmeden meydanı güç strüktürleri, devlet propagandasını arkasına alan İran/Fars milliyetçiliğine bıraktı. Bu araştırma devlet arşiv belgeleri, dönemin gazeteleri ve dergileri ve siyasilerin hatıralarından faydalanarak bu gün İran Azerbaycan’ında güçlü ve etkin sosyal bir akım konumuna gelen Türkçülüğün 20. yüzyılda Kaçarlar hanedanı devrindeki köklerini ve gelişme sürecini araştırır.

From the last years of 19th century Iran’s Azerbaijan, a homeland for Turkic speaking people for centuries, which was in close ties with Ottoman Empire and Caucasus region-where the modernism movements were active- acted as a window from where the modern ideas flew into Iran. Turkish language acted as an intellectual link between the three regions mentioned above and played an important role in transmission of modern thoughts into Iranian Azerbaijan and from there to the entire country. This also contributed to development of Turkish in Azerbaijan as literary language and emerging of intellectual pro-Turkic/nationalist circles. Study of the governmental and newspapers’ archives, belonging to first years of 20th century indicates that Iranian/Persian nationalists as well as the country’s authorities were seriously concerned about the influence of pro-Turkish propaganda among the Azerbaijani people. In particular from the early years of 1920s, the Iranian authorities started implementing assimilation policies against the Azerbaijanis in the country and taking oppressive measures against pro-Turkic activists. These oppressive measures proves the existence of pro-Turkic activists and intellectual circles in Azerbaijan, even if it was not widespread. The ideological war carried out by Persian nationalists took the systematic form, after Reza Pahlavi paved his path to power, who made the Persian nationalism basis for his modern nation state. As a result, Turkish nationalism gave up to Persian nationalism in Azerbaijan, before it could spread in the society. This research, using the archives of government documents, periodicals and magazines as well as diaries of politicians, explores the roots and development process of Turkism in the 20th century, during the period of the Qajar dynasty, which today has become powerful and effective social movement in Iran’s Azerbaijan.

Türkistan’da Medrese Eğitimi ve Medreselerin Türk Eğitim Tarihindeki Yeri

Varis Çakan

ORCID: 0000-0002-6705-9643

Sayfalar: 875-890

Karahanlılar döneminden itibaren Türk- İslam devletlerinin ilköğretim kurumları olan medreseler zamanla gelişerek geniş bir eğitim kurumları zincirine dönüşmüş devlette görev yapacak çeşitli rütbelerdeki memurlar da buralarda yetiştirilmiştir. XI. yüzyılın başında Maveraünnehir’in Karahanlıların yönetimi altına girmesiyle Semerkant ve Buhara’dan gelen büyük din âlimleri ve müderrislerin de katkısıyla medreseler sayı ve eğitim kalitesi bakımından da güçlenerek çağının en yüksek seviyesine ulaşmıştır. XI.Yüzyıla geldiğinde Kaşgar, Balasagun, Taşkent, Yarkent, Hotan, Küsen gibi şehirlerde ilk, orta ve yüksek seviyede medreseler kurulmuş ve bu medreselerden Hüseyin İbn Halpet, İmamettin Kaşgarî, Cemalettin Kaşgarî, Abdulgaffar Bin Hüseyin, Kaşgarlı Mahmud ve Yususuf Balasahunî gibi büyük alimler, edipler ve devlet adamları yetişmiştir. XI. yüzyılın ortalarından XVIII. yüzyıla kadar Türkistan’da faaliyet gösteren Medrese’i Saçiye, Medrese’i Hamidi’ye, Buvi Meryem Medresesi, Medrese’i Mahmudiye, Medrese’i Mesudiye ve Kaşgar Hanlık Medresesi gibi medreseler Ortaçağ, Yeniçağ ve Yakınçağ eğitim Türk eğitim tarihinde çok önemli yer tutmaktadır.

