XVIII. Türk Tarih Kongresi Cilt II

XVIII. Türk Tarih Kongresi

Kongreye Sunulan Bildiriler (II. Cilt)

Selçuklu Tarihi ve Medeniyeti – Tarih, Şehir ve Mimari

Hazırlayanlar: Semiha NURDAN – Muhammed ÖZLER
E-Kitap Yayın Tarihi:
Yayınlayan: Türk Tarih Kurumu
eISBN: 978-975-17-5113-3 (2.c) - 978-975-17-5111-9 (tk.)
Sayfa: 413
Konular: Türk Tarih Kongresi, Türk Tarihi

“Türk ve Türkiye tarihini çağdaş, sosyal bilim anlayışıyla araştırmak ve yaymak; bu alandaki araştırmaları desteklemek ve toplumdaki tarih bilincini geliştirmek” misyonu çerçevesinde faaliyetlerini yürüten Türk Tarih Kurumu, milli bir tarihsel kimliğin oluşmasında geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir rol üstlenmiş bulunmaktadır. Dünyayı hâkimiyeti altına alan küreselleşme süreci, köklü millî ve manevi değerleri olmayan veya bunları gereği gibi koruyamayan kültürleri yok ederek milletleri öz kültürlerinden uzaklaştırabilmektedir. Gerek dünyada gerekse bulunduğumuz coğrafyada yaşanan olaylara bakıldığında tarih ve millî kültür bilincine sahip, geçmişten ders çıkarmayı bilen milletlerin her türlü zorluğa karşı kendi varlıklarını korudukları görülecektir. Bu nedenle Türk Tarih Kurumunun insanlığa, tarihe ve geleceğe karşı görev ve sorumlulukları oldukça önemlidir. Bu bağlamda, Kurumumuzun görev ve sorumluluklarında biri de yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar, kongreler düzenlemektir. Bu toplantı ve kongrelerin en önemlisi Türk Tarih Kongreleridir. Dünyada kendi alanında en saygın kongreler arasında yer alan Türk Tarih Kongreleri, Türk tarihi ile Türkiye tarihinin önemli olaylarının aydınlatılmasına büyük katkılar sağlamış, ülkeler ve insanlar arasındaki kültürel bağların kurulmasına ve geliştirilmesine de olumlu hizmetlerde bulunmuştur.

BİLDİRİLER - SEKSİYON IV (SELÇUKLU TARİHİ VE MEDENİYETİ)

The Arts of Rum Seljuks Era Between the Duality of Originality and External Influences

Abdulrahman Farttoos Haider

ORCID: 

Sayfalar: 1-8

It is well known that Seljuk art, especially architecture, flourished greatly in the thirteenth century, where the Rum Seljuks succeeded in shaping the Islamic characterization and prominence it in the field of arts and architecture, which still remains to present time in the city of Konya, capital of the Seljuk state and other cities of Asia Minor. Although the Seljuk art in Asia Minor is associated with various influences, which were represented by the art of previous countries such as the Byzantine state, as well as the Great Seljuk arts who ruled in Iran and Iraq, at the same time there was a clear distinction of the local arts styles of the Seljuks which reflect the heart of their lives, traditions and civilization. Thus, the duality of originality and the local character on the one hand and its influence on the external influences of the past and contemporary have a general feature of the art and architecture of Seljuk in Asia Minor, and this link continued until later times. This paper deals with the most important general features of the art that flourished in the era of the Rum Seljuks and became one of the most important aspects of Turkish civilization later, and the identification of the arts that were purely local Seljuk or those that were subject to external influences, and the forefront of these arts is architecture, whether this art represents the religious side such a mosques and places of worship Sufism (Khanqah), or civil installations such as palaces, water tanks, water channels, bridges and markets, or military installations such as castles or walls. Also,The research deals with the other arts that flourished in the Rum Seljuks State in Asia Minor and the extent to which they were influenced by external factors such as ceramic mosaics,and the art of engraving on wood, which reached a high degree of proficiency where the wooden artifacts in this era was very beauty and creativity, as well as sculpture in stone and marble and plaster decorations. As well as the carpet industry, which was described as one of the finest and most beautiful carpets in the world, as well as other Seljuk arts.

Büyük Selçuklular’da Şahnelik Müessesesi

Abdülkerim Özaydın

ORCID: 0000-0001-8844-4180

Sayfalar: 9-28

Arapça bir kelime olup sözlükte doldurmak, yüklemek, tartışmak, kavga etmek ve kovmak gibi anlamlara gelen şahne (şıhne) kelimesi terim olarak bir bölgenin, bir eyaletin veya bir şehrin emniyetini sağlayan emir (askerî vali, kumandan) demektir. XI. yüzyıldan önce bu görev sahibü’ş-Şurta ve sahibü’l-Maûne denilen memurlar tarafından yürütülmekteydi. Bazı kaynaklarda şahne yerine mukta‘, vali ve naib-i sultan gibi tabirlerin de kullanıldığı görülmektedir. Modern Ortaçağ tarihçileri şahne kelimesini bazı nüanslarla garnizon komutanı veya askerî vali şeklinde tanımlanmaktadır. Genel kabul gören anlayışa göre Büyük Selçuklular döneminde Isfahan, Merv, Cüveyn ve Bağdat gibi önemli şehirlerde görev yapan şahneler özellikle Bağdat’ta Büyük Selçuklu Sultanı’nın temsilcisi olarak kabul edilirdi ve çok geniş yetkilere sahipti. Nitekim Muhammed b. İbrahim de şahne terimini hem sultanın mümessili hem de vali anlamında kullanır. Şahnenin görevleri büyük ölçüde genel güvenlik ve şehrin savunulması ile ilgilidir. Daha önceki bazı devletlerde de mevcudiyetini gördüğümüz şahnelik müessesesi Büyük Selçuklular döneminde (1040-1157) daha fazla önem kazanmış ve şahneler daha fazla sorumluluk üstlenmişlerdir. Nüzâmülmülk de Siyâsetname’de şahnelerin görev ve yetkilerine yer vermiştir. Büyük Selçuklular’da şahnelik Ortaçağda çeşitli meslek ve memuriyetlerde gördüğümüz gibi babadan oğula intikal ederdi. Bundan dolayı bazı ailelerin İbnü’ş-Şıhne adıyla meşhur olduğu görülür. Sultanın fermanıyla göreve tayin edilen şahnelere at, elbise, yüzük, kılıç, davul, bayrak ve çadır hediye edilir, kendilerine nişan ve unvanlar verilir ve bir saray tahsis edilirdi. Bölge, eyalet ve şehirlerdeki şahnelere ilaveten Türkmenler arasındaki olaylara müdahale etme, Türkmenlerin halkın arazi ve emlakine zarar vermelerini önlemekle görevli şahneler de vardı. Şahneler fetret döneminde (1092-1104) çıkan taht kavgaları sırasında da önemli görevler üstlenmişler ve Bağdat’ta ve diğer bazı şehirlerde hutbenin destekledikleri taht iddiacısı adına okumasını temin etmişlerdir. Başlangıçta diğer İslâm devletlerinde görülen sâhibü’ş-Şurta ve sâhibü’l-Maûne’nin görevlerini icra eden şahneler zamanla Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda daha geniş yetkilerle donatılmış ve şahnelik (şıhnegî) önemli bir müessese haline gelmiştir. Tebliğde bu hususlar birinci elden kaynak ve belgelere dayanarak ayrıntılarıyla anlatılacaktır.

Milli Azerbaycan Tarihi Müzesi’nin Arkeolojik Materyallerine Göre Azerbaycan’da Selçuklu Dönemi

Aida İsmayılova

ORCID:

Sayfalar: 29-40

Bilindiği gibi, tarihin yazılmasında yazılı kaynaklar kadar, arkeolojik materyallerin da büyük önemi var. Bildiride Milli Azerbaycan Tarihi Müzesi’nde (MATM) korunan ve sergilenen Selçuklu dönemi arkeolojik malzemelerinin Azerbaycan’ın o dönem tarihinin yazılmasındaki öneminden bahsedilmektedir. Bildiride maden oymacılığı, seramik malzemesi ve inşaat malzemeleri üzerine dönemin sanatı (seramik, metal işleme), mimarisi konusunda belli tasavvur oluşturulur. Belirtilen arkeolojik materyaller belli tarihi bilgileri bize ötürmekle birlikte dönemin insanlarının sanat ve estetik bakış açısını, görsel uygulamalı sanatlar anlayışını da temsil eder.

No need to mention that archaeological materials have great role on writing history as well as written sources. In this presentation we will focus on the importance of archaeological materials of Seldjkoud era in the studying of Azerbaijan history protected at the Museum of History of Azerbaijan and demonstrated on exhibition. In report have been created certain notion about craftsmanship (pottery, metal working), architecture of Seldjoukid era on the basis of toreutics, pottery ware and building materials. In addition to transmitting certain historical knowledge these archaeological materials reflects the artistic and aesthetic worldview, art perception of people.

Büyük Selçuklular Dönemine Ait Bir Şiî Müdafaa-Namesinde Türkler

Ali Rıza Mukaddem

ORCID: 

Sayfalar: 41-50

Tarih yazıcılığında göz ardı edilmemesi gereken çok önemli kaynaklardan birisi dinîmezhebî eserlerdir, zira bu kaynaklar, çok ilginç ve bazen tarihî kaynaklarda bulunmayan bilgiler içermektedirler. Bilindiği gibi Selçuklular döneminden, özellikle Büyük Selçuklular döneminden elimize ulaşan kaynakların sayısı çok azdır. Bu noktada Selçuklu araştırmalarında arzettiği öneme rağmen pek kullanılmayan dinî kaynaklardan birisi Abdülcelil Râzî’nin kaleme aldığı müdafaa-name mahiyetli eseridir. Nakz adı ile bilinen 12. yüzyılın ortalarında Selçukluların başkenti olmuş Rey’de Şiî bir yazar tarafından Sünnî bir yazara cevaben yazılan Baz-u Mesâlib’in-Nevâsıb fi Nakz-ı Baz-ı Fezâyih’ür-Refâvız, Türkler, Selçuklular ve Selçuklu Sultanları hakkında çok ilginç bilgiler ihtiva etmektedir. Bu çalışmada söz konusu eser tanıtılarak eserin Selçuklu Türkleri hakkındaki içerdiği bilgiler, dönemin diğer kaynaklarından da faydalanarak ele alınacaktır.

The religiouse and faith-based books in the great Seljuk Empire age are the most important source for historiography due to containing some unique dates that could not find in other ones. The importance of such works is more appeared when we found that the number of resources about the great Seljuk Empire are limited. The Abd-al-Jalil RAZİ’s book titled “Ketab al-naqz” may be regarded as a credible and plausible source in that era. In spite of its importance and credibility, the book was ignored by historians. In his writing, Abd-alJalil advocated Shi-i faith and attempted to response criticisms of Sunni writer, the book written in the middle of twelfth century in Ray, is a most important source about the Turks, Seljuks and Seljuk Sultans in that age. The article aimed to introduce Ketab al-naqz at first, then portrait a complete vision about the Turks according to some other resources.

