XVIII. Türk Tarih Kongresi Cilt IX

XVIII. Türk Tarih Kongresi

Kongreye Sunulan Bildiriler ( IX.Cilt )

Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

Hazırlayanlar : Semiha NURDAN – Muhammed ÖZLER
E-Kitap Yayın Tarihi :
Yayınlayan : Türk Tarih Kurumu
eISBN : 978-975-17-5111-9 (tk.) - 978-975-17-5120-1 (9.c)
Sayfa: 739
Konular : Türk Tarih Kongresi, Türk Tarihi

“Türk ve Türkiye tarihini çağdaş, sosyal bilim anlayışıyla araştırmak ve yaymak; bu alandaki araştırmaları desteklemek ve toplumdaki tarih bilincini geliştirmek” misyonu çerçevesinde faaliyetlerini yürüten Türk Tarih Kurumu, milli bir tarihsel kimliğin oluşmasında geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir rol üstlenmiş bulunmaktadır. Dünyayı hâkimiyeti altına alan küreselleşme süreci, köklü millî ve manevi değerleri olmayan veya bunları gereği gibi koruyamayan kültürleri yok ederek milletleri öz kültürlerinden uzaklaştırabilmektedir. Gerek dünyada gerekse bulunduğumuz coğrafyada yaşanan olaylara bakıldığında tarih ve millî kültür bilincine sahip, geçmişten ders çıkarmayı bilen milletlerin her türlü zorluğa karşı kendi varlıklarını korudukları görülecektir. Bu nedenle Türk Tarih Kurumunun insanlığa, tarihe ve geleceğe karşı görev ve sorumlulukları oldukça önemlidir. Bu bağlamda, Kurumumuzun görev ve sorumluluklarında biri de yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar, kongreler düzenlemektir. Bu toplantı ve kongrelerin en önemlisi Türk Tarih Kongreleridir. Dünyada kendi alanında en saygın kongreler arasında yer alan Türk Tarih Kongreleri, Türk tarihi ile Türkiye tarihinin önemli olaylarının aydınlatılmasına büyük katkılar sağlamış, ülkeler ve insanlar arasındaki kültürel bağların kurulmasına ve geliştirilmesine de olumlu hizmetlerde bulunmuştur.

BİLDİRİLER -SEKSİYON XIX (TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ)

II.Dünya Savaşı ve Sonrasında Türkiye’nin Oniki Ada Türkleri Politikası (1939-1947)

Adnan Muhacir

ORCID: 0000-0002-4261-9157

Sayfalar: 01-20

Türkiye, harbin dışında kalma stratejisi ve On İki Ada’nın Alman işgalinde olması nedeniyle, On İki Ada problemi konusunda, oldukça temkinli bir politika izlemiştir. Öyle ki savaşa taraf olması koşuluyla, Adaların bir kısmını Türkiye’ye vermeyi vaat eden tekliflere dahi istekli davranmamıştır. Bununla birlikte, Adalar, esasında savaş öncesinde Lozan Antlaşması ile İtalya’ya bırakılmış bulunuyordu. Buna rağmen, Türkiye’nin Adalarla olan ilişkisi, gerek coğrafi yakınlık gerekse buralarda yaşayan Türk nüfus nedeniyle, kopmamıştır. İtalya, 1923’ten II. Dünya Savaşı’na kadar Adalarda İtalyanlaştırma politikası uygulamış ve bu süreçte, baskı altında kalan On İki Ada Türkleri, Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır. Ancak Türkiye, Adalardaki Türk nüfusun mevcudiyetini devam ettirmek ve Rum nüfus karşısındaki dengeyi korumak için, sığınmacıları geri gönderme yolunu seçmiştir. Türkiye aynı tutumu, Adalar, II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından işgal edildiğinde de sürdürmüş; Adalardan gelen sığınmacıları, mümkün olduğu kadar geri göndermiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında, Almanların teslim olmasıyla, Adaları İngilizler işgal etmiş ve Adalar için yeni ve umut verici bir dönem başlamıştır. Ancak, On İki Ada’nın 1947 yılında Yunanistan’a verilmesiyle, Türkler için bu yeni dönem de bir kazanıma dönüşmemiştir. Bu çalışma, tüm bu tarihsel gelişmeler çerçevesinde, Ada Türklerinin, II. Dünya Savaşı sırasında, Türkiye’ye göç etme sürecine ve Türkiye’nin bu göçler karşısındaki tutumuna odaklanmıştır. Buradan çıkan temel sonuç ise Türkiye’nin Adalardan gelen Türk göçlerine sıcak bakmadığı yönündedir. Zira Türkiye bu politikayla, Adalarda, mümkün olduğu kadar Türk nüfus tutmaya çalışmış ve böylece, Savaş sonrası süreçte, Adalardaki bu Türk nüfusun sayısal çoğunluğuna oranla, On İki Ada üzerinde hak iddia etmeyi amaçlamıştır. Buna karşın, Savaş sonrası dönemde baş gösteren Sovyet tehdidi, Türkiye’nin On İki Ada üzerindeki tüm bu politik amaçlarını olumsuz etkilemiş ve Adalara dair yeterli bir hak iddiası oluşturamamasına neden olmuştur.

The Turkish government had followed the strict cautious policies because the strategy to remain outside the second world war and the German occupation of Dodecanese. Besides, the government did not consider the offers which were provided that some part of the isles would be given to Turkey. Nevertheless, the Isles were left to Italy, in fact, by the Treaty of Lausanne before the war. Despite this, the island’s relations with Turkey was never ended because of its geographical location and the Turkish population living in isles. Italy had an implemented policy for the island from 1923 to Second World War. Furthermore, Turkish population who lived in the isles were forced to migrate to Turkey. However, Turkey chose to send back to asylum seekers to the isles in order to maintain the existence of the Turkish population on the isles and protect the balance against the Greek population. Turkey kept the same attitude during the Second when it was occupied by the Germans. The Turkish government sent asylum seekers from the isles back as far as possible. After World War II, with the surrender of the Germans, the Isles invaded the British, and it had begun a new and promising period for the Isles. However, with the granting of the Dodecanese to Greece in 1947, this new period for the Turks had not turned into a win. This study focuses on that the process of Turkish people’s migration who live in Isles to Turkey and Turkish policies against on this migration in the framework of all the historical developments of Isles’ Turks during World War II. The conclusion of the study is that the government did not favour for the migration from Isles to Turkey. The main reason for this policy is that the keeping more Turkish people in the isles as many as possible in order to claim the legal right for the isles after the post-war period using the number of the Turkish population in the isles. In contrast, the Soviet threat which began in the post-war period did not allow the Turkish government to use all these political objectives on the twelve isles.

Demokrat Parti’nin Milletvekili Seçimlerinde Kullandığı Propaganda Çalışmaları ve Propaganda Araçları

Ali Çakırbaş

ORCID: 0000-0002-2217-5392

Sayfalar: 21-45

Propaganda, Latince “propoger” kavramından türemiş; inandırmak, ikna etmek, üretmek ve yaymak gibi anlamları ifade eden bir terimdir. Belli bir amaç etrafında kamuoyu oluşturmak, kalabalıkları etkileyip belli bir yönde harekete geçirmek ve bir düşünceyi benimsetme amacına yönelik yürütülen bir faaliyettir. Düşünce, faaliyet ve tezlerini hedef kitlelere yaymak maksadıyla siyasi partiler veya kişiler tarafından yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Özellikle parlamenter sisteme geçişle birlikte siyasetin ideolojilere dayanmaya başlamasıyla propaganda, siyasi partilerin vazgeçilmez bir aracı olmuştur. Demokrat Parti (DP) de alışılmışın dışında bir siyasi gelecek vaadinde bulunarak yola çıktığı için propaganda çalışmaları büyük önem arz etmektedir. Cumhuriyetin ilanından itibaren ülke yönetiminde hâkim olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yönetim hataları DP’nin propaganda çalışmalarının ana temasını oluşturmuştur. Demokrat Parti propaganda çalışmalarında halkın sosyo-ekonomik durumu, işsizlik, yatırım yetersizliği, aşırı devletçilik, adaletsizlik, polis ve asker devletinin ağır uygulamaları gibi konuları gündemine almış ve bu suretle doğrudan vatandaşın cebine, haklarına ve hürriyetlere hitap ederek halkın dikkatini ve ilgisi çekmiştir. DP katıldığı ilk seçimlerde çok çarpıcı bir afiş ve slogan kullanmıştır. Öğretmen Selçuk Milar tarafından bir gecede çizilen ve hızla çoğaltılıp bütün ülke geneline dağıtılan afiş büyük ilgi görmüştür. Afişte dur işareti yapan bir el resmedilmiş ve slogan olarak “Yeter! Söz Milletindir!” yazısı kullanılmıştır. İlk seçimlerde kullanılan bu afiş sadece bu seçimlerin değil adeta çok partili hayata geçişin simgesi haline gelmiştir. DP özellikle kadınlara yönelik renkli afişler dışında propaganda çalışmalarında radyo konuşmaları, broşürler, mitingler, yerel yöneticilere yazılan mektuplar, gazeteler, belediye hoparlörlerinden yayınlar, plaklar ve bez afişler gibi birçok kanaldan propaganda çalışmalarını yürütmüştür.