Madrasas were the basic elementary educational institutions of the Turco-Islamic states since the Karakhanids. Over time, these institutions enhanced as a large chain of institutions and future personnel of the state administration had been trained there. In the beginning of the 11th century, as of Karakhanid control over the Transoxiana, by contributions of the religious scholars from Samarkand and Bukhara, madrasas reached the peak in terms of number and quality of education in the time. In the 11th century; elementary, middle and high level madrasas had been established in the cities of Kashgar, Balasagun, Tashkent, Yarkand, Hotan, Kusen ,and notable scholars and statesmen such as Hüseyin İbn Halpet, İmamettin Kashgari, Cemalettin Kashgari, Abdulgaffar Bin Hüseyin, Mahmud Kashgari and Yususuf Balasahunî completed their education in these institutions. The madrasas which were actively operated in Turkestan from the mid-eleventh century to the 18th century: Madrasa’i Sachiye, Madrasa’i Hamidi, Madrasa of Buvi Mariam, Madrasa’i Mahmudiye, Madrasa’i Mesudiye and Khanate Madrasa of Kashgar were some of the most important ones in Medieval and Pre-modern history of education of Turks.

Kırgızistan’da Sovyet Repressiya Siyaseti (1917-1953)

Zuhra Altımışova

Sayfalar: 891-904

Yakın bir dönem olan Sovyet tarihinin kara sayfalarından biri Repressiya (baskı) siyasetidir. 1917’de Sovyet yönetimi kurulduktan hemen sonra baskı tedbirleri uygulanmaya başlamıştır. SSCB’de hapis, sürgün, vatandaşlıktan mahrum bırakma, zorla çalıştırma, ölüm cezasına çarptırma gibi repressiya eylemleri icraata geçirilmiştir. Repressiya siyasetinin özellikle J. Stalin’in yönetimde bulunduğu dönemde (1923-1953) çok şiddetli bir hal aldığı bilinmektedir. Repressiya hareketinin icraası ve motifleri tüm SSCB’de olduğu gibi Sovyet Kırgızistanı için de aynıdır. İç Savaş yıllarında (1917-1923) “rejim düşmanları” acımasızca ortadan kaldırılmıştır.1927-1932 yıllarında kolhozlaştırma politikasının “kulakları (varlıklı kesim) sınıf olarak ortadan kaldırma” siyaseti çerçevesinde varlıklı aileler SSCB’nin uzak bölgelerine sürgün edilmiştir. 1937-1938’de Kırgızistan’da siyaset ve devlet adamları, memurlar, milli aydınlar, asker adamları gibi bir çok zümre repressiya kurbanı olmuşlardır. 1950’lerde ise Kırgızistan’da ağırlıklı olarak bilim adamları ve edebiyatçılara yönelik repressiya tedbirleri uygulanmıştır. Kırgızlar ile aynı zamanda Kırgızistan’da yaşayan azınlık topluluklar siyasi şiddetten olumsuz yönde etkilenmiştir. Baskıya uğrayanların aile üyeleri de uzun yıllar boyunca toplumda ayrımcılığa maruz kalmışlardır. Repressiya kurbanları ancak N.Kruşçev döneminde aklanmaya başlamışlardır. Bildiride 1917-1953 yılları arasında Sovyet Kırgızistan’da repressiya siyasetinin icraası, genel seyri, esas safhaları ve yerel özellikleri ele alınacaktır. Konu, bilimsel eserlerin yanında yerli Sovyet arşiv belgelerinin ışığında değerlendirilmeye çalışılacaktır.

One of the black pages of the recent Soviet history is the repression policy. Repressive measures began to be implemented in 1917, immediately after the establishment of the Soviet authority. There were many repressive actions used in the USSR such as imprisonment, exile, deprivation of citizenship, forced labor, and sentence to death. It is known that repression policy became very violent, especially in the period when J. Stalin was in charge (1923-1953). The practice and motifs of the Repression movement in Soviet Kyrgyzstan are the same, as in all the USSR. During the Civil War (1917-1923), the “enemies of the regime” were eliminated cruelly. Between 1927-1932, a wealthy families were deported to the remote regions of the USSR under the policy of “The Elimination of the Kulaks as Class,” which was one of the phase of collectivization movement. In 1937-1938, in Kyrgyzstan, many stratums like politicians and statesmen, civil servants, national intellectuals, soldiers had become victims of repression. In the 1950s, mainly repressive measures had been applied to scientists and litterateurs in Kyrgyzstan. Along with the Kyrgyzs, the minority communities, living in Kyrgyzstan, had also been affected negatively from political violence. Also, family members of those who have been targeted to repression had been subjected to discrimination for many years in society. Victims of the repression began to be rehabilitated in the period of N. Khrushchev. In the paper, the implementation of the repression policy, it’s general course, the main phases and local peculiarities in Soviet Kyrgyzstan between 1917 and 1953 are studied. Besides scientific works, the subject will be evaluated in the light of local Soviet archival documents.