İslâm Kaynaklarına Göre Bâbâî İsyanı

Fatih Erkoçoğlu

ORCID: 0000-0002-5439-4530

Sayfalar: 51-66

Amasya civarında bir zaviyesi bulunan Ebü’l-Bekâ Baba İlyas-ı Horasanî adlı bir şeyh, kendisini nebî kabul eden Türkmenler arasında Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı büyük bir siyasî ve içtimaî isyanın başlatılmasına sebep oldu. Baba İlyas, çok zor şartlar altında yaşayan ve idareci sınıfla da yerli halkla da birçok problemi bulunan Türkmenler’i Selçuklu hükümetinin baskısından kurtaracak bir mehdî hüviyetiyle ortaya atılmış ve bu bakımdan Türkmenler tarafından canla başla benimsenmişti. Baba İlyas’ın önde gelen halifesi Baba İshak’ın şeyhi adına örgütleyip yürüttüğü Babaî Ayaklanması denilen bu hareket çok hızlı ve kanlı biçimde gelişti. Anadolu Selçuklu Devleti tarihi için önemli bu isyan hakkında birçok eser yazılmış, araştırmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar daha çok Anadolu’da yazılmış olan kaynaklar üzerinden hazırlanmıştır. Yapmış olduğumuz araştırma sonucunda aynı dönemlerde Eyyûbî idaresindeki Arap coğrafyasında Arapça yazılan bazı kaynaklarda konumuzla alakalı önemli bir kısım malumatın yer aldığı görülmüştür. Bu tebliğimizde Eyyûbîler ve sonraki dönemlerde Arap coğrafyasında yaşayan Müslüman yazarların özellikle Bâbâi isyanı ve bu isyanı hazırlayan sürece dair yazdıkları malumatın tespiti ve değerlendirilmesi yapılmaya çalışılacaktır.

A sheikh named Ebu’l-Beka Baba Ilyas-i Horasanî, who had a zawiya in the vicinity of Amasya, caused a great political and social rebellion against the Anatolian Seljuk State among the Turkmen who accepted him as a prophet. Baba Ilyas, put forward as a prophet and rescue the Turkmen who lived under very difficult conditions and had many problems with the ruling class as well as the indigenous dwellers, from the pressure of the Seljuk government and in this respect Baba Ilyas was adopted by Turkmen. Babai Revolt, was organized and carried out in the name of Baba Ilyas by Baba Ishak is the leading successor of his sheikh, occurred very fast and bloody. Many works were written and many research was done about this revolt which are important for the history of Anatolian Seljuk State. As a result of our research, it was found that some sources written in Arabic in the Arabian territory of the Ayyubid rule during the same period contained important information related to the topic. In this paper, the information that was about the rebellion and especially the process of preparing this rebellion and was written by the Ayyubids and Muslim authors living in the Arab geography in the following periods will be tried to determine and evaluate.

Büyük Selçuklu Dönemi Müzik Tarihine Seramik İncelemelerinin Katkısı

Feyzan Göher

ORCID: 0000-0001-5313-0763

Sayfalar: 67-80

Tarih bilimi, yazılı bulguların yanı sıra, araştırılan döneme ilişkin sanatsal ürünleri de inceleyerek veri sağlama yoluna gidebilir. Heykeller, rölyefler, minyatürler ve daha pek çok sanatsal ürün, tarihsel dönemlere ışık tutabilmektedir. Hem müzikoloji, hem de tarih biliminin bir alt dalı olan “müzik tarihi” için de durum böyledir. Müzik tarihi, tıpkı tarihin diğer alt dalları gibi araştırdığı döneme ilişkin tüm verileri kullanır. Türk Müzik Tarihi süreci incelendiğinde, Büyük Selçuklu dönemi müziği hakkında son derece sınırlı bilgi olduğu görülür. Bu durumun oluşmasının nedenleri arasında, mâlum Moğol saldırıları sonucu pek çok yazılı kaynağın tahrip edilmiş olması ve bu konuda araştırma yapan müzikolog ve tarih bilimcilerin son derece az sayıda olması gösterilebilir. Durumun böyle olması, bizi, yangına ve yıllara dayanma özelliğine sahip olan, son derece detaylı çizimler barındıran Selçuklu seramiklerini incelemeye yöneltti. Araştırmaları derinleştirdiğimizde, Selçuklu seramiklerinin incelikli detayları içinde müzisyenlerin saraydaki konumu, günümüzde unutulmuş farklı çalgıların varlığı, çalgı grupları gibi önemli bilgilere erişme imkânımız oldu. Bu araştırmada, üç yılı aşkın bir süredir devam ettiğimiz çalışmalarımıza dayanarak, Selçuklu seramikleri barındırdığı bilinen yurt içi ve yurt dışından çok sayıda müzeye gidilmesi ve/veya kataloglarının taranması sonucu elde ettiğimiz ve yorumladığımız bilgiler yer almaktadır. Selçuklu seramiklerinin incelenmesi sonucu, Büyük Selçuklular döneminde sevilen ve sıkça icra edilen çalgılar, kadın müzisyenlerin önemli konumu, günümüzde kaybolmuş durumdaki çalgılar, savaşlarda askeri müzik, hükümdarın etrafındaki müzikli eğlenceler gibi konular, görseller eşliğinde sunulmaya gayret edilmiştir.

In addition to written materials, history can provide data by examining artistic products related to the investigated period. Sculptures, reliefs, miniatures and many other artistic products can shed light on the historical periods. This is the case for “music history”, which is a subdivision of both musicology and history science. The history of music uses all the data about the investigated period, just like the other lower branches of history. When the process of Turkish Music History is examined, it is seen that there is very limited information about Great Seljuk period music. Among the reasons for this occurrence are the destruction of many written sources resulting from the Mongolian attacks, and the extremely limited number of musicologists and historians who research in this subject. This situation led us to examine the ceramics of Seljuks, which have highly detailed drawings, which have the characteristics of being resistant to fire and years. This research is based on our studies which we have continued for more than three years and we have collected information that we have obtained and interpreted as a result of going to numerous museums from Turkey and abroad and / or scanning of catalogs about Seljuk ceramics.

Büyük Selçuklu Devletinin Teşekkül Sürecinde Komşu Devletlerle İlişkilerini İbn Haldun’un Görüş ve Tespitlerine Göre Tanımlama Denemesi

Muhammed Said Polat

ORCID: 0000-0002-5418-6766

Sayfalar: 81-105

İbn Haldun Mukaddimesi’nde, çöllerde, dağlarda ve bozkırlarda yani badiyede yaşayanları bedevi olarak tanımlıyor. Ona göre bedeviler, şehirliler yani hadarilere göre ahlak, dürüstlük ve cesaret yönünden üstündür. Bütün devletlerin bedeviliğe ve ona bağlı asabiyete dayandığını kesin bir dille savunmaktadır. Boyun eğme, refah içinde yaşama ve vergi verme bedeviliğin ve asabiyetin zayıflamasının ve yitirilmesinin en önemli nedenlerindendir. Bedaviliğin ve asabiyetin yitirilmesi devlete ulaşmanın önünde en büyük engeldir. Selçuklular ve onlara bağlı Türkmenler de badiyede yaşıyorlardı ve İbn Haldun’un tanımlamasıyla bedevi idiler. Bu hayat tarzına uygun bir siyasi yapı olan Yabguluk idaresi altında yaşıyorlardı. Dandanakan savaşı öncesinde komşu devletlerle çıkar ilişkisine girdiler. Onlara boyun eğmediler, vergi vermediler. Bu yüzden asabiyetlerini korudular. Çevre devletler onlara savaş açtıklarında Türkmenlerden oluşturdukları ordularla savaştılar. Onların ücretli ve köle askerlerden oluşan ordularına karşı zaferler kazandılar. Gazneli devletine karşı kazandıkları Dandanakan zaferi de bu zaferlerden biridir. Bu savaştan sonra Selçuklular mülkü elde ettiler ve hadarilere dayanan bir siyasi yapıyı kurmaya başladılar.

Ibn Khaldun describes in his Muqaddime those who live in deserts, mountains, and steppes, namely badiya as badavi. According to him, badavis are superior to hadaris in terms of morals, honesty, and courage. He firmly defends that all states are based on badavat and asabiyat attached to it. Submission, living in prosperity and taxing are the most important reasons for the weakening and loss of badavat and asabiyat. The loss of badavat and asabiyat is the biggest obstacle to reaching the state. The Seljuks and Turkmans who were attached to the Seljuks were living in badiya and they were badavi with the description of Ibn Khaldun. They lived under the rule of Yabguluk, a political structure suitable for their lifestyle. They entered into a relationship based on self-interest with neighboring States before the Dandanagan war. They did not bow to them, they did not pay them taxes. That’s why they kept their asabiyat. When the surrounding States waged war on them, they fought with the armies of the Turkmans. They won victories against their armies of wage and slave soldiers. The Dandanakan victory they won against the Gazneli state is one of these victories. After this war, the Seljuks acquired mulk and started to build a political structure based on hadaris.

Selçuklu Tarihi Bakımından İmâdüddin El-İsfahânî’nin, “Nusratü’l-Fetra ve ‘Usratü’l-Fıtra” Adlı Eserinde Babası Safi yyüddin Muhammed’den Aktardığı Bazı Orijinal Bilgiler

Mehmet Şeker

Sayfalar: 107-112

Devrinin önemli edîb ve tarihçilerinden biri olarak tanınan İmâdüddîn el-Isfahânî 2 Cemâziyelâhir 519/6 Temmuz 1125’de İsfahan’da doğdu. İmâdüddin’in babası Safiyyüddin Muhammed, kâtip, amcası Azîzüddin el-Müstevfî (ö. 527/1132-1133) ise vezir idi. İmâdüddin 534/1139 yılında ailesiyle beraber Bağdat’a göçtü. Nizâmiyye medreselerinde tahsil gördü. Daha sonra 562/1166-1167’de Dımaşk’a giden yazarımız, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin sır kâtibi oldu ve seferlerinde Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yanında bulundu. 1 Ramazan 597/5 Haziran 1201’de Dımaşk’ta vefat etti. İmâdüddîn’in Büyük Selçuklu döneminin tarih kaynakları arasında sayılan “Nusratü’l-Fetra ve ‘Usratü’l-Fıtra” isimli Arapça eseri, tarihçilerin dikkatini çekmiştir. Bu eser, Büyük (Irak-Horasan) Selçuklu tarihinin başından, 569/1173-4 yılına kadarki olayları ele almaktadır. İmadüddin’in kaynakları arasında ilim ve siyaset adamlarından başka, devrinin tanınmış kimseleri arasında yer alan amcası ve babasının da olduğu anlaşılmaktadır. İmâdüddin’in babası Safiyyüddin Muhammed, Selçuklu Devletinde kâtiplik yapmış önemli bir kimsedir. İmâdüddin bu eserinde devlette resmî görevi olan babasından Selçuklu Devleti tarihi hakkında önemli bilgiler aktarmıştır. İmâdüddin’in babası Safiyyüddin Muhammed’den Sultan Mahmud devrinde (512/1118-525/1131) devletin veziri olan Kemâlülmülk hakkında önemli bilgiler vererek değerlendirmeler yapmaktadır. Babasının Ebülkâsım Dergezînî’yi nasıl kurtardığını ve bundan on sene sonra bu adamın şerrinin babasına ve amcasına nasıl dokunduğunu anlatıyor. Sonraki yıllarda Safiyyüddin’e, Halife Râşid vezirlik teklif eder. O, kardeşi Aziz’in katledilmesi olayından sonra devlette görev almamaya yemin ettiğinden yapılan teklifi kabul etmez. Bundan sonra otuz küsur yıl yaşayan Safiyyüddin, bu zaman içinde cereyan eden olaylarla âdeta bütünleşmiş olduğundan Selçuklu Tarihi alanında önemli bir kaynak özelliği taşımaktadır. Bu tebliğimizde Safiyyüddin’in verdiği bazı bilgiler Selçuklu Tarihi bakımından ele alınacak ve birkaç örnekten hareketle bir değerlendirme yapılacaktır.