Propaganda is derived from the Latin “propoger” concept, and It is a term that expresses meanings such as believing, persuading, producing and spreading. It is an activity carried out for the purpose of creating public opinion around a certain purpose, affecting the crowds and acting in a certain direction and adopting an idea. It has been widely used by political parties or individuals to spread their ideas, activities and theses to the target masses. Particularly with the transition to the parliamentary system, propaganda has become an indispensable tool for political parties as politics has begun to rely on ideologies. Democratic Party (DP) propaganda effort is very important since it promised for an unusual political future. The management mistakes of the Republican People’s Party (CHP), which has been dominant in the country administration since the proclamation of the Republic, constituted the main theme of the propaganda effort of the DP. The Democratic Party took into consideration the socio-economic situation of the people, unemployment, investment inadequacy, excessive statism, injustice, heavy applications of the police and the military state in the propaganda effort and appealed to the citizens, rights and freedoms of the citizens directly. The party used very striking posters and slogans in its first elections. The poster, which was designed by a teacher, Selcuk Milar in a night and distributed rapidly throughout the country, drew great attention. A hand made a stop sign on the banner was portrayed as a slogan “Yeter! Söz Milletindir!” is used. This poster which was used in the first elections has also started to symbolize multi-party system. Apart from colorful posters for women, the DP has conducted propaganda effort on many channels, including radio talk, brochures, rallies, letters to local administrators, newspapers, broadcasts from municipal loudspeakers, plaques and cloth banners.

Yeni Belgeler Işığında II. Dünya Savaşı’nda Türk Diplomasisi Birinci ve İkinci Kahire Konferansları Örnekleri

Ali Engin Oba

ORCID: 0000-0002-8456-0261

Sayfalar: 47-59

Türk diplomatları uyguladıkları dış politika ile Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmasını sağlamışlardır. Türkiye, başarılı diplomasi ile bu Savaşın en kritik yıllarında bile, dönemin büyük güçlerine sözünü dinletebilmiştir. Bu dönemde, Türk diplomasisinde karar verici mevkiinde bulunanlar, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin uğradığı yıkımı bilen ve ordusu modern olmayan yeni kurulmuş, kalkınma sürecini yaşayan Cumhuriyeti, bu ateşin dışında tutmak azmini taşımışlardır. Türk diplomasisi, Türkiye’nin bağımsız ve egemen bir devlet olarak kalması için maceracılıktan uzak ve gerçekçi bir politika izlemiştir. Türk diplomasisi, savaşan güçler karşısında bir denge siyaseti gütmeye çalışmıştır. Türk diplomasisi böylelikle, Türkiye’yi Savaşın dışında tutmakta ve Savaşın yıkıntılarından korumakta başarı sağlamıştır. Bu şekilde Türk diplomasisi, sergilediği kararlı tutum ile taraflardan gelen baskılara direnmiş, Savaşın yayılmasını önlemiştir. Churchill’in ifadesine göre, Müttefiklere çok önemli hizmetlerde bulunmuştur. Türkiye’nin Savaşa girmesi bakımından iki önemli toplantı yapılmıştır. Bunlardan ilki, 30-31 Ocak 1943 yılında Yenice istasyonunda bir trende, ikincisi ise Kahire’de gerçekleşmiştir. Kahire Konferansı iki safhadan meydana gelmiştir. İlk safha, 5-6 Kasım 1943 tarihlerinde Dış İşleri Bakanımız Menemencioğlu ile İngiliz Dış İşleri Bakanı Eden arasında cereyan etmiştir. İkinci safha 4-8 Aralık 1943 tarihlerinde İnönü- Churchill ve Roosevelt arasında gerçekleşmiştir. Bu konferanslarda müttefikler Türkiye’nin savaşa girmesi yönünde baskı yapmışlardır. Bu araştırmanın amacı, Dış İşleri Bakanlığı’nın Kahire Konferansları ile ilgili tüm belgelerini değerlendirmek ve Türk diplomasisinin, Türkiye’nin Savaşa girmesi için yapılan baskıları nasıl bertaraf ettiğini ortaya koymaktır. Şimdiye kadar İngiliz arşiv belgelerine dayanılarak yapılan II. Dünya Savaşı’nda Türkiye konulu çalışmaların yanında, Türk belgelerini kullanarak yapılacak bu bildiri, önemli bir boşluğun doldurulmasını sağlayacaktır.

Turkish diplomats were able to keep Turkey out of the Second World War. The decision makers in the Turkish Diplomacy during this era were experienced diplomats knowing the negative effects of the First World War on the Ottoman Empire. Therefore, they wanted to protect the newly founded Turkish Republic from the ruins of the War. Turkish Diplomacy has followed a realist policy in order that Turkey remains an independent and sovereign state. For this purpose, Turkish diplomacy has tried to conduct a balanced policy among the warring sides. Turkish Diplomacy by this way was successful to keep Turkey out of the War and its ruins. Turkish Diplomacy was able to resist to the pressures and to prevent the spread of the War to other regions. By this way it has helped the Allies. There are two important meetings for the entry of Turkey in the War. The first of them was held at Yenice Train Station on January 30-31, 1943. The second meeting was held in Cairo. This conference has two phases. The first phase was held between The Turkish Minister of Foreign Affairs Mr. Numan Menemencioğlu and the British Foreign Secretary Mr. Anthony Eden on November 5-6, 1943. The second phase was held among Turkish President Mr. İnönü, American President Mr. Roosevelt and British Prime Minister Mr. Churchill. During these conferences the Allies pressed Turkey to enter in the War. The aim of the study is to evaluate the documents of The Turkish Ministry of Foreign Affairs in order to put forward how the Turkish Diplomacy was able to get rid of the pressures to enter in the War. In general, the studies made on Turkey with regard to the Second World War used British documents. This study will be based on the Turkish documents at the Turkish Ministry of Foreign Affairs. This research will be able to make a contribution to the research of the Turkish Diplomacy during the Second World War.