İmâdüddîn el-Isfahânî, one of the prominent authors and historians in his period of time, was born Isfahânî 2 Cemâziyelâhir on 519/6 July 1125 in Isfahan. İmâdüddin’s father Safiyyüddin Muhammed was a clerk, his uncle Azîzüddin el-Müstevfî (d. 527/1132- 1133) was a vizier. After İmâdüddîn moved Baghdat with his family in 534/1139, he enrolled in Nizâmiyye madrasah. Aftermath the author settled down in Damascus and became Selâhaddîn-i Eyyûbî’s chief clerk and was assigned to assist Eyyûbî in his travels. He died on 1 Ramazan 597/5 June 1201 in Damascus. İmâdüddîn’s Arabic study, Nusratü ’l-Fetra ve‘ Usratü l-Fıtra, which is regarded among the Great Seljuk Empire sources drew historians’ attention. The study addresses the events from the beginning of Great Seljuk Empire (Iraq-Khorasan) to the year of 569/1173-4. Besides prominent scholars and politicians, İmâdüddîn’s sources also include his father and uncle who were well-known people in their period. İmâdüddin’s father Safiyyüddin Muhammed was a prominent person who was also a clerk in Seljuk State. İmâdüddin addresses valuable information about Seljuk history in his book, which he got from his father worked as an official in the State. Following some important information about Kemâlülmülk who is a vizier in the time period of Sultan Mahmud, İmâdüddin also evaluates the information he got from his father. He explains how his father saved Ebülkâsım Dergezînî and he harmed his father and his uncle. After years, Khalifa Râşid offered Safiyyüddin vizierate. However he denied Khalifa’s request because he swore not to serve as an official after his brother had been killed. He lived thirty years after this incident. Thus he is a significant source with regard to Seljuks history since he entirely integrated all the events in that period. The present study aims to examine some information which Safiyyüddin issued and to evaluate based on a few examples in the context of Seljuks history.

İbn Haldûncu Perspektif Bağlamında Selçukluların Yükselişi ve Düşüşü

Mustafa Alican

ORCID: 0000-0001-5960-1079

Sayfalar: 113-122

10. yüzyıl sonlarında liderleri Selçuk Bey ile birlikte Cend bölgesine göç eden ve burada siyasal bir yapının temellerini atan Selçuklular, yaklaşık elli yıllık bir süre içerisinde muhtemelen kendilerinin de beklemediği kadar büyük miktarda güç elde etmiş, 1040 yılında meydana gelen Dandanakan savaşı ile dönemin en güçlü devletlerinden biri olan Gaznelileri mağlup ederek bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Selçuklular, hızlı yükselişlerine Dandanakan savaşından sonra da devam ettiler. Çeyrek asır içerisinde İslam dünyasının en büyük gücü haline gelmeyi ve Müslüman coğrafyasının önemli bir kısmında Cuma hutbelerinde kendi adlarına hutbe okutmayı başardılar. 1071 yılında Malazgirt’te tarihin en büyük siyasal yapılanmalarından biri olan Bizans İmparatorluğu’nu dize getirdiler. Yine 1070’li yılların sonlarında Anadolu’nun Batı uçlarına kadar ulaştılar ve İznik’i ele geçirerek Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurdular. Sadece yüzyıl içerisinde Hazar kıyılarından Adalar Denizi kıyılarına kadar uzanan geniş coğrafyada belirli bölgelerde şu ya da bu ölçekte yoğunluk göstermekle birlikte belirli bir kaynak ile (Selçuklu iktidarı) ilişkili olan siyasal bir alan kurmayı başarabilen Selçukluların düşüşü de yükselişleri kadar hızlı oldu. Selçuklular, devletlerinin kuruluşunda belirleyici bir katkısı olduğu bilinen ve Sultan Sancar döneminde beklenmedik bir biçimde mağlup oldukları konargöçer Oğuzlar karşısında tutunamayarak tarihsel etkinliklerini hızla yitirdiler. Selçukluların Cend bölgesine gelerek buraya yerleşmesinden Anadolu’nun Batı uçlarına kadar yayılabilmeleri, kendilerinin de mensubu olduğu kalabalık göçebe Oğuz Türkmenlerinin sosyal, siyasal ve demografik katkıları ile gerçekleşebilmişti. Selçukluların tarih sahnesinden çekilmesinde de aynı etkenin belirleyici etkisi oldu. Bir diğer ifadeyle, konargöçer Türkmen hareketlerinin katkısıyla siyasal etkinlik edinen Selçuklular, yine bu Türkmen hareketlerinin bir sonucu olarak güçlerini yitirdiler. Bildirimizde, İbn Haldun’un asabiye nazariyesi ve “bedevî/hadarî” kavramları üzerinden Selçukluların yükseliş ve düşüşünü ele alacak, onun medeniyet anlayışını Selçuklu tarihine uygulamanın imkânlarını araştıracağız.

At the end of the 10th century, the Seljuks emigrated to the Cend region together with their leader Seljuk Bey and laid the foundations of a political structure. In the course of nearly fifty years, the Seljuks gained as much power as they probably could not have expected. With the Dandanakan war, which took place in 1040, they declared their independence by defeating the Ghaznavids, one of the most strongest states of that days. The Seljuks continued their rapid rise after the Dandanakan war. Within a quarter of a century, they have become the greatest power of the Islamic world, and in a significant part of the Muslim geography, they have been able to teach sermons on their behalf on Fridays. In 1071, they brought the Byzantine Empire, one of the greatest political structures in history, in Malazgirt. Again at the end of the years of 1070’s they reached the western Anatolia, conquered Iznik and have established Turkey Seljuk State. The fall of Seljuks, that within just a century, which managed to establish a political space associated with a certain resource (Seljuk power), with a concentration in one or the other of these regions in certain regions, extending from the Caspian Sea to the coasts of the Sea of Islands, was as fast as its rise. The Seljuks quickly lost their historical activities, unable to hold themselves against the oppressed nomadic Oghuzs, which were known to be a decisive contributor to the establishment of the states and which they had unexpectedly defeated during the Sultan Sancar period. The fact that the Seljuks came to the Cend region and settled there could spread Anatolia to the western ends and it could be realized with the social, political and demographic contributions of the nomadic Oghuz Turkmens who were also members of them. In other words, the Seljuks, who acquired political activity with the contribution of the nomadic Turkmen movements, also lost their power as a result of these Turkmen movements. We will investigate the rise and fall of the Seljuks through the the Ibn Khaldun’s theory of asabiyah and his “badawi” and “hadari” notions, and investigate the possibilities of applying his understanding of civilization to the history of the Seljuks.

Fransız Haçlı Kaynaklarında Selçuklu Türk Emirleri

Mustafa Daş

Sayfalar: 123-130

Birinci Haçlı Seferi’nden itibaren Türk-İslam dünyasına yönelik yapılan seferlere en fazla katılım Fransızlar arasından olmuştur. Bunun sonucunda da Fransız tarih yazınında, Latince ve Fransızca olmak üzere Haçlı Seferleri üzerine zengin bir literatür ortaya çıkmıştır. Fransız Haçlı Seferi kaynakları arasında en fazla tanınan kroniklerin yanında, manzum olarak kaleme alınan, destani ve edebi nitelikleriyle ön plana çıkan ve chanson adıyla bilinen eserler de önemli ve değerli tarihi kaynaklardır. La Chanson d’Antioche, La Chanson de Jerusalem ve Les Chetifs bu tür kaynakların en önemlileridir. Bu kaynaklarda Haçlı Seferlerinin çeşitli yönlerinin yanında Türkler ve Türk-İslam tarihi üzerine de değerli bilgiler sunulmaktadır. Haçlılara karşı mücadele eden Türk Emirleri Fransız Haçlı kaynaklarında büyük izler bırakmışlardır. Emir Kürboğa, Belek Gazi, Çavlı, Emir Gazi başta olmak üzere çok sayıda Türk Emiri kaynaklarda zaman zaman birincil aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransız Haçlı kaynaklarında, devlet adamı olarak “emirin” yeri ve önemi, Türk emirlerinin şahsiyetleri, askeri, siyasi özelliklerinin incelenmesi çalışmanın esasını teşkil edecektir.

Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatına Dair Yeni Bir Kaynak: Metin, Tercüme ve Değerlendirme

Osman Gazi Özgüdenli

ORCID: 0000-0002-6692-3209

Sayfalar: 131-180

Devlet idaresi ile ilgili eserler, hâkimiyet telakkisi, yönetim sistemi ve idarî tarihin en önemli kaynakları arasında yer almaktadır. Bu çalışmada tanıtılacak olan eser de, devlet idaresini konu alan ve araştırmacılar tarafından bugüne kadar incelenmemiş olan Büyük Selçuklu devrine ait Risâle der-âdâb-i dîvân (dîvȃn işlerinin nasıl yapılması gerektiği hakkında risȃle) isimli Farsça anonim bir risȃledir. Söz konusu risȃle Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa koleksiyonunda 328 numara ile kayıtlı bulunan XII. yüzyıl başlarına ait bir mecmû‘a içerisinde yer almaktadır. Yazmanın iki farklı yerinde bulunan istinsah kaydından, mecmû‘anın ‘Alî b. Muhammed isimli bir müstensih tarafından istinsah edildiği anlaşılmaktadır. İstinsah tarihi olarak yazmanın bir yerinde 504 yılı Şabʻȃn ayı sonları (17-25 Nisan 1107), iki farklı yerinde ise 504 yılı Rebîʻu’l-evvel ayının son günü (16 Ekim 1110) zikredilmiştir. Yazmanın nerede istinsah edildiği ise belirtilmemiştir. Dil, yazı ve imlâ özelikleri, yazmanın Büyük Selçuklular zamanında, XII. yüzyıl başlarında İran coğrafyasında istinsah edildiğini ortaya koymaktadır. Mecmû‘a içerisinde yer alan Risâle der-âdâb-i dîvân isimli eser bilinmeyen bir müellif tarafından kaleme alınmıştır. Eserin baş ve son kısımları eksiktir. XI. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alındığı anlaşılan eser, müellifin, dîvân görevlileri, kȃtip ve bürokratlara, görevlerinde nasıl hareket etmeleri gerektiği hususundaki tavsiyelerini ihtiva etmektedir. Dolayısıyla eser, Büyük Selçuklu Devleti teşkilȃt tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu çalışmada, Risâle der-âdâb-i dîvân isimli eserin özellikleri tanıtıldıktan sonra, Farsça metni ve Türkçe tercümesi verilecek ve eserin Büyük Selçuklu devlet teşkilȃtı açısından bir değerlendirmesi yapılacaktır.

Works related to state administration are among the most important sources of information on the rule of law, the system of government and administrative history. The work that is introduced in this study is an anonymous Persian treatise about the state administration of the Great Seljuk period. It bears the name Risāla dar-ādāb-i dīwān (a treatise detailing the handling of the dīwān operations) and has not been examined previously by researchers. The treatise in question is found today inside a majmū‘a (corpus) belonging to the early part of the 12th century in the collection of Nafiz Pasha in the Süleymaniye Library, registration number 328. From two different places in the manuscript it can be understood that the majmū‘a has been copied by a scribe bearing the name ‘Alī b. Muhammad. As for the date of the creation of the copy the last days of the month Şabʻȃn of the year 504 (17-25 April 1107) is given once and the last day of the month Rabīʻ al-awwal of the year 504 (16 October 1110) twice in three different places in the manuscript. However the place where the manuscript was copied has not been stated. The language, the script and the orthography reveal that the manuscript has been copied at the time of the Great Seljuk State in the geographical area of Iran during the early 12th century. The manuscript included in the Majmū‘a (codex) bears the name Risāla dar-ādāb-i dīwān and has been penned by an unknown author. The first and the last parts of the manuscript are missing. It is understood that the original manuscript was written in the second half of the 11th century and comprised the advice of the author to the attendants of the dīwān, the clerks and the bureaucrats, on how to behave in the execution of their duty. Thus the manuscript has great importance in regard to the organizational history of the Great Seljuk State. In this study, the characteristics of the manuscript bearing the name Risāla dar-ādāb-i dīwān will be introduced, it will be considered from the point of view of the organization of the Great Seljuk state, and its Persian text and Turkish translation will be given.

Selçuklu Tarihi Bakımından İmâdüddîn El-İsfahânî’nin, “Nusratü’l- Fetra ve ‘Usratü’l-Fıtra” Adlı Eserinde Amcası Azîdüddîn El-Müstevfî (Ö. 527/1132-138)’den Aktardığı Bazı Orijinal Bilgiler

Rıza Savaş

Sayfalar: 181-188

Devrinin önemli edîb ve tarihçilerinden biri olarak tanınan İmâdüddîn el-Isfahânî 2 Cemâziyelâhir 519/6 Temmuz 1125’de Isfahan’da doğdu. Ailesiyle beraber Bağdat’a göç eden İmâdüddin, 534/1139 yılında Nizâmiyye medreselerinde tahsil hayatına devam etti. Daha sonra 562/1167’de Dımaşk’a giden yazarımız, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin sır kâtibi oldu ve seferlerinde onun yanında bulundu. 1 Ramazan 597/5 Haziran 1201’de Dımaşk’ta vefat etti. İmâdüddîn’in Büyük Selçuklu döneminin tarih kaynakları arasında sayılan “Nusratü’l-Fetra ve ‘Usratü’l-Fıtra” isimli Arapça eseri, tarihçilerin dikkatini çekmiştir. Bu eser, Büyük (Irak-Horasan) Selçuklu tarihinin başından, 569/1173-4 yılına kadarki olayları ele almaktadır. İmadüddin’in kaynakları arasında ilim ve siyaset adamlarından başka devrinin tanınmış kimseleri arasında olan amcası Azîzüddin Ebû Nasr Ahmed b. Ebi’r-Recâ Hâmid b. Muhammed el-Kuraşî el-Isfahânî el-Müstevfî (öl. 527/1132-138) de bulunmaktadır. Azîzüddin’in Isfahan’da 472/1079-1080 tarihinde doğduğu anlaşılmaktadır. Kültür düzeyi yüksek bir ailede iyi yetişen Azîzüddin, Selçuklu Devletinde her zaman öne çıkmış ve yönetimin üst kademesinde görev almış değerli bir devlet adamıdır. O, hep aranan, şairleri kollayan ve onların övdüğü bir yöneticidir. İmâdüddin’in amcası Azîzüddin, hayatı boyunca devlet kademelerinde önemli görevler üstlenmiştir. İmâdüdd’in, amcasından Selçuklu Devleti tarihi hakkında önemli bilgiler aktardığı kanaatindeyiz. Azîzüddin’in evvela Selçuklu sultanı Muhammed b. Melikşah’ın (498-511/1105- 1117) eşi Güher Hatun’un kurduğu Divan’da resmi göreve başladı. Sultanın eşi Güher Hatun, Isfahan’da “Divanü’l-Hatunî” isminin verildiği bir divan kurdu. Güher Hatun’un divanında vezir olan Kemalülmülk Ali b. Ahmed es- Sümeyremî, “Nusra” yazarı İmâdüddin’in amcası Azîzüddin’i “Divanü’l-Hatunî”ye aldı. Bu sıralarda Azîzüddin, Hatun’un divanında hemen dikkati çekti ve etkili olmaya başladı. Bu tebliğimizde İmâdüddin’in amcası Azîzüddin’den aldığını düşündüğümüz bazı bilgileri, Selçuklu Tarihi bakımından ele alıp bir değerlendirme yapacağız.

İmâdüddîn el-Isfahânî, one of the prominent authors and historians in his period of time, was born Isfahânî 2 Cemâziyelâhir on 519/6 July 1125 in Isfahan. After İmâdüddîn moved Baghdat with his family in 534/1139, he enrolled in Nizâmiyye madrasah. Aftermath the author settled down in Damascus and became Selâhaddîn-i Eyyûbî’s chief clerk and was assigned to assist Eyyûbî in his travels. He died on 1 Ramazan 597/5 June 1201 in Damascus. İmâdüddîn’s Arabic study, Nusratü ’l-Fetra ve‘ Usratü l-Fıtra, which is regarded among the Great Seljuk Empire sources drew historians’ attention. The study addresses the events from the beginning of Great Seljuk Empire (Iraq-Khorasan) to the year of 569/1173-4. Besides prominent scholars and politicians, İmâdüddîn’s sources also include his uncle Azîzüddin el-Müstevfî (d. 527/1132-1133) who is well-known person in Seljuks period. It appears that Azîzüddin was born in 472/1079-1080 at Isfahan. Azîzüddin came into prominence and worked at high-ranking positions as a great statesman in his period. He always protected the poets and they praised him. Azîzüddin Ebû Nasr Ahmed b. Ebi’r-Recâ Hâmid b. Muhammed el-Kuraşî elIsfahânî el-Müstevfî (d. 527/1132-138), İmâdüddin’s uncle, performed critical jobs in his life in Seljuk State. We think İmâdüddin quoted some valuable information about Seljuk history from his uncle. It appears that Azîzüddin came first into prominence in Diwan which was founded by Sultan Muhammed b. Melikşah’s (498-511/1105-1117) wife Güher Hatun. Güher Hatun established a diwan, “Divanü’l-Hatunî”, in Isfahan. Kemalülmülk Ali b. Ahmed esSümeyremî, a vizier at Güher Hatun’s diwan, assigned İmâdüddîn’s uncle Azîzüddin at “Divanü’l-Hatunî”. Azîzüddin attracted attention at once and became an influential person. The present study aims to evaluate some information which İmâdüddin took from his uncle Azîzüddin in the context of Seljuks history.

BİLDİRİLER - SEKSİYON V (TARİH, ŞEHİR VE MİMARİ)

The Ottoman Near East in The Republican History of Turkey: The Problem of Mosul and Hatay in The 1920s-1930s

Andrey Boldyrev

Sayfalar: 189-194

On 28 February 1920, the program of struggle for independence (National Oath) was adopted, which defined the territorial boundaries of the future Turkish state, populated by the Muslim majority and united by religion, common origin and national idea. Thus, the main goal was the survival of the Republic within its ethnographic borders. The peculiarity of the international situation of Turkey after the Lausanne conference in 1923 was that its former opponents acquired the status of neighbors, thanks to obtaining mandatory rights in the territory of the former Ottoman Empire: Mosul and Hatay (Iskenderun, Alexandretta). In the 1920s and 1930s, the question of these former Ottoman provinces was a serious problem in Franco-Turkish and British-Turkish relations. Britain and France, with US support, were not going to give up their old privileges. French diplomacy, and especially British diplomacy, tried to take advantage of the Republic’s internal difficulties to prevent the Kemalists to stabilize the country, to weaken its position in the region and thus to strengthen its influence in the Near East, which markedly increased after the First world war. Nevertheless, Turkish diplomacy successfully combined balancing with the collection of the remains of the Ottoman lands: the Treaty of Kars of 1920, the solution of the problem of Alexandretta Sanjak («the state of Hatay») of 1939. Kemalist diplomacy was based on the principle of balancing: the combination of long-term relations with the Soviet Union with the policy of maneuvering towards western powers. An example of this was the desire to establish friendly relations with Greece, Italy and especially Britain and France – the former enemies of Turkey during the First World War. By the end of the 1930s, the Republic had completed the process of legitimation of its international status, meeting the beginning of the Second World War as an established state.

Memlûkler Zamanında Kerek Şehri

Burak Gani Erol

ORCID: 0000-0003-3010-4276

Sayfalar: 195-218

1250- 1517 yılları arasında Mısır merkezli olmak üzere tesis olunmuş olan Memlûkler idaresindeki şehirlerden biri olan Kerek, Haçlılar tarafından inşa edilmiş muhkem kalesiyle ve coğrafî konumu itibarıyla devletin istikbaline tesir etmiş olan mühim bir şehirdir. Kerek şehri, devletin başkentine yakın olması sebebiyle sultanlar tarafından hem bir depo, hem de sürgün yeri ve bazen de sığınak olarak kullanılmıştı. Ayrıca şehrin zindanları siyasî suçlardan hükümlü büyük emîrlere de konukluk etmişti. Özellikle çeşitli sebeplerden Kerek’e sığınan maʼzul sultanlar, şehrin uygun siyasî ikliminden faydalanarak bazen de talihin yardımıyla tekrar tahta oturmaya muvaffak olmuşlardır. Kerek şehrinin tarihindeki en önemli sultanlar, şehri Memlûk hakimiyetine kazandıran ez-Zâhir Baybars, iki sefer tahttan indirilerek Kerek’e sürülen Melîk en-Nâsır Muhammed ve tahtından azlolunduktan sonra büyüyüp yetiştiği şehir olan ve kendisini oralı yani Kerek’li hisseden Melîk Nâsır Muhammed’in oğlu en-Nâsır Ahmed’dir. En-Nâsır Muhammed Kerek şehrini Kâhire’ye tercih etmiş, daha sultanken başkenti terk ederek Kerek’e taşınmış, azlinden sonrada devlete isyan ederek iki yılı aşkın bir süre altı kuşatmayı göğüslemiş ve nihayet yedincisinde kuvvetle teslim alınmıştı. Kerek şehri son olarak Sultan Berkuk’un sürgünü ve yine buradan hareketle tahtı ele geçirmesi sebebiyle Memlûk Devleti’nin kaderinde rol oynamış ardından da sessizliğe bürünmüştü.