Ankara-Lefkoşe-Atina Ekseninde Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtı ve Batı Trakya Türkleri (1974-1981)

Ali Hüseyinoğlu

ORCID: 0000-0002-2101-217X

Sayfalar: 61-79

Türk-Yunan İlişkileri bağlamında yaşanan en önemli ve en çok tartışılan konuların başında kuşkusuz Kıbrıs gelmektedir. 1950’li yıllarla birlikte başlayan ve günümüzde hala devam eden Kıbrıs Meselesi ve bunun farklı alanlardaki yansımaları ile ilgili Türk, Yunan ve İngilizce literatürde oldukça fazla akademik yayın ve bilimsel çalışma mevcudiyetini korumaktadır. Bu çalışmanın Kıbrıs’la ilgili şimdiye kadar yapılmış diğer çalışmalardan en temel farkı, Kıbrıs Sorunu’nun derinlemesine ele alınmamış bir boyutunu, Türk-Yunan İlişkileri’nin nispeten daha az bilinen ve bilimsel olarak neredeyse derinlemesine ele alınmamış bir diğer temel sorunlarından birini teşkil eden Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı üzerindeki etkilerini sorgulamaktadır. Her ne kadar 1959-1974 arası Kıbrıs’ta yaşanan olayların Batı Trakya’daki Türklerinin bölgedeki tarihi varlığı üzerindeki olumsuz etkileri olmuş olsa da, asıl 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası dönemde bölgedeki Türk Azınlık toplumunda halihazırda var olan korku, endişe ve geleceğe yönelik umutsuzluğun daha da artması bölgeden temelli göç eden Türklerin sayısında önemli artışa sebebiyet vermiştir. Ayrıca, Batı Trakya’da yaşamaya devam etmiş Türklerin 1974 sonrası dönemden Avrupa Üyeliği’nin başlangıcı olan 1981 yılına kadar gündelik yaşamlarında hangi temel sorunlarla karşılaştıkları ve bu sorunların Kıbrıs ile olan ilintisinin yanında 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile sona eren 1967-1974 Albaylar Cuntası sonrası dönemde Yunanistan’ın Müslüman Türk azınlığa yönelik politikalarında 1974 sonrası herhangi bir değişimin olup olmadığının sorgulanması, akademik literatürde yeterince araştırılıp analiz edilmemiştir. Böylelikle, bu çalışmanın temel amacı 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs Müdahalesi’nin Batı Trakya’daki Türk varlığı üzerindeki etkisini sorgulamak ve kısa vadede Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı üzerindeki yansımalarını ele almaktır. Bu bağlamda, gerekli bilimsel çerçevenin oluşturulması, Batı Trakya’nın her üç vilayetinde yaşanılmış olaylara ışık tutması ve bu olayların halk arasındaki yansımalarının birincil kaynaktan ele alınması amaçlı Türk Azınlık üyeleri tarafından çıkan haftalık gazetelerden faydalanma yoluna gidilmiştir. Batı Trakya’da lokal düzeyde yaşanan Kıbrıs temelli bazı olayların sadece bölge gazetelerinde yer alıp ulusal veya uluslararası boyuta ulaşmamış olması, bu çalışma adına gazetelerin önemini arttırmaktadır. Bu sebeple, 1974 yılından Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyesi olduğu 1981 yılına kadar olan dönem, o yıllarda en fazla ön plana çıkmış, mutat olarak haftalık basılmış ve en çok okunan Akın Gazetesi’nin tüm sayıları taranmış ve Kıbrıs bağlamlı olayların nasıl yorumlandığı çalışmada irdelenmiştir. Bunun yanında 1974 Kıbrıs Müdahalesi öncesi ve sonrasında Batı Trakya’da yaşamış ve hala yaşamakta olan Türkler ile yarı yapılandırılmış mülakatların, onların olaylara bakış açısını ortaya koyması bu çalışmaya ayrı bir zenginlik kazandırmıştır. Kıbrıs temelli konuların günümüzde dahi hassasiyetini koruyor olması, bu konuda Türk Azınlık üyeleri tarafından kitap ve makalelerde ele alınmamasının temel sebebini oluşturduğu not edilmelidir. Aynı hassasiyet, bunca yıl geçmesine rağmen yapılan bazı mülakatlardaki söylemlerden de ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmanın temel argümanı 1974 Kıbrıs Barış Harekatı Batı Trakya Türkleri’nin bölgeden yurtdışına göçünü tetiklemekle kalmadığı, aynı zamanda Kıbrıs’ta yaşananlar bağlamında Yunanistan’ın Türk Azınlığa yönelik hak ihlallerinin daha da artmasına sebebiyet verdiğidir. Böylelikle, Yunanistan vatandaşı Türk ve Müslüman azınlık mensuplarının gündelik yaşamı daha da zorlaşmış, geleceğe yönelik endişe ve korkuları ciddi anlamda artmıştır. Albaylar Cuntası sonrası demokratikleşen ve Avrupalılaşan bir Yunanistan’da haklarının ihlal edilmesine devam edilmesinden bunalmış birçok Batı Trakya Türkü, başta “suyun öbür tarafı” olarak dillendirilen anavatan Türkiye olmak üzere Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerine göç etmiş, bu da Batı Trakya’daki Türk nüfusunun zaman içinde azalmasına sebebiyet vermiştir.

Mustafa Kemal Atatürk Sovyet ve Rus Oryantalistlerinin Eserlerinde

Almaz İsmayılova

ORCID:

Sayfalar: 81-90

Kurtuluş Savaşı, Millî Mücadele ve Mustafa Kemal’in kişiliğine, onun somut faaliyetine ayrılmış geniş bir literatür vardır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Yakin Çağdaki rolü meselesi güncelliği ve çok taraflılığı ile Sovyet ve Rus oryantalistlerinin dikkatini çekmiştir. Dünya çapında tarihi olayların tek taraflı olarak değerlendirilmesinin yeniden incelenmesi ve geçmiş olaylara yeni bakışın ortaya konulması acısından, Atatürk’ün Türkiye’nin tarihindeki rolü özel renk ve önem taşımaktadır. İncelenen döneme ait tarih yazımı çok geniştir. Vatan (Sovyet ve Rus) Türkologları konunun incelenmesine büyük katkıda bulundular. Maalesef, Sovyet tarihçiliğinde, 20. yüzyılın 20-30’lu yıllarının reformlarının değerlendirilmesinde tek taraflı bir yaklaşım tercih edilmiştir. Tüm radikal reformcuların faaliyetleriyle ilgili her şey kesin olarak olumlu, ama bu faaliyetin o dönemki Türkiye’de her hangi bir şekilde eleştirilmesi açıkça negatif olarak değerlendirilmiştir. Sık sık onun meslektaşları ve silah arkadaşları ya da onun faaliyetinin tanıklarının hatıraları ve anıları tekrar yayınlanmıştır. Fakat, onun hakkında olan tüm literatür neredeyse tek taraflıdır. Batı tarafından yazılan eserlerde Atatürk’ün faaliyetleri genellikle onun Türkiye’yi Batı kültürüne çekme arzusuyla değerlendirilmektedir. Tabii ki, böyle istek mevcuttu, ama onun faaliyetinde hakim bir konum değildi. Türkiye’de onun hakkında yazılmış eserlerde ise kasıtlı olarak onun faaliyetini milliyetçilikle karıştırılarak, sadece milli yönü vurgulanmıştır. Bazen, bununla çağdaş Türkiye’nin sağ görüşlü gruplarının milli-şovenist konumunu güçlendirmeye çalışıyorlar. Bu gibi durumlarda Atatürk’ün konuşmalarının bağlamından çıkarılmış ve o dönemin koşulları dışında alıntı yapılan ifadeler bu adamın imajını tahrif ediyor. Nihayet, bu konuda Sovyet literatürü, Ekim Devrimi ve onun liderlerinin Türkiye üzerindeki etkisini vurgular. Her ne kadar bunlar var olmuş olsa bile, hiç de temel mesele olmamıştır. Atatürk her zaman orijinal ve özgün olmuştur. Buna rağmen, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayat ve faaliyeti hakkında yerli oryantalistlerin çok sayıda araştırmaları mevcuttur. Bu dahi insan tarihte hangi izi koymuştur? Sorunun cevabı, takdire şayan cevaplardan suçlamalı değerlendirilmelere kadar uzayan dünya tarihçiliğinde bulunabilir. Günümüzde Atatürkçülük, dünyadaki küresel gelişmeleri dikkate alarak, Türk liderlerinin faaliyeti için ideolojik bir temel oluşturmaktadır.

There is a large literature devoted to the war of independence, the national struggle and the personality of Mustafa Kemal and his concrete activities. Mustafa Kemal Atatürk’s recent history and multi-faceted role has attracted the attention of the Soviet and Russian orientalists. The role of Atatürk in the history of Turkey is special and important, from the pain of re-examining the one-sided evaluation of historical events around the world and revealing new perspectives on past events. The history of the period studied is very broad. Vatan (Soviet and Russian) Turkologists contributed greatly to the study of the subject. Unfortunately, in Soviet historiography, 20. a one-sided approach has been adopted to evaluate the reforms of the 20th-30th century. Everything about the activities of all radical reformers is absolutely positive, but criticism of this activity in any way in Turkey at that time is clearly negative. Often re-published memories and memories of his colleagues and gun friends or witnesses of his activity. But the whole literature about him is almost one sided. In the works written by the West, Atatürk’s activities are often evaluated with his desire to attract Turkey to Western culture. Of course, such a request was present, but it was not a dominant position in its activity. In the works written about him in Turkey, only the National aspect was emphasized by deliberately mixing his activities with nationalism. Sometimes, they try to strengthen the National chauvinist position of the right-wing groups of contemporary Turkey. In such cases, the statements that were removed from the context of Atatürk’s speech and quoted under the conditions of that period distorted this man’s image. Finally, the Soviet literature highlights the October Revolution and its influence on Turkey. Even though these have existed, it has never been the main issue. Atatürk has always been original and authentic. In spite of this, there is a large number of researches by local orientalists about the life and activity of Mustafa Kemal Atatürk. What has this genius put in history? The answer to the question can be found in the history of the world, ranging from admirable answers to questionable assessments. Today atatürkism, taking into account the global developments in the world, constitutes an ideological basis for the activities of Turkish leaders.

Cumhuriyet Dönemi’nde Yerel Basın Örneği: Demokrat Mardin Gazetesi

Aysel Fedai

ORCID: 0000-0002-7995-4194

Sayfalar: 91-105

Yerel basın, yayımlandığı yöredeki insanların çeşitli sorunlarını dile getirmek, yerel haberleri duyurmak ve diğer taraftan da kamuoyu oluşturmak konusunda, oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Kitle iletişim araçları tarihin her döneminde toplumlar üzerinde büyük etkilerde bulunmuş, onları bir taraftan bilgilendirirken diğer taraftan da yönlendirmiştir. Toplumsal ve yerel basın iletişim araçları içinde, en yaygın ve en etkili olanlardan biri de gazetelerdir. Gazeteler, bulunduğu yörenin, kentin, bölgenin, hatta ülkenin sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal tarihinin belleği olmuştur. Ülke düzeyinde ve büyük şehir merkezlerinde çıkarılan ulusal gazetelerin yanında, bazı yerlerde de, yerel gazeteler bulunmaktadır. Bu gazetelerin, bulunduğu il ve ilçelerindeki haberleri, kamuoyuna duyurulması bakımından köprü görevi üstlenmesi büyük önem arz etmektedir. Toplumsal gelişmeleri yöre halkına aktaran yerel basın, yöre toplumunun sosyal ve siyasal özelliklerini yansıtan bir ayna gibidir. Yerel bölgelerde yaşayan halkla, yerel yönetimlerin ilişkilerini yansıtacak olan kuruluşlar da, yerel basın organlarıdır. İşte bu sebeple, yerel gazeteler ve diğer başka yayın organları, bulundukları yörelerde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bu bağlamda, özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi Mardin’de de, yerel basın çalışmaları başlamıştır. Demokrat Parti’nin (DP) 1950 yılında iktidara gelişiyle birlikte, tek parti dönemi sona ermiş, çok partili sisteme geçilmiştir. Mardin yerel basın tarihinde, önemli bir kaynağa sahip olan “Demokrat Mardin” gazetesi ise, 20 Şubat 1954 tarihinde yayın hayatına başlamıştır. 1954’ten 1961 yılına kadar yayın hayatını sürdürmüştür. Gazete, daha çok dönemin iktidarı olan Demokrat Parti’nin faaliyetleri hakkında bilgi vermektedir. Bu çalışmada, Mardin ilinin yerel tarih bağlamında süreli yayınını teşkil eden “Demokrat Mardin” gazetesinin incelemesi yapılmış, gazetenin künyesi, içeriği, yayın politikası ve yayımlanan haberleri hakkında bilgi verilerek, Türkiye’de basın-siyaset etkileşimi, Cumhuriyet döneminde bir yerel basın örneği ile ele alınmaya çalışılmıştır.

The local press plays a very important role in expressing the various problems of the people in the region, highlighting local elements and creating public opinion on the other side. The mass media have had a great impact on communities in every period of history, and have guided them from one side while informing them from the other. One of the most widespread and influential media and communications media is the newspapers. The newspapers are the memory of the social, cultural, economic and political history of the city, region and even the country. In addition to the national newspapers published at the dormitory level and in major city centers, there are local newspapers in some places. It is of great importance that these newspapers take on the task of bridging the news in their provinces and districts in terms of publicity. The local press, which conveys social developments to the local people, is like a mirror reflecting the social and political characteristics of the local community. The local media are the organizations that will reflect the relations between local people and local governments. For this reason, local newspapers and other media have a very important place in the area where they live. In this context, local press studies have started in Mardin, as well as in many parts of Anatolia, especially after the declaration of the Republic. With the Democratic Party’s (DP) rise in power in 1950, the one-party period ended in a multiparty system. The “Democratic Mardin” newspaper, which has an important source in the history of Mardin local press, began its publication life on 20 February 1954. From 1954 to 1961, he continued his publishing career. The newspaper also provides information on the activities of the Democratic Party of the time. In this study, an analysis of the “Democratic Mardin” newspaper, which we have accepted as the first source for the history of Mardin and its environs, has been analyzed and the analysis of the purpose, content, publication policy, author period and publication period of the journal. examining the properties, the Republican era in Turkey is to be considered an example of the local press.

Proposals for a Settlement of the Cyprus Problem (1954-1974)

Behçet Kemal Yeşilbursa

ORCID: 0000-0001-6309-5703

Sayfalar: 107-129

1951-1954 yılları arasında Yunanistan ile olan bir birlik talebi (Enosis), Kıbrıs Rumları arasında, Başpiskopos Makarios önderliğinde, o sırada İngiliz Kraliyet Kolonisi olan, Kıbrıs’ta güç kazandı. Eylül 1954’te Yunan Hükümeti, konuyu Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda gündeme getirerek resmen sahiplendi. Ancak, Kıbrıs için kendi kaderini tayin hakkını talep eden Birleşmiş Milletler kararını kabul etmedi. İngiliz Hükümeti konuyu bir iç mesele olarak ele almaya devam etti. Ancak Albay Grivas’ın önderliğindeki Kıbrıslıların Millî Mücadele Örgütü (EOKA) 1 Nisan 1955’te Kıbrıs’ta silahlı bir ayaklanmasının patlak vermesine yol açtı. Bunun üzerine İngiliz Hükümeti Londra’da Eylül 1955’te Kıbrıs sorununu görüşmek için bir konferans toplamaya karar verdi. Yunanistan ve Türkiye bu konferansa Kıbrıs’taki kendi azınlıkları adına davet edildi. Fakat Kıbrıslıların kendileri davet edilmedi. 1955-1974 yılları arasında, Türkiye ile Yunanistan arasında ikili, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında üç taraflı ve Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler arasında toplumlararası olmak üzere bir dizi çok taraflı görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler sonucunda 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Ancak cumhuriyet çok fazla yaşamadı ve 1963’te yıkıldı. 1964’te İngiltere, Türkiye, Yunanistan ve her iki Kıbrıs toplumunun temsilcileri Londra’da bir araya geldi. Fakat görüşmeler ancak iki hafta sürdü. Çünkü Kıbrıslı Rumların ve Türklerin görüşleri birbirinden oldukça uzaktı. Mayıs 1966’da Türk ve Yunan Hükümetleri iki ülke arasındaki ilişkiler ve Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bir dizi gizli görüşme yaptı. Ancak bu görüşmelerden de hiçbir sonuç çıkmadı.