Karak one of the cities of the Mamluks, which was founded in Egypt between 1250 and 1517, built by the Crusaders with fortified castle and the geographical position, is an important city which influenced the fate of the state. By the sultans, the city Karak was used as a warehouse, a place of exile and also sometimes as a shelter because of its close proximity to the capital of the state. In addition, the dungeons of the city had also hosted great emirs convicted of political crimes. Especially the exiled sultans who took refuge in Karak from various reasons, have benefited from the appropriate political climate of the city and have sometimes succeeded to the throne. The most important sultans in the history of the city of Karak, Al-Zahir Baybars, who brought the city to the command of Mamluks, Melik Al-Nasir Mohammad, who was brought down to the Karak two times and his son, growing up in Karak, is Al-Nasir Ahmad. Al-Nasir Mohommad preferred the city of Karak to the Cairo, moved to Karak by abadoning the capital city, after being dissmissed, he rebelled against the state and resisted the six sieges for over two years and finally lost the war. Finally, the city of Kerek, after Sultan Berkuk’s deportation to the city had a role the capture of the throne. After that incidence the city became silent.

Finding Ottomans in the Great Mosque of San’ā’ (Yemen)

Christopher Edens

ORCID: 0000-0002-0666-5527

Sayfalar: 219-246

Yemen’in Sana ve çevresindeki batı yüksekliklerini Osmanlı Devleti’nın kontrolü, yaklaşık iki buçuk asırlık, iki ayrı döneme denk düşer. Birinci dönem sırasında – 954-1038 / 1547-1629 – pekçok Osmanlı yetkilisi, aralarında yeni camilerin yapımı ve mevcut camilerin yenilenmesinin de olduğu, pek çok inşaat projesine sponsor oldu. Bu çalışmalar Sana’nın dokusunu ve görünümünü değiştirdi ve Osmanlı Devleti’nin ayrılışından sonra da binalar için model olarak hizmetetti. Sana’nın Ulu Camii, Osmanlı valilerinin, işini üstlendiği binalardan biriydi. Kuyucu Murad Paşa (983-988 / 1575-1580 beylerbeyisi) ahşap minberi tamir ettirdi ve bir peygamberin mezarının olduğu rivayet olunan yerin üzerine bir türbe inşa ettirdi, Kethüdâ Sinan Paşa (1003-1008 / 1604-1607 beylerbeyisi) ana avluyu döşettirdi, orada, kubbeli bir yapı inşa ettirdi ve abdestalma tesislerini yenilettirdi. 2006 yılında Sana Büyük Camiide başlayan bir Restorasyon Projesinin hedefleri arasında, camiinin tarihinin mimari ve arkeolojik belgelenmesi yer alıyordu. Restorasyon projesinin bu içerikleri, Camii’nin tarihi hakkındaki yazılmış kanıtları bazen doğrulamış, bazen genişletmiş, ara sıra da onlarla çelişkili olmuştur. Bu arkeolojik ve mimari araştırmalar, aynızamanda, Camiide, yukarıda bahsedilen Osmanlı işlerinin kalıntılarını da bulmuştur. Ulu Camiiye yapılmış olan bu katkılar, Sana’nın dini mimarisine ilişkin Osmanlı etkisinin küçük ama önemli bir kısmıydı.

Ottoman control of Sanc ā’ and surrounding portions of western highland Yemen falls in two periods separated by nearly two and a half centuries. During the earlier period – 954-1038 / 1547-1629 – numerous Ottoman officials sponsored in Sanc ā’ many building projects, among which were construction of new mosques and renovation of existing mosques. These works transformed the fabric and appearance of Sanc ā’, and served as models for building after the Ottoman departure. The Great Mosque of Sanc ā’ was one of the buildings in which Ottoman governors undertook work. Kuyucu Murad Paşa (beylerbeyi 983-988 / 1575-1580) repaired the wooden minbar and constructing a shrine above the putative tomb of a prophet, and Kethüdâ Sinan Paşa (beylerbeyi 1012-1016 / 1604-1607) paved the central courtyard, built a domed structure there, and renovated the ablution facilities. A restoration project begun in 2006 in the Great Mosque of Sanc ā’ includes among its goals the architectural and archaeological documentation of the Mosque’s history. This component of the restoration project has sometimes confirmed, sometimes expanded on, and occasionally contradicted the written evidence about the Mosque’s history. These archaeological and architectural investigations have also found remains of the above-mentioned Ottoman works in the Mosque. These contributions to the Great Mosque were a small but significant part of Ottoman impact on the religious architecture of San’a’.

XX. Yüzyılın Başlarında Akçahisar (Kurya) Kazasında Günlük Hayata Dair Gözlemler (1900-1918)

Edina Solak

Sayfalar: 247-256

Kaza, Kurya dağının batı yamacında Fushe Kurya ovasına hakim bir mevkide yer almaktadır. Kazanın adı kalenin dibinden çıkan su kaynağından gelmektedir. Krua Arnavutça’da pınar, menba anlamına gelen bir kelimedir. Kurya’nın kireçli toprak yapısından dolayı Osmanlı döneminde şehre Akçahisar ismi verilmiştir. Osmanlı dönemi belgelerinde şehrin adı Akçahisar olarak geçmektedir. XII. yüzyılda Kurya, Ortaçağ Arnavut Devleti’nin çekirdeğini teşkil eden bir siyasi oluşumun merkezi durumundadır. 1253’te Golem adlı bir Arnavut Kurya hakimi olarak kaydedilmektedir. 1284’te Bizans İmparatoru II. Andronikos Draç ve Kurya’yı aldı. 1344’te Sırplar Kurya ve Berat’ı ele geçirdi. Sırp Kralı Çar Duşan’nın ölümünden sonra bir Arnavut olan Charles Thopia Kurya’ya hakim oldu. Charles ile oğlu ve aynı zamanda halefi George burayı 1392’ye kadar ellerinde tuttular. Georg’un ölümü üzerine kasaba miras yoluyla kız kardeşi Helena’ya kaldı. 1393’te Şahin Bey kumandasındaki Osmanlılar, Kurya’nın 80km kuzeyindeki İşkodra (İskenderiye) şehrine yerleşince Helena’nın evlendiği Venedik asilzadesi Barbadigo Osmanlı hakimiyetini tanıdı. 1394 yılında onun yerine Sırp Prensi Konstantin Balsiç getirildi. 1402’de Arnavut beylerinden Nikola Thopia, Kurya’yı ailesi adına geri aldı ve 1415 yılında ölünceye kadar elinde tuttu. Ardından Arnavut Beyi Gjon Kastrioti Osmanlıların vassalı olarak şehrin idaresini ele geçirdi. 1437’de Kastrioti’nin ölümü üzerine idareye Müslüman olan oğlu İskender yerine Hasan Bey adlı bir kişi tayin edildi. Kendisinin yerine başka birinin tayini üzerine İskender Bey 1443 yılında Hıristiyanlığa dönerek Kurya’yı işgal etti. 1457 yılında Kurya’yı ele geçiremeyen Fatih Sultan Mehmet 1466 yılında büyük bir orduyla Arnavutluğa girdi, ancak Kurya’yı yine ele geçiremedi. Sürekli baskı altında tutulan Kurya 1478 yılında fethedildi. Kurya bu tarihten 1912 yılında Arnavutluğun bağımsızlığını kazandığı tarihe kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. XVI. yüzyıldan itibaren Kurya dağı zirvesinde bulunan Sarı Saltuk türbesinden dolayı Balkanlardaki Bektaşi tarikat merkezi olarak önem kazanmıştır. XVII. yüzyıl boyunca kasaba ile köylerdeki nüfusun büyük çoğunluğu İslamiyet’i kabul etmiştir. XVIII. yüzyılda güçlü bir derebeyi ailesi olan Toptaniler tarafından idare edilmiştir. Kurya 1906-1907 ve 1912’deki Arnavutluk isyanının da merkezi olmuştur. Arnavutluk’un günümüzdeki başkenti Tiran’ın yirmi kilometre kuzeyinde bulunan ve bir kartal yuvasına benzeyen Akçahisar (Kurya) Tanzimat dönemine kadar Ohri Sancağına bağlı bir kaza iken Tanzimat’tan sonra yeni kurulan İşkodra Vilayetine bağlanmıştır. İşkodra’ya uzak olduğu için de 1902 yılında Draç’a bağlanmıştır. Biz tebliğimizde Arnavutluk Devlet Arşivinde kayıtlı bulunan Kurya Şeriy’e sicillerinden elde ettiğimiz verilerle kasabanın XX. yüzyıl başlarındaki sosyo-ekonomik durumuna dair bazı tespitlerde bulunacağız.

The district is located on the western slope of Mount Kuryaand dominating position on the Fushe Kurya plain. The name comes from the water source coming from the bottom of the castle. Kurya is a word in Albanian meaning fountain, spring. The name of Akçahisar was given in the Ottoman Period due to the calcareous earth structure of Kurya. In the documents of the Ottoman period, the name of the city is Akçahisar. In 12th century, Kurya was the center of a political formation that constituted the core of the Middle Age Albanian State. An Albanian called Golem was recorded as the sovereign of Kurya in 1253. The Byzantine Emperor, AndronikosII.conquered Draç and Kurya in 1284. The Serbians captured Kurya and Berat in 1344. After the death of Serbian King TzarDuşan, Charles Thopia, who was an Albanian,dominated Kurya. Charles and his son George, who was the successor of Charles at the same time, held this place until 1392. Upon the death of George, the town remained to her sister Helena through heritage. In 1939, when the Ottomans under the command of Şahin Bey settled in the city of İşkodra (Alexandria) 80 km north of Kurya, the Venetian noble Barbadigo who had married Helena recognized Ottoman authority. In 1394, the Serbian Prince Constantine Balsiç was put into power instead of him. In 1402, Albanian Bey (governor) Nikola Thopia took Kurya back in the name of his family and held it until his death in 1415. Then Albanian Bey Gjon Kastrioti seized the administration of the city as the vassal of the Ottoman.After the death of Kastrioti in 1437, a person named Hasan Bey was appointed instead of his Muslim son İskender. Iskender Bey returned to Christianity in 1443 and invaded Kuryabecause of someone else’s appointment instead of him. Sultan Mehmet the Conqueror, who could not capture Kurya in 1457, entered Albania with a large army in 1466, but he could not capture Kurya again.Kurya, constantly under pressure, was conquered in 1478. Kurya remained in the Ottoman administration until 1912 on which Albania gained its independence. Because of Sarı Saltuk Shrine on the summit of it, Mount Kurya gained importance as a Bektashi Sect center in the Balkans. Throughout 17thcentury, the vast majority of the population in towns and villages accepted Islam. It was ruled by Toptani who was a strong feudal family in 18th century. Kurya had also become the center of the Albanian rebellion in 1906-1907 and 1912. Akçahisar (Kurya), which is 20 km north of Albania’s present capital Tiran and looks like an eagle’s nest, was subject to Ohri Sanjak until the Tanzimat Period. After Tanzimat it was subject to İşkodra Vilayet (Province). As it was far away from İşkodra, it was subject to Draç in 1902. In our paper, we will make some determinations about the socio-economic situation of the town at the beginning of 20th century with the data that we have obtained from the records of the Kurya Court Records (Şeriye Sicilleri) which are registered in the Albanian State Archives.

XVI-XVII. Yüzyıl Azerbaycan Şehirleri Osmanlı Kaynakları Işığında

Ferah Hüseyn

Sayfalar: 257-270

Osmanlı ve Safevî devletlerinin, mevcudiyetlerini beraber sürdürdükleri XVIXVIII.yüzyıllar, iki devlet arasında geniş yelpazede gerçekleşen çok yönlü ilişkilerin ve çeşitli temasların cereyan ettiği tarihi bir dönemdir. Bu dönemin Osmanlı kaynaklarına yansıyan tarihi bilgileri arasında Azerbaycan şehirleri ve şehir hayatına dair malumat, zenginliği ve enderliği ile dikkati çeker. Sözkonusu dönemde yürüşler esnasında, seyahat ve elçilik misyonu gibi farklı sebeblerden dolayı Osmanlı’dan Azerbaycan’a uğrayan şahısların kalemine borçlu olduğumuz tarihî kaynaklar, zaman itibarile maziden cari duruma, konu itibarile mimariden etnografik detaylara kadar şehir ve kasabalarımıza dair mufassal bilgiler ihtiva eder. Aslında aynı dönemde çeşitli maksatlarla Azerbaycan’da bulunan Avrupa devletleri tevabisi olan şahısların da bir sıra eserleri şehirlerimiz hakkında değerli bilgiler sunar. Bu bilgileri Osmanlı kaynakları ile kıyasladıkta belli konularda bunlar her ne kadar benzerlik arz ederlerse de, farklı oldukları da göz önünden kaçmaz. Bu farkın temelini oluşturan ana husus, zannımızca şehir olgusuna ve toplumun gelişmesindeki misyonuna genel olarak İslam tefekkürü açısından yaklaşan Osmanlı müelliflerinin Azerbaycan şehirlerini de bu açıdan tasvir edişleri ile bağlıdır. Şehir, İslam dininin meydana geldiği bir ortam olduğunun yanısıra İslam’ın tebliğ ettiği ahlak normların ve ilkelerinin uygulanmasında, sosyal ilişkilerin adil düzenlenmesi için uygun kurumların tesis edilmesinde, yani adalet üzerinde kurulan İslamî inançların berkarar olmasında önemli role sahip olduğu için İslam aleminde ihtiram ve ulvî münasebet kazanmıştır. Osmanlı müelliflerinin Azerbaycan şehirlerinin tasvirinde diğer konulardan farklı olarak ideoloji veya siyasi motivasyondan uzak, rağbetli bir tutum sergilemeleri, hatta güzel vasıflarla terennüm etmeleri, zannımızca belli bir ölçüde bu tefekkürün etkisidir ve çeşitli unsurlarla tebarüz eder. Makalede Evliya Çelebi, Katib Çelebi, İbrahim Rahimizade (Harimi), Asafi Dal Mehmed Çelebi. Selaniki Mustafa Efendi’nin vs. eserleri üzerinden konuyu çeşitli boyutlardan incelemeye çalışacağız.

In the historical period of the XVI-XVIII centuries, during which the Ottoman and Safavid states continued their coexistence, various contacts took place between the two states in the wide spectrum. Among the historical data reflected in the Ottoman sources during this period, the information about Azerbaijani cities and town life is known by its richness and abundance. The historical information that we owe to the people who visited Azerbaijan from the Ottoman state due to different reasons such as travel and embassy mission during that period, includes detailed data about the towns from architecture to ethnography. Actually, a series of works of the representatives of the European states arrived in Azerbaijan for various purposes during the same period, provided valuable information about our cities. Compared to the Ottoman sources, these sources are similar in some respects, but they are different in the others. The main point characterized this difference is the fact that the Ottoman authors considered town and its mission in the development of the society from the perspective of Islamic consepts and depicted the Azerbaijani cities in this context. We will try to examine the various dimensions of this topic through the works of Evliya Chelebi, Katib Chelebi, Ibrahim Rahimizade (Harimi), Asafi Dal Mehmed Chelebi. Selaniki Mustafa Efendi.

The Influence of Urbanization on The Development of Economic and Cultural Interaction Among The Peoples of Central Asia (the 16th – the 1st half of the 19th century)

Gulchehra Agzamova

Sayfalar: 271-280

The cities of Uzbekistan were the oldest centers of civilization; they were centers of craft, trade and culture and served as an important link connecting the East and West along the Great Silk Road and intersections of numerous caravan roads. In the period under review, in the territory of the Central Asian khanates, there were many cities, differing in size, population, territorial location and the degree of development of socio-economic life and culture. These cities could be equal to such centers of other countries. So, A. Jenkinsonwrote about Bukhara in 1558-1559 that: “The city is very large”. This assessment of the person, who passed through many cities in Europe and Russia, indicates the proportionality of the magnitude of the capital city of the Bukharan khanate with other cities in the world. The urban processes were active in Central Asian khanatesduring this period. They in turn took an importance in the integration of the peoples of Central Asia. In them, an important role belonged to the craft and trade. These spheres of economic life fulfilled the accumulating role in the interaction and mutual influence of the economies and cultures of the peoples of Central Asia. A variety of goods, produced here and raw materials as well as in the 16th century and later periods found wide distribution among the inhabitants of a single city, the rural population, the population of other cities and regions, near and far countries, and the nomadic steppe. The author of the 16th century KhasankhodjaNisari, mentioning one of such artisans – MawlanaMoiliSirraj, noted that saddles and harnesses made elaborately by him presented as an example of beauty in the countries from Bulgarto Chin. In the cities of the late Medieval period lived representatives of different nationalities. The mentality of local population, formed over the centuries, was characterized religious tolerance and good attitude towards other peoples. The role of cities as centers of education and culture has increasedin the 16th -17th centuries and at the end of the 18th–the first half of the 19th centuries. People from neighboring and far countries, neighboring villages and the nomadic steppe came here to expand their knowledge. The main generating social forces of cultural processes were people of science, merchants, artisans, shopkeepers and other representatives of the city society.

Kaçarlar Döneminde Tebriz Şehrinde Çayhaneler

İlhame Memmedova

Sayfalar: 281-290

Doğunun kadim kültür merkezlerinden biri olan Tebriz, Kaçarlar döneminde ülkenin ikinci başkenti kabul edilirdi. Halkın çeşitli sosyal tabakalarının, özellikle zanaatkarlar ve tüccarların oturduğu bu şehir, sanat ve meslek alanlarında uzmanlaşmış mahallelere ayrılmaktaydı. Mahallelerde cami, pazar, kervansaray, hamam, buzhane, meydan, park ve diğer sosyal tesisler inşa edilirdi. Bunlar arasında toplumsal birliğin temini açısından çayhaneler önemli yere sahipti. XIX. yüzyılın ikinci yarısında, çayın halk arasında geniş yayılması sonucunda, çayhanelerin sayısı artmaya başlamıştır. Buraya sadece çay tiryakileri değil, aynı zamanda enformasyon ve iletişim araçlarının bulunmadığından, günlük haberleri dinlemek, hemşehrileriyle görüşmek isteyenler toplanırdı. Çayhaneler, çay ve kahve içilen, yemek yenen, nargile içilen yer olmakla birlikte, eğlence, dini-siyasi, kültürel fonskiyona sahipti. Şairler, aşıklar, ressamlar ve diğer halk sanatçıları eserlerini çayhanelerde topluma takdim etmekteydiler. Kadınların çayhanelere gitmeleri yasaktı. Araştırmalar, çayhanelerin tarihi-etnografik açıdan tetkiki, bunların sosyal mahiyetinin açıklanması, şehir halkının yaşam tarzının, günlük yaşantısının ve kültürünün, toplumun ilişkiler sisteminin gelişim aşamasının izahında önemli etken olduğunu göstermektedir. Çoklu fonksiyona sahip çayhaneler, sosyokültürel, ekonomik, siyasi ve dini karaktere sahipti. Halkın çeşitli tabakalarını biraraya getiren çayhaneler, halkın yüzyıllar boyunca şekillenmiş milli ve manevi değerlerinin, gelenek ve göreneklerinin, basit hukuk yasalarının yaşatılmasında önemli rol oynamıştır.

Tabriz city, one of the ancient cultural centres of the East was considered as the second capital of the country during the Gajars’ period. Tabriz city, where different social sections of population, mainly craftsmen and merchants resided, was divided into settlements specializing in art and trade. The mosque, market, caravanserai, bath-house, ice-house, square, park and other public facilities were being constructed in the settlements. Along with them, tea-houses took an important place in ensuring social cohesion. In the second half of the XIX century, the number of tea-houses was being increasing as a result of widely spreading tea among the people. Not only tea-lovers but also those who want to listen daily news and to talk with fellow-townsmen because of the absence of the information communication means gathered here. The tea-houses were not only the place where people drinking tea and coffee, eating, smoking pipe, but also they had entertaining, religious, political and cultural functions. Poets, ashugs, painters and other folk artists presented their works to the community in tea-houses. Women didn’t have the right to go to the tea-houses. As seen from the studies, studying if tea-houses from the historical and ethnographic standpoint, explanation of their social essence is an important factor in the explanation of urban population’s life style, living conditions and culture, and the development stage of society’s relationship system. The tea-houses with numerous functions had socio-cultural, economic, political-religious character. The tea-houses connecting different sections of the population have played an important role in surviving the national-moral values, custom and traditions, ordinary law rules that formed during many centuries.