During the early 1950s, the demand for a union with Greece (Enosis) grew stronger among the Greek Cypriot population of Cyprus under the leadership of Archbishop Makarios. The Greek Government raised the issue at the United Nations General Assembly in September 1954, but their demand for self-determination for Cyprus was not adopted. The British Government continued to treat the issue as an internal matter, but the outbreak of an armed Greek Cypriot uprising in Cyprus on 1 April 1955, under the leadership of pro-Enosis Colonel Grivas, led the British Government to call a conference in London on the Cyprus problem in September 1955. Greece and Turkey were invited to attend on behalf of their respective minorities in Cyprus, but there was no representation of the Cypriots themselves. From 1955 to 1974, a series of multilateral talks were held at intervals: bilateral between Turkey and Greece, trilateral between Britain, Turkey and Greece, and inter-communal between Greek and Turkish Cypriots. However, they failed to reach a settlement on the future constitutional arrangements in Cyprus, and the dialogue was consequently suspended. The first tripartite talks on the Cyprus issue were held in London from 29 August to 7 September 1955. Direct Anglo-Cypriot negotiations took place in Cyprus from October 1955 to February 1956. In January 1958, the “Foot Plan” was presented to the British Prime Minister by Sir Hugh Foot. The “Macmillan Plan” was announced in the House of Commons by the British Prime Minister in June 1958. In 1964, representatives of Britain, Turkey, Greece and both Cypriot communities met in London, but the Conference ended in deadlock two weeks later, because the views of the Greek and Turkish Cypriots proved to be irreconcilable. In July 1964, the “Acheson Plan” was introduced, but rejected by the Greeks. In May 1966, the Greek and Turkish Governments began a series of secret exchanges on the relations between their two countries with particular reference to the Cyprus issue. However, nothing emerged. In June 1966, the British Government announced the formation of a commission under Lord Radcliffe and presented the Turks with a plan centred on arranging a date for self-determination to be applied, with certain guarantees for the Turkish Cypriot minority. Intercommunal talks started in June 1968 and continued, with intervals, until 1974 without any success.

Türkiye–NATO İlişkileri: İttifaktan Ayrılma Zamanı Geldi mi?

Celalettin Yavuz

ORCID: 0000-0003-2741-4943

Sayfalar: 131-158

Norveç’te NATO’nun sanal ortamdaki tatbikatı sırasında ‘düşman’ tarafta Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu G.M. Kemal Atatürk’ün ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterilmesi, Türk kamuoyunda haklı ve doğal bir infial yarattı. Olayın duyulmasının ardından NATO Genel Sekreteri ve Norveç Savunma Bakanı Türkiye’den özür dileyip sorumluların işine son verildiğini bildirdilerse de, Türk kamuoyunda ‘NATO’dan ayrılalım’ tepkisini hafifletemedi. ‘Acaba NATO’dan ayrılma vakti geldi mi?’ sorusu üzerine düşünce süzgecine takılanların bir kısmı şöyledir: • Türkiye NATO’ya zorla alınmadı. II. Dünya Harbi sonrası Sovyetlerin KarsArdahan’ı istemesi, Boğazlar rejimini birlikte yönetme notası ile Karadeniz ve Kafkaslardaki Sovyet tehdidinin boyutu anlaşıldı. 1949’da kurulan NATO’ya, Türk askerinin Kore’deki kahramanlık destanı üzerine kabul edildik. • Türkiye soğuk savaş sona erene kadar NATO’nun caydırıcılığından yararlandı, NATO’nun en ucunda Sovyet ve Doğu Bloku’na karşı ileri karakoldan fazlasını yaptı. • İttifak denilince insan arkadaşlığı gibi düşünülmemelidir. İttifaklar, ortak çıkarlar üzerine anlaşmalarla belirlenir. İttifaklar içerisinde çıkarlar çatışınca sorunlar da ortaya çıkabilmektedir. • Mesela 2003’te ABD Irak’a müdahalesi sırasında Fransa ve Almanya’dan büyük bir tepki yükselirken İngiltere, İtalya, İspanya, Polonya ABD’nin yanında yer alarak, siyasi birlik kurmak üzere olan AB’yi çatırdatmışlardır. Oysa Almanya ve Fransa NATO üyesidirler. • NATO üyesi Türkiye ve Yunanistan da 1960’lı yıllardan 2000’li yılların başına kadar birçok kez savaşın eşiğine gelmişlerdir. • Türkiye ile NATO ilişkisi karşılıklı örtüşen çıkarlara dayanmaktadır. Nasıl ki NATO’nun koruyucu şemsiyesi altında Sovyet tehdidi atlatılabildiyse, soğuk savaş sonrasında NATO sayesinde Rusya’nın desteklediği Sırpların Bosna-Hersek krizindeki katliamlarının artışının önüne geçildi. 1999’da Kosova’da yeni bir soykırım önlendi. • ABD, Fransa, Almanya gibi ülkelerin Türkiye ile çatışan çıkarları sebebiyle NATO günah keçisi yapılmaktadır. Aslında soğuk savaş sonrasında Balkanlar ile Kafkaslarda taşlar büyük ölçüde yerine oturduktan sonra yeterli “caydırıcılık” olması koşuluyla NATO’dan çıkılabilir. Ama Gürcistan ve Ukrayna’daki Rusya’ya güvenilebilir mi? Türkiye bir nükleer güç olsaydı, ‘NATO’dan ayrılmak mümkün olabilirdi. AB’den ayrılan İngiltere NATO’da kalıyor. AB’de olmayan Norveç de NATO’da. Ayrıca Türkiye NATO’dan ayrılırsa kimlerin sevineceğini bir düşünelim!

In Norway during the cyber exercise of NATO the depiction of G.M. Kemal Atatürk and the president Erdoğan in “enemy chart” has created a rightful and natural indignance in Turkish public opinion. After this situation was heard, even the NATO Secretary General and Norway Minister of Defense had apologized and informed that they hired away those who were responsible, in Turkish public opinion the reactions as “We shall leave NATO” were not soothed. When we consider the question “has the time come to leave NATO?” these are some of things that come to mind; • Turkey has not been taken to NATO by force. The size of the Soviets’ menace had got clear by their desire to have Kars-Ardahan after Second World War II and their diplomatic note to manage the Regime of the Straits together. By NATO which was established in 1949 Turkey was accepted thanks to the heroic saga of Turkish soldier in Korean War. • Turkey has benefitted from deterrence of NATO till the cold war ended, at the edge of NATO’s south-east wing. Turkey was more than security wall against the Soviets and East Block. • Alliances differ from than human friendship. Alliances are determined by the agreements relying on common interests. When there is conflict of interests it probably leads to some problems. • For instance, in 2003, when the USA intervened in Iraq, there were rising reactions from France and Germany against this action. However, Germany and France are NATO members. Meanwhile, Britain, Italy, Spain, and Poland took side with USA and rattled the EU, which was about to form a political union. • As NATO members, Turkey and Greece, from 60’s to early 2000’s, many times drifted on the brink of war with each other. • The relationship between Turkey and NATO is twofold and based on mutual interests. As whether the Soviet threat had been alluded under defensive umbrella of NATO, the increasing genocides in Bosnia by Serbians who were supported by Russia and possible genocide in Kosovo in 1999 were prevented by NATO just after the cold war era. • Because of the Turkey’s conflicting interests with USA, France and Germany, NATO is be made scapegoat in most of the situations. • Actually, after the cold war when all the parts of Balkans and Caucasians fit together in a political and military sense, with enough deterrence, NATO can be left. But we should ask ourselves, is Russian expansionist presence in Ukraine and Georgia can be trustable? If Turkey was a nuclear force, leaving NATO could be possible. Britain left EU but stays in NATO. Norway, which is member of NATO but out of EU. Think about, who will be happy if Turkey leaves NATO!

1953 Yenice – Gönen Depremi ve Sosyo-Ekonomik Sonuçları

Cihat Tanış

ORCID: 0000-0002-2000-731X

Sayfalar: 159-170

Tarih boyunca Türkiye’de irili ufaklı birçok deprem meydana gelmiştir. 18 Mart 1953 tarihinde yaşanan Yenice-Gönen depremi de bunlardan biridir. Akşam saat 21:06’da 7,2 şiddetinde vuku bulan olay, Çanakkale ve Balıkesir vilayetlerinde büyük tahribata yol açmıştır. Sarsıntının merkez üssü Yenice-Gönen bölgesidir. Felaketin ardından bölgeye yakın civar köylerden epey bir müddet haber alınamamış olup ilerleyen zamanlarda çok sayıda insanın hayatını kaybettiği anlaşılmıştır. Hava bahar mevsimi olmasına rağmen oldukça soğuktur. Bu nedenle felaketzedeler soğukta sabaha kadar beklemek zorunda kalmışlardır. Ayrıca elektrik direkleri yıkılarak teller koptuğundan ışıklar sönmüş, su boruları delindiği için bölgenin büyük bir kısmı susuz kalmıştır. Dükkânların büyük kısmı yıkıldığı için ise afetzedeler yiyecek tedarik etmekte sıkıntı yaşamışlardır. Donmamak için açık havada yaktıkları ocakların ve sobaların etrafına dizilerek sabahı eden bölge halkı erken saatlerden itibaren bulabildikleri vasıtalara tıklım tıklım binerek bölgeyi terk etmişlerdir. Depremin ardından 30.000 km2 ’lik bir alanda hasar oluştuğu belirlenmiştir. Kandilli Rasathanesinin verilerine göre 265 kişinin hayatını kaybettiği depremde 6750 yapı kullanılamaz hale gelmiştir. Bu bağlamda bölgede 211 okul, 176 resmi bina, 27 cami yıkılmıştır. Hatta sarsıntıların şiddetinden yollar dahi yer değiştirmiştir. Netice itibariyle Çanakkale yarımadası, Anadolu’nun kuzeybatı kesimi, Marmara ile Kuzey Ege arasında yer alan civar bölgeler depremden önemli ölçüde etkilenmiştir.