Sofya Sancağı, Orhaniye (Botevgrad) Kazası’nın Kuruluşu

Kadir Acar

ORCID: 0000-0002-0821-2652

Sayfalar: 291-308

1864 yılında Tuna Vilayeti’nin kurulmasına karar verildikten bir yıl sonra Tutrakan ve Somuncu karyelerinin kaza yapılmasına karar verilmişti. Bunlardan Sofya Sancağı’na tabi Somuncu karyesi 1866 yılında Orhaniye namıyla kaza haline getirildi. Her kazada olduğu gibi burada da idare meclisi, de’avi meclisi gibi kaza idare teşkilatı kurularak bir de hükümet konağı yapıldı. 30 köyden müteşekkil yeni kaza altı ay içinde 120 dükkanlı bir çarşısı, saat kulesi, muvakkithanesi, şose yolları ve kasabanın içinden geçen nehrin üzerine yapılan iki köprüsüyle gelişmiş bir kasaba haline geldi. Ayrıca kahvehane ve meyhaneler, ekmekçi fırınları ve bir gazino yapıldı. Bina sayısı da kısa sürede artarak yeni kasaba namıyla şöhret buldu. Kısa sürede mamur bir hale gelen Orhaniye kazası çarşı, bina ve sokakları hendese usulüne göre yapıldığından diğer yerlere numune ittihaz edildi. Bu tebliğde numune olarak kurulan Tuna Vilayeti’nin numune ittihaz edilen Orhaniye kazasının nasıl kurulduğu ortaya konmaya çalışılacaktır. Kuruluşu ve maddi kaynak temini hakkındaki bilgiler için Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden, kasabadaki imar faaliyetleri konusunda da Tuna Gazetesi’ndeki haberlerden istifade edilmiştir.

After one year from deciding of the foundation of Tuna Vilayet in 1864, villages of Tutrakan and Somuncu was decided that they were transfered into a kaza. Somuncu village within the Sanjak of Sofya was turned into a kaza called Orhaniye in 1866. Administrative organisations like administrative assembly, de‘âvî assembly were constituated and a government houses was built in Orhaniye the same as other kazas in the state. New kaza that composed of 30 villages grew into a developed town with a bazaar had 120 shops, a clock tower, a muvakkithane, macadam roads and two bridges over the river throught the town. Additionally, coffeehouses and barrooms, bakeries and a casino were built. The number of buldings also increased in a short time in this kaza and had a honour with the name of “new town” among the people. Orhaniye became a prosperous kaza in a short time. Its bazaar, bulding and roads were made according to engineering metods. For this reason, the kaza was adopted as a model for others. In this paper, it is tried to illuminate how established Orhaniye that was a model kaza in the Tuna Vilayet which was established as a model. The documents about the foundation of Orhaniye were received from Turkish Republic Prime Ministery Ottoman Archive and document about public works in the town received from Tuna Journal.

Batılı Seyyahların Gravürlerinin Gözünden XIX. Yüzyılda Bir Osmanlı Kenti: Tokat

Murat Hanilçe

ORCID: 0000-0003-0587-9336

Sayfalar: 309-352

Tokat eski dönemlerden itibaren Anadolu’nun işlek karayolları üzerinde bulunmasından dolayı sosyal, kültürel, askeri, idari ve ekonomik açıdan önemli bir yerleşim merkezi olmuştur. Şehir, 1398’de Osmanlı egemenliğine girdikten sonra bu devletin kara ulaşım ağı içinde önemini korumuştur. Orta Karadeniz’in Osmanlı döneminde oldukça canlı bir ekonomi ve kültür merkezi olan kent, seyyahların gezi notlarına da yansımıştır. XIX. yüzyıla kadar az sayıda seyyah Tokat’ı ziyaret etmişken, bu asrın başından itibaren şehri ziyaret eden seyyahların sayısında artış yaşanmıştır. Bu artışta misyoner seyyahlar dikkate değer bir paya sahiptir. Tokat’a uğrayan ve burada bir süre incelemelerde bulunan ya da konaklayan seyyahların tam sayısına ve bunların kaleme aldıkları eserlerin tam sayısını ortaya koymak zordur. Bununla birlikte, internet ortamında yaptığımız kısa bir araştırma, 50’ye yakın seyahatnamede Tokat’a ait bilgiler olduğunu göstermiştir. İlk olarak XV. yüzyılda Hollanda’da geliştirilen gravür zamanla diğer ülkelere yayılmıştır. Baskı sanatı olarak da nitelendirilmiş ve kitap basımı ve eserlerin resimlerinde uygulanan teknik haline gelmiştir. Eski yaşantıları belgeleyen gravür, duyguları geçmiş yaşam ve mekânları günümüze taşıyacak eserler bırakmıştır. Tokat’a XIX. yüzyılda uğrayan seyyahlar da şehre ait mekânlar, şehirdeki çeşitli alet edevat, şehirdeki insanların giyimi ve görünümü ile çok sayıda çizime kitaplarında yer vermiştir. Seyyahların çizimleri Tokat şehrinin iki asır önceki konumu, mekanları ve insanları konusunda önemli detaylar içermektedir. Bu çalışmada Tokat’a XIX. yüzyılda uğrayan seyyahlardan kitaplarında gravürlere yer verenler sınıflandırılıp, bu gravürlerin şehir tarihini aydınlatmadaki yeri Tokat örneğinde ele alınacaktır. Çalışmanın başlıca amacı şehir tarihi anlatımını sayısal, belgesel düzeyde yapan yerel araştırmaların salt anlatımdan çıkarılıp görsellerle desteklenmesine ve böylece şehir araştırmalarının daha kalabalık kitlelere ulaşmasına katkı sağlamaktır. Çalışma içerisinde 50’ye yakın seyyah raporundan yalnız gravürlerle bezeli olan kitaplar dikkate alınmıştır.

Tokat has been an important settlement center in terms of social, cultural, military, administrative and economical since Anatolia has been on busy highways since ancient times. After entering the Ottoman Empire in 1398, the city maintained its importance in the land transportation network. The city, which is a very lively economy and cultural center in the Ottoman period of the Middle Black Sea, is also reflected in the travel notes of travelers. Until XIX. century, while a small number of travelers visited Tokat, there has been an increase in the number of travelers visiting the city from the beginning of this century. It is difficult to arrive at the exact number of travelers who have visited Tokat and stayed here for a while or are staying there and the exact number of the works they have written. However, a brief survey on the internet showed that there are information about Tokat in travel book close to 50. The engraving, originally developed in the Netherlands during the XV. century, has spread to other countries over time. It has also been described as a print art and has become the technique applied in the printing of books and paintings of works. The engraving, documenting the old life has left the works that carry the feelings of past life and places today. Some of the travelers who visited Tokat in the XIX. century have given places of cities, various tools in the city, clothing and appearance of people in the city, and many other drawings in their books. The drawings of the travelers contain some important details about the location, places and people of Tokat city of two centuries ago. In this study, the travelers who visited Tokat in the nineteenth century, those who included the engravings in their books, will be classified and will be handled place where these engravings illuminate city history in the example of Tokat. City history researches are carried out with more digital data in Turkey. With this work, it is aimed to revitalize local history researches by using images as well as these numerical data. In the study, only books that were decorated with engravings were taken into consideration from the report of 50 travelers.

XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Plevne Kazası’nda Sosyal ve Ekonomik Hayat

Selçuk Demir

ORCID: 0000-0002-4120-7484

Sayfalar: 353-367

Plevne XV. yüzyılda Niğbolu Sancağı’na tabi bir köy durumundaydı. II. Bayezid Plevne-i Bâlâ ve Plevne-i Zir adı verilen köyleri Mihaloğlu Ali Bey’e temlik etmiştir. Ali Bey bir kısım Müslim ve gayrimüslim reayayı bu araziye iskân ederek Plevne-i Zir Karyesi’ni merkez yapmıştır. Ayrıca karyenin imarı için bir cami, medrese, zaviye ve imaret inşa ettirmiştir. Bu çalışmalar sonucunda bölgenin nüfusu artmaya başlamış ve burası kısa süre içerisinde şehir halini almıştır. Plevne’nin sosyal ve ekonomik açıdan gelişimi XVI. yüzyılda da sürmüş, 1579 yılında Niğbolu Sancağı’na tabi kazalardan birine dönüşmüştür. 1593-1606 Osmanlı-Avusturya savaşları Plevne şehri ve kırsalında meskûn nüfusun azalmasına sebep olmuştur. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren bölgenin nüfusu bir kez daha artmaya başlamıştır. Bu çalışmada tahrir, avarız defterleri ile diğer arşiv vesikaları ışığında Plevne Kazası’nın XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki sosyal ve ekonomik durumu hakkında bilgiler verilecektir.

The Social and Economic Life in Kaza of Pleven in the 17th and 18th Centuries Pleven was a village in Nikopol Sanjak in the 15th century. Bayezid the Second assigned villages which names Plevne-i Bala and Plevne-i zir to Mihaloğlu Ali Bey. Ali Bey placed some müslims and non-müslims to this land. Ali Bey also has build a mosque, madrasah, zawiya and imaret to reconstruction for village as a result of these studies population of the region increased and after a short time has become a city. The social and economic development social and economic development of the region has continued in the 16th century and Pleven became a Kaza in Nikopol Sanjak in the 1579 years. 1593- 1606 Ottoman – Austria wars have caused to population decline in Pleven city and villages. the population of the region has begun to increase once again in the beginning 18th centuryİn this study in the ligt of tahrir and avarız registers and other archive records informations to be given about The social and economic structure in Kaza of Pleven in the 17th and 18th centuries

Hazar Devleti’ne Ait Şehir ve Kaleler

Telli Korkmaz

ORCID: 0000-0002-8513-706X

Sayfalar: 367-386

Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzey düzlüklerinde VII-X. yüzyıllar arasında Doğu Avrupa tarihinin en önemli Türk devletini kuran Hazarların tarih sahnesine çıktığı dönemlerde bu topraklarda iki önemli ticaret yolu vardı. İtil (Volga) nehrini takiben Kuzeye giden birinci yol Fin körfezi ve İskandinav memleketlerine kadar uzanıyordu. İkinci yol ise Dnepr (Özi) ırmağı üzerinden geçerek İlmen Gölüne ve bugünkü İsveç’e varan büyük ticaret yolları idi. Doğu Avrupa’nın en kudretli devleti olan Hazarlar her iki ticaret yolunu ellerinde tutarak hem ticari faaliyetlerden faydalanmışlar hem de bu bölgeleri ellerinde tutmak için şehir ve kaleler inşa etmişlerdir. Hazar devletinin tarihi kaynaklarda ilk başkentinin Belencer sonra Semender şehri olduğu belirtilmektedir. Daha sonra İslam ordularına yenilen Hazar hakanı başkenti, İtil nehri üzerinde bulunan İtil şehrine taşımıştır. Hazar coğrafyasının Rusya devleti sınırları içerisinde kalması hasebiyle tarihi ve arkeolojik araştırmalar esasen Rusyalı bilim adamları tarafından yürütülmüştür. Mihayil Artamonov ile başlayan Hazar tarihine dair bilimsel çalışmalar Sovyet sonrası yapılan arkeolojik kazılarla zenginleşmiştir. İlk başkent Belencer M. G. Magomedov tarafından Dağıstan’nın Çiryurt bölgesinde bulunmuştur. Semender’in Mahaçkale yakınlarında olduğu tespit edilmiştir. Hazar Kağanlığının diğer önemli başkenti İtil ise bütün çalışmalara rağmen henüz bulunamamıştır. Samosdelka yerleşim merkezinde ortaya çıkarılan yapıda İtil şehrinin izlerinin olduğu bildirilmektedir.