Throughout history, many large and small earthquakes have occurred in Turkey. the Yenice-Gönen earthquake that occurred on March 18, 1953 is one of them. The event that occurred at 7,2 severity at 21:06 a.m. in the evening caused great devastation in Dardanelles and Balıkesir provinces. The epicentre of the quake is the Yenice-Gönen region. The epicenter of the quake is the Yenice-Gönen region. After the disaster, the neighbourhood villages near the region were not heard for quite a while, and in later times, it was understood that many people lost their lives. The weather was quite cold although it was spring season. For this reason, disaster victims had to wait in the cold until the morning. Moreover, when the electric poles were torn down and the wires broke, the lights went out and a large part of the area remained dehydrated as water pipes were pierced. Since most of the shops were destroyed, disaster victims had difficulty in supplying food. People of the region who stayed awake all night by lining up around furnaces and stoves that they burnt in the open air in order to avoid freezing left the zone by riding Packed means they could find from the early hours. It had been determined that an area of 30,000 km2 had been damaged after the earthquake. According to the data of Kandilli observatory, 6750 buildings have become unusable in the earthquake 265 people lost their lives. In this context, 211 schools, 176 official buildings, 27 mosques were destroyed in the region. It had even shifted from the severity of the straits. As a result, The Dardanelles Peninsula, the north-western part of Anatolia, and the neighbourhood areas which are located between Marmara and the North Aegean were significantly were affected by the earthquake.

Ahmet Ağaoğlu Yönetiminde Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umûmiyesi

Dilara Uslu

ORCID: 0000-0001-5623-0794

Sayfalar: 171-180

Devletlerin bekası söz konusu olduğunda basın ve istihbarat teşkilatlarının varlığı vazgeçilmezdir. Türk tarihinde casusluk ile başlayan istihbarat meselesi, Osmanlı Devleti ile daha kurumsal bir kimlik kazanmıştı. II. Abdülhamid döneminde kurulan Yıldız İstihbarat Teşkilatı ile İttihat ve Terakki döneminde kurulan Teşkilat-ı Mahsusa önemli görevler üstlenmiş iki kurum olarak dikkat çekmekteydi. Milli Mücadele döneminde ise bu iş, Karakol Cemiyeti, Zabitan, Mim Mim gibi çeşitli gruplar tarafından gerçekleştirilmişti. Yeni kurulan düzenle birlikte daha teşkilatlı bir yapıya duyulan ihtiyaç birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi döneminde Saruhan Milletvekili Mustafa Necati Bey tarafından dile getirilmiş, 19 Mayıs 1920’de Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi Teşkiline Dair kanun teklifi Meclis Başkanlığı’na sunulmuştur. Bu kurum sayesinde yurtdışında çıkmış gazetelerdeki haberlerin ve yorumların ülkeye getirilmesi sağlanacak, aynı zamanda o ülkelerle ilgili istihbarata da sahip olunacaktı. Dolayısıyla böylesi bir yapının yöneticiliği de son derece mühimdi. Bu idarecilerin bizzat Mustafa Kemal tarafından titizlikle seçilmesi gözden kaçırılmayacak bir detaydı. Milli Mücadele’nin en sıkıntılı döneminde müdürlük görevini üstlenecek olan Ahmet Ağaoğlu, Azerbaycan’dan Anadolu’ya göçmek zorunda kalmış, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında mebusluk ve gazetecilik yapmış, Malta sürgünleri arasında da yer almıştır. Malta dönüşünde Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Devlet Başkanı Neriman Nerimov tarafından Azerbaycan’a davet edilmişse de bunu nazikçe reddederek Ankara’ya geçmişti. Hamdullah Suphi tarafından Mustafa Kemal ile tanıştırılmış ve 29 Kasım 1921’de Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi Müdürü olarak iş başına getirilmiştir. Bu kurumun başında bulunduğu 11 Ağustos 1923’e kadar “milli davayı hem halka hem de dış dünyaya daha iyi tanıtabilmek” için çalışmıştı. Anadolu Ajansı’nın da Genel Müdürlüğe bağlanmasıyla beraber bu iki kurumun yöneticiliğini yapmıştı. Bu çalışmada Milli Mücadele’nin en yoğun sürecinde Ahmet Ağaoğlu’nun müdürlüğü döneminde kurumun faaliyetlerine dair bir inceleme yapılacaktır. Hem matbuata hem de istihbarata dair gelişmeleri bünyesinde barındıran bu yapının dönemin aydınlatılması ve bu verilerle yeniden değerlendirilmesine katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

The presence of press and intelligence agencies is indispensable when it comes to the prison of the states. The issue of intelligence, which started with espionage in Turkish history, gained a more institutional identity with the Ottoman State. II. Established in the era of Abdulhamid, the Star Intelligence Organization and the Organization-ı Mahsusa, established during the period of the Union and Progress, were noted as two important institutions. In the period of National Struggle, this work was carried out by various groups such as Karakol Cemiyeti, Zabitan, Mim Mim. The newly established organize the need for a more organized structure along the first Grand National Assembly of Turkey during Saruhan deputy Mustafa Necati were voiced by Beyer, The Press May 19, 1920 Intelligence devolved Forming Dairine law proposal to Parliament presented the Presidency. Thanks to this institution, news and commentaries published in foreign countries will be brought to the country and at the same time will have intelligence related to those countries.Therefore, the management of such a structure is extremely crucial. Mustafa Kemal personally elected these administrators meticulously selected from the eye did not miss. Ahmet Ağaoğlu, who will be the director in the most troubled period of the National Struggle, has had to migrate from Azerbaijan to Anatolia, has been a deputy and journalist in the Ottoman Parliament, and has also been among the Maltese exiles. He was invited to Azerbaijan by Neriman Nerimov, President of the Soviet Socialist Republic of Azerbaijan on the occasion of Malta, but politely rejected it and moved to Ankara. He was introduced to Mustafa Kemal by Hamdullah Suphi and on November 29, 1921 he was appointed as the Director of the Directorate of Publications and Intelligence. Until August 11, 1923, at the beginning of this institution, he worked for “to better introduce the national case to both the public and the outside world”. Anadolu Agency was also linked to the General Directorate, and these two institutions were the administrators. In this study, during the most intensive period of the National Struggle, a review will be made about the activities of the institution during the period of Ahmet Ağaoğlu’s administration.It is thought that this structure, which contains both developments in matbuata and intelligence, will contribute to the elucidation of the period and its reevaluation.

Türkiye’nin Irak’ın Kuzeyine Yönelik Askerî Harekât ve Stratejisinin Tarihsel Arka Planı

Enes Demir

ORCID: 0000-0002-2661-9421

Sayfalar: 181-216

Yakındoğu coğrafyası özellikle son yüzyıl içerisinde büyük güçlerin muhtelif projeleri kapsamında şekillendirilerek çözümsüzlüğe itilmiştir. Günümüzde benzer projelerle bu politikanın devam ettirilmesi; Türkiye için kritik ehemmiyet arz edecek tehlikelere yol açmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Irak ve Suriye başta olmak üzere yürütülmek istenen plan ve projelere karşı yapacağı politik hamleler ve meselenin çözümü için evvela tarihi geçmişimizin çok iyi bilinmesi gerekmektedir. Bu kapsamda Mîsâk-ı Millî sınırları içerisinde yer almakta olup son yıllarda artan derecede çözümsüzlük ve çatışmaya sürüklenen bağımsız bir yapıya büründürülmek istenen Irak’ın kuzeyi ile Suriye’deki gelişme ve karışıklıklar, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini ve bekasını yakından ilgilendirmektedir. Mezkûr bölgelerin Türkiye için öneminin tam olarak anlaşılabilmesi, bölgenin tarihinin tetkik ve tespit edilmesiyle mümkün olabilecektir. Türk Orduları tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda dahi kaybedilmemiş vatan toprağı olan bu topraklar, Mondros Mütarekesi sonrasında haksız ve hukuksuz olarak işgal edilmiştir. Sonrasında başlayan Milli Mücadele döneminde Türk, Kürt ve Araplardan oluşan yerel halk, aşiretler ve bölgedeki Kuvâ-yı Milliye birlikleri, işgale karşı büyük bir direniş göstermiş ve işgalin sonlanması noktasında başarılar kazanmıştır. Nitekim Irak’ın kuzeyinde icra edilen harekatlar kapsamında Türk Ordusu’nun terör örgütüyle olan mücadelesi, şüphesiz bu derin tarihi bağların bir tezahürü durumundadır. Bu harekât dışında gerek Suriye ve gerekse Irak’ın kuzeyinde yapılması muhtemel başka operasyonlar da bu kapsamda değerlendirilmeye tabidir. Haddizatında Türkiye’nin güncel, ulusal ve sınır güvenliği konumunda olan bu meseleyi Türk Tarih Kongresinde disiplinler arası bakış açısı ve yeni bir perspektifle ele almanın gerekliliğine inanıyoruz. Bu kapsamda Genelkurmay ATASE Arşivi, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki konuya dair arşiv belgelerinden istifade ile Irak’ın kuzeyindeki Mîsâk-ı Millî bölgelerinin tarihi ve bugünü stratejik, siyasi ve askeri bağlamda incelenecek; bölgenin demografik yapısı, nüfusu ve halkın tutumu belgeler ışığında ifade edilecektir.

Milletler Cemiyeti’nin Musul Raporunu Şekillendiren Haritalar

Evren Küçük

ORCID: 0000-0003-0904-2453

Sayfalar: 217-251

  1. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası bir örgüt olan Milletler Cemiyeti (MC) uluslararası işbirliğini geliştirmek, barışı ve güvenliği sağlamak için kurulmuştu. MC, 1920 yılından itibaren dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan uluslararası sınır ve anlaşmazlıkları çözmek için barışçıl faaliyetlerde bulunmaya başlamıştı. Müdahil olduğu ilk olaylardan biri Finlandiya ve İsveç arasında sorun olan Åland Adaları idi. Oluşturulan komisyon, adalara özerklik verilmesi koşuluyla Finlandiya’nın egemenliğinin tanınmasını benimsemiş MC de aynı görüşü kabul ederek adalarda yapılan plebisite rağmen adaları Finlandiya’ya bırakmıştı. Åland Sorunu ile büyük benzerlik gösteren konulardan biri de Musul meselesi idi. Haliç Konferansı’nda da Türkiye ve İngiltere arasında yapılan görüşmelerden bir sonuç çıkmayınca sorunun MC’ye intikal etmesine yol açmıştı. Meseleyi gündemine alan MC, 30 Eylül 1924’te raportör olarak İsveç’i görevlendirerek üç üyeli bir Araştırma Komisyonu’nun kurulmasına karar vermişti. İsveç Başbakanı Hjalmar Branting’in önerisi üzerine Türkiye ve Irak arasında geçici olarak Brüksel Sınırı belirlenmişti. Heyet kısa bir süre içinde Irak’a giderek incelemelerde bulunmuştu. Komisyon incelemelerden sonra hazırladığı raporu, 1925 yılında MC’ye sunmuş ve Musul meselesinin nihai karara ulaşmasında önemli bir etken olmuştur. MC Komisyonu, Musul’u “tartışmalı topraklar” olarak değerlendirerek bölgenin Irak’a bırakılmasını, manda yönetiminin devamı gibi geçici siyasi ve bazı ekonomik şartlara bağlamıştı. Bu bildirinin amacı: Musul meselesinin çözümünde doğrudan etkili olan haritalar ile Musul sorununu değerlendirmektir. İlk defa yayımlanacak olan bu haritalar ile bölgenin etnik, coğrafi ve siyasi durumu analiz edilmeye çalışılacaktır.

League of Nations (LN),which is an international organization, was established to promote international co-operation, peace and security after World War I. Since 1920, LN has begun peaceful activities to resolve international borders and disputes that have arisen in various parts of the world. One of the first issues in which it was involved was the Åland Islands, which was a problem between Finland and Sweden. The created commission adopted the recognition of Finland’s sovereignty, with the condition that autonomy will be given to the island. LN accepted the same view and left the island to Finland despite the pleasure made in the islands. Another problem which has major similarities with the Åland Problem was the Mosul question. The issue was transferred to League of Nations when there was no result after Turkey-England negotiations on the Conference on the Golden Horn. On September 30, 1924, the League of Nations appointed Sweden as rapporteur and decided to establish a three-member Research Commission. Brussels border was determined temporarily between Turkey and Irak under the proposal of Swedish Prime Minister Hjalmar Branting. The delegation went to Iraq in a short time and started to examine. In 1925, the Commission presented the report to the LN and the report was an important factor in the final decision of the Mosul case. The LN Commission determined Mosul as “controversial territory” and connect the leaving of territory to Iraq with the temporary political and economic conditions, such as the continuation of the mandate. The purpose of this report is to evaluate the Mosul problem with maps that are directly influential in the solution of the Mosul question. These maps, which will be published for the first time, will try to analyze the ethnic, geographical and political situation of the region.

Demokrat Parti Döneminin Önemli Muhalif Dergilerinden: Dün ve Bugün

Firdes Temizgüney

ORCID: 0000-0002-1412-0439

Sayfalar: 253-274

Çok partili hayata geçiş sürecinin bir sonucu olarak kurulan ve 1950 – 1960 yılları arasında iktidarda kalan Demokrat Parti’nin bu on yıllık dönem içinde basına karşı olan tutum ve davranışlarının, elindeki siyasi gücün artmasına paralel olarak değişkenlik gösterdiği görülmektedir. Nitekim DP iktidarının başlangıç yıllarında basına karşı gayet ılımlı bir politika takip edilmiş, yapılan düzenlemelerle birlikte gazeteciler birçok hak elde etmişlerdir. Ancak DP ile basın arasındaki iyi giden ilişkiler, 1953 yılından itibaren belirgin bir şekilde sekteye uğradı. DP, 1946’dan itibaren vaat ettiği ve 1950’den sonra uygulamaya koyduğu “geniş özgürlükler” ütopyasını yıkmaya başladı. Bu tavır değişikliğinde şüphesiz ki, ekonominin olumlu seyrinin aşağıya doğru giden bir grafik izlemesi ve buna paralel olarak DP’ye karşı muhalif basının güçlenmesi etkili oldu. Böylece 1957 yılı sonrası giderek artan siyasi istikrarsızlık ve ekonomik düzensizlik gibi nedenlerle oy kaybeden DP, basına karşı baskıcı girişimlerini ve sansür uygulamalarını oldukça sertleştirdi. DP iktidarının muhalif basına karşı geliştirdiği bu sıkı tedbirlere rağmen, dönem içinde çok sayıda muhalif gazete ve derginin ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri de ilk sayısı 4 Kasım 1955’de çıkan ve 5 Aralık 1956 yılan kadar haftalık olarak toplam 48 sayı yayınlanan Dün ve Bugün Dergisi’dir. Eşref Ekicigil ve Feridun Kandemir yönetimindeki derginin ilk sayısında çıkış amacı, “dünün hala yaşayan hatıralarını derleyip toparlayarak bugüne ve yarına mal etmek” şeklinde açıklanmıştır. Nitekim dergi, dünü bugüne gösteren bir ayna olarak, bir taraftan gerek Osmanlı gerek Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemi ile ilgili yazıların yanı sıra DP döneminin önemli olaylarını muhalif bir dille ele aldı. Ancak DP’nin basına karşı müdahaleleri derginin muhalif yönünün zamanla kırılmasına sebep oldu. Nitekim dergi, 1956 yılı basın düzenlemesinden sonra adeta büyük bir değişim yaşamış, DP’ye yönelik eleştiri yazılarının yerini, geçmiş döneme ait hatıra niteliğindeki yazı dizileri almıştır.