The Khazars established the most important Turkish state of Eastern Europe on the northern plains of the Caucasus and the Black Sea between VII-X centuries. There were two important trade routes in these lands during the period when the Khazars were on the stage of history. Following the Itil (Volga) river, the first road to the North extended to the Finns and Scandinavian countries. The second way was extending to Ilmen lake and present-day Sweden passing the Dnieper (Özi) river. The Khazars which most powerful state in Eastern Europe have benefited from commercial activities by holding both trade routes. In addition, they built cities and castles to hold these roads in their hands. İn historical sources, it is stated that the first capital of the Khazar State is Belencer and the next one is Semender. Later, the Khan of the Khazar who were defeated by the Islamic armies moved the capital to the Itil city which is on the Itil river. Due to the fact that the Khazar geography remained within the borders of the Russian state, historical and archaeological investigations were carried out mainly by Russian scientists. Scientific studies on the Caspian history, beginning with Mikhail Artamonov, were enriched with post-Soviet archaeological excavations. The remains of Belencer, the first capital city, were found by M. G. Magomedov in the Çiryurt region of Dagestan. It has been found that the Semender is near Makhachkala. Despite all the work, there are no remains of the Itil city, the other important capital of the Khazar Khanate. However, it has been reported that there are traces of the Itil city in the building, which was unearthed in Samosdelka settlement,

Amasya Şehri’nin ilk Türk (XI-XIII) Yüzyılları

Tuncer Baykara

ORCID: 0000-0002-3293-7549

Sayfalar: 387-398

Öncelikle iki hususu belirtmek gerekir: 1) Danişmentli dönemi dahil , Diyar-ı Rum (=Anadolu) un XI-XIV yüzyıllarını Selçuklu devri olarak adlandırabiliriz. 2)Bu dönem şehirlerini yorumlarken,Barthold’un Türkistan şehirleri hakkındaki üçlü tasnifini kullanabiliriz: iç-kale(erk, ahmedek),şehristan ve rabad. Amasya için de bu esaslar içinde bilgi verilecektir. Amasya, özgün coğrafya özellikleri ile öteki , sonradan Anadolu adıyla yaygınlaşacak olan Diyar-ı Rum kale ve şehirlerine pek benzemez. Gerçi Amasya , Hüseyin Hüsameddin Efendinin XIXyy sonlarını da yansıttığı talihli bir şehirdir. A.Gabriel’in 1930 lu yıllarda burayı görüp incelemesi ve şehrin bir planını vermesi ayrı bir talihidir. Onun yalçın ve kayalık yapısı yanında , hemen önünde akan bir ırmak da farklılığın ana unsurudur. Daha geniş coğrafyasına göre yine de yeri ve ulaşım imkanları , binlerce yıl öncesinde de bir uygun yerde , kale ve iskân imkani yani şehir oluşumunu sağlamıştır. Anadolu’nun çoğu yerinde hakimiyet sağlayan Roma çağındaki iskân, burada bir ünlü coğrafyacı (Strabon) da yetiştirmiştir. Şehir sonraki geç Roma döneminde (Bizans diye bilinir) de yine , kalesi ile bir önemli merkez sayılabilir. 1071 sonrası Bizans anlaşmanın geçersiz kaldığının anlaşılması üzerine batıya yönelmelerinde serbest bırakılan Beylerin(Danişmentli) emrindeki Türkler , kısa bir süre içinde Amasya önlerine geldiler. Şehir, sonradan kutlanan fetih gününe bakılırsa 4 Nisan 1075 tarihinde , İltekin Gazi eliyle Türklere geçmiştir. 1. Şehrin erk=içkale=ahmedeki sağlam ve savunma imkanları güçlü halde tepededir. Bu kale 1075 de alınınca hemen İltekin Gazi buraya askerinden önemli bir kesimi yerleştirdi. Bunlara kısa bir süre sonra kendi hanımları da geldiler. 2. Şehrin ikinci öğesi, Şehrin ikinci ögesi , yani Şehristan ise tartışılabilir. Genelde 1075 de kaleye İltekin Gazi tarafından kaleye yerleştirilen yaklaşık 90 askerin çocukları arasında erkek olanın birisi kale eri olarak kalıyor, öteki ise geçimini ayrıca sağlamak durumunda idi. Evini kale sahasındaki boş alana yapanlar, aradan iki kuşak geçince burada boş alan bulamıyorlardı. Bu zamanda ise kale dışına taşmak zorunda kalıyordu ki Amasya kalesinin dışı bu açıdan hiç de uygun değildi. O zaman kendi iş/geçim imkanları açısından aşağıya , ırmak kenarına iniyor, evini orada yapıyordu. Böylece “şehristan” Amasya’da kaleden epey mesafede bulunuyordu. Zaman içinde kolay olmayan şartlarda kale ile ilişkili olarak bu yeni iskanın etrafına da koruyucu duvar yapılıyordu. Amasya, da kale içindeki ilk kale-camiinden gayri, ikinci “cami” yani Cuma mescidi de bu alanda yapılmış olmalıdır. Ortaçağ Türk şehrinin temel unsurlarından sayılabilecek “Meydan” veya devrindeki adı ile Gök-meydan da bu tarafta bulunuyordu. 3. Son öge , Rabad, sonradan Osmanlı dönemindeki adıyla “varoş” ile hayli ilginç olmalıdır. Rabad bilinen anlamı ile şehristan’ın surları dışındaki iskan yerine denmektedir. Fakat Amasya’da bu alan da çok dardır, fakat nehrin öte tarafı iskana müsaittir. Rabad pekala burası, ırmağın eskiden beri va olan köprülerle geçilen bu alan olabilir. Ancak bu alanın Türk öncesi dönemde şehrin nekropolisi olduğu sezilmektedir. Bu özelliğini ilk Türk devrinde de devam ettirdiğine dair emareler de vardır. Fakat , Amasya’nın özgün coğrafyası bizim öteki şehirlere kıyasla daha sıhhatli değerlendirmeler yapmamıza imkân vermiyor. Sonuç olarak Amasya’yı, Türk ve Anadolu ortaçağ şehirlerinden apayrı şartlarda değerlendirmek icap etmektedir.

Orta Çağ Türk-İslâm Dünyasında Şehirlere Verilen Unvanlar

Tülay Metin

ORCID: 0000-0002-8770-2923

Sayfalar: 399-413

Tarihte mekânlar yerleşim birimlerinin varoluş sürecinde vücut bulan, siyasî, kültürel ve medeniyete dair cereyan eden hadiselerin hafızasıdır. Bu mekânlar tarihin zemini olmak yanında bizzat şahitlikleriyle de çok şeyi hikâye etmektedirler. Hafızamız bu yerlerde yenilenir, hatırlar ve inşa olur. Bu mekânlardan olan şehirler bir şuur merkezi olarak tarihî vetirede manaları ile öne çıkmaktadırlar. Zaman içinde tarihin vaki olduğu her yer insana dair izler taşır. Bir şehrin hafıza mekânı ne kadar çeşitli ve derinse insana dair o kadar anlam taşıyor demektir. Bu manada şehirler hayatın yani tarihin pek çok vakıasının şahidi ve taşıyıcısıdırlar. Sanatın, ilmî ve dinî düşüncenin geliştiği ortamlar olarak şehirler dönemin tasavvur edilebilen kimliğini yansıtırlar. Bu cümleden Ortaçağ İslâm dünyasında bazı şehirlerin kendine has özellikleri ile dikkat çektikleri görülmektedir. Avrupa’da yaygın bir şekilde görüldüğü gibi fotokopi şehir niteliğine İslâm şehirlerinde rastlamak pek de mümkün değildir. Bu sebeple bazı şehirler kendine has birtakım belirgin hususlarla öne çıkmış ve önem kazanmıştır. Siyasî, ilmî, dinî, kültürel ve sosyal bakımdan ileri seviyede olması veya diğerlerinden farklılık göstermesi şehirlerin farklı isimlerle ve lâkaplarla anılmalarına sebep olmuştur. Şehirlerin taşıdıkları unvanlar sahip oldukları kendine özgü mana ve ruhu yansıtmaktadır. Türklerin İslâmiyet ile tanışmalarından sonra sahip oldukları şehirler yeni bir ruha ve kimliğe bürünmüşlerdir. Bu bağlamda İslâm geleneği ile yeniden şekillenen şehirler değer ve misyonlarına göre vasıflandırılmıştır. Özellikle Selçuklular zamanında Anadolu’da bu gelenek daha da yaygınlaşmış olup önemli ve büyük şehirlere bazı unvanlar verilmiştir. Ortaçağ Türk-İslâm dünyasında bu şehirler isimlerinden ziyade kendilerine verilen unvanlarla anılır olmuşlardır. Günümüze kadar etkisini devam ettiren bu gelenek şehirlerin maddî ve manevî misyonunu yüzyıllar sonra bile ortaya koymaktadır. Bu tebliğde İslâmın zuhur ettiği ve neşvü nemâ bulduğu pek çok şehirden, Türkiye Selçukluları devrinde özellikleri ile farklılık gösteren şehirlere verilen unvanlardan bahsedilecektir. Ayrıca döneme ait temel kaynak eserler ışığında şehirlere unvan verme geleneğinin ortaya çıkışı ve hangi unvanlar hangi şehirlere ne sebeple verilirdi incelenmeye çalışılacaktır.

Historically places are memories of political, cultural and civilizational occurrences. Besides being a base for history these places also narrate much through a real witnessing. Our memories are refreshed, and formed in those places. Cities among these places shine out as a conscious centre within historic process. Within time every place with a background bears traces of humanity. The variety and depth of memory places a city has are indicators for how much it bears meaning of human. In this sense cities are witnesses and bearers of many occurrences of life that’s history. As settings that art and scientific and religious thought flourish, cities reflect conceivable identity of the period. It is seen that in the Medieval Islamic world some cities attract attention with specific features. It is not much possible in Islamic cities to encounter copy city feature as is very common in Europe. Thus some cities become prominent with some specific distinctions. Cities ahead of others politically, scientifically, religiously, culturally and socially were thus called with titles and different names. These titles of reflect their specific meaning and the spirit. Following the Islamisation of Turks their cities had a new spirit and identity. In this regard cities were re-shaped under Islamic tradition and described according to their value and mission. This tradition was much common in Anatolia especially in Seljuk period and significant and major cities were entitled. This tradition effective until today, displays spiritual and material mission of cities even after centuries. This paper will refer to a variety of cities Islam appeared and grew, and to titles given to distinct cities of Turkey Seljuqids. Besides emerging of entitling tradition and the reasons of titles attached to certain cities will be discussed under fundamental resources of the period.