It has been observed that Democratic Party which was established as a result of the transition to multiple party system and remained in power between 1950 and 1960 changed its behaviour and attitudes towards media for the last ten years in accordance with the increase in its political power. Thus, a moderate policy was achieved during the early years of DP’s governmental period and thanks to the regulations journalists gained numerous rights. However, good relations between DP and the media were interrupted prominently after 1953. DP started to overthrow the utopia of ‘extended freedoms’ which was promised in 1946 and carried out after 1953. Of course, negative tendencies in the economy and accordingly resurgence of opposite media against DP were significant in that change of attitude. So, DP which lost votes due to political instability and economic disorder after 1957 made its oppressive attempts and censorship practices quite severe. Despite those tough precautions taken by DP against the opposite media, it has been seen that many newspapers and journals of opposite ideas appeared during that period. One of those journals whose first volume was published on 4 November 1955 and issued until 5 December 1956 as 48 volumes in total was called Dün ve Bugün (Yesterday and Today). The reason of this journal’s first issue under the supervision and editing of Eşref Ekicigil and Feridun Kandemir was explained as ‘collecting yesterday’s still continuing memories and appropriating them to today and tomorrow’. Thus, this journal touched upon issues about Ottoman period, years of national struggle and republic period like a mirror showing yesterday to today as well as reflecting significant incidents of DP period. However, DP’s interventions to media caused fractures in the opposite ideas of the journal in time. So, the journal experienced a huge difference after the media regulations in 1956 and touched upon writings of memories about past instead of critical essays towards DP.

İngiliz Elçilik Raporlarına Göre Serbest Cumhuriyet Fırkanın Kuruluşu ve Sonrasında Yaşanan Gelişmeler

Funda Selçuk Şirin

ORCID: 0000-0002-1548-7646

Sayfalar: 275-296

1930’lu yıllara tüm dünyayı etkileyen ekonomik buhranının tesiri altında giren Türkiye, krizin etkilerini hafifletmek için çeşitli çözüm yolları geliştirmiştir. 1930 yılının Ağustos ayında kurulan ve aynı yıl kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırka (S.C.F.) da aslında krizi karşısındaki önlemlerinden biri olarak gündeme gelir. Atatürk tarafından kurdurulan SCF, bizzat siyasi iktidar tarafında kurdurulduğu gibi onun tarafından da kapatılır. Genç cumhuriyetin otoriter görünüşüne ilişkin bir dış baskının olduğu günlerde parti bu durumu değiştirmek amacı ile de kurulmuştur. SCF’nin kuruluşu üzerinde bu iki durumun dışında etkili olan nedenler de vardır. Ekonomi için yeni kaynaklar aramak, özellikle de dış ticaret dengesini sağlayamamış olan Türkiye’nin kredi ihtiyacını gidermek gibi dış nedenler de etkilidir. Hiç şüphe yok ki kuruluş üzerinde en etkili olan nedenlerden biri de Terakkiperver Cumhuriyet Fırka deneyiminden sonra yaşanan sürecin ve ekonomik krizin yarattığı ve giderek artan hoşnutsuzluğun önüne geçebilmek, bu durumun muhalif bir harekete dönüşmesine engel olmaktır. Güdümlü bir muhalefet partisi olarak kurulan SCF, 99 günlük kısa ömrüne rağmen Türk siyasal hayatında derin bir tesir yaratmıştır. Parti, yoğun bir kitle desteği görmüş ve iktidarı zorlamıştır. Hatta bu etki nedeniyle bir SCF hareketinden dahi bahsedilebilir. Çalışmamızda SCF’nin kuruluşu ve sonrasında yaşanan gelişmeler, İngiliz arşiv belgeleri ışığında değerlendirilecektir. Belgelerden elde edilen bilgi ve yorumlar SCF ile ilgili mevcut literatür ile karşılaştırmalı bir şekilde ele alınacaktır. Özellikle elçilik görevlileri SCF’nin kuruluşu ve sonrasında yaşanan gelişmeleri ilgi ile takip etmiş ve ayrıntılı raporlar hazırlamıştır. İngiliz yetkililerin değerlendirmeleri, konu ile ilgili yeni ve farklı bakış açılarını ortaya koyarak SCF ile ilgili literatüre katkı sağlayacaktır.

Under the influence of the economic crisis affecting the whole world in the 1930s, Turkey developed a range of solutions to mitigate the effects of the crisis.The Free Republican Party, which was established in August 1930 and closed in the same year, was actually one of the measures against the crisis. The Free Republican Party was established by Atatürk, and was also closed by him as the political power.In the days when there was an external pressure on the authoritarian appearance of the young republic, the party was established with the aim of changing this situation. There were also reasons for the establishment of the Free Republican Party except these two conditions. Searching for new sources for the economy, and meeting the credit need of Turkey which could not especially ensure the foreign trade balance were also effective external factors. There is no doubt that one of the most effective reasons for the establishment of the party was to prevent the growingdissatisfaction of the economic crisisafter the Progressive RepublicanParty experience and to prevent this situation from turning into an oppositional movement. Established as a guided opposition party, the Free Republican Party created a profound influence on Turkish political life, despite its short 99-day life span.The party was intensely supportedby the masses of and pushed for the power.It may even be mentioned by a Free Republican Party movement because of this influence.The establishment of the Free Republican Party and subsequent developments will be evaluated in the light of British archive documentsin our work. The information and interpretations obtained from the documents will be compared with the existing literature on the Free Republican Party. Especially embassy officials followed the establishment of the Free Republican Party and the subsequentdevelopments with interest and prepared detailed reports.The evaluations of the British authorities will contribute to the literature on the Free Republican Party by setting out new and different points of view about the subject.

Litvanya Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti İlişkileri Üzerine: Litvanya Gazetelerindeki (1919-1940) ve Litvanya Tatarlarına Ait Basındaki Bilgilere Göre

Galina Mişkiniene

ORCID: 

Sayfalar: 297-311

Osmanlı İmparatorluğu ile Litvanya Büyük Düklüğü arasındaki diplomatik ilişkilerin temeli XV.-XVI. yüzyıllarda atılmıştır. Bu diplomatik ilişkiler, 1918 yılında Litvanya’nın ve 1923 yılında Türkiye’nin bağımsızlığını ilân etmesiyle, XX. yüzyılın başlarında tekrar canlanmaya başlamıştır. 1930 yılında imzalanmış olan “Dostluk Antlaşması”, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin resmi kanıtı olmuştur. Kaunas ve Ankara’da, bu yeni devletlerarasındaki diplomatik ilişkilerin geliştirilmesini güvence altına alan temsilcilikler açılmıştır. Litvanya ve Türkiye arasındaki ilişkilerin 1923–1939 arasında kalan dönemde arttığına dair bilgilere ulaşıyoruz. Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlıklar, 1923’te iktidara gelenlerin yeni politikaları ve bütün Türklerin atası olan büyük şahsiyet Mustafa Kemal Atatürk hakkında, 1919–1940 yılları arasında Litvanya gazeteleri ile Litvanya Tatarlarına ait basında düzenli olarak çeşitli makale ve haberler yayımlanmıştır. Litvanya basınında yer alan haber ve yazılar genellikle, Litvanya toplumunun düşüncelerini veya Litvanya yöneticilerinin resmi görüşlerini değil, İngiliz ve Alman gazetelerinden çeviri veya aktarmaları içeriyordu. Litvanya Tatarlarına ait basınında ise Litvanya Tatar toplumunun ve Tatar aydınlarının görüşleri yansıtılıyordu. Bildiride, Litvanya ve Türkiye’nin siyaseti ile ilgili bilgilerin bulunduğu belli başlı basılı yayınlar incelenecektir. Genel Litvanya basınına ait “Laisvė” (1919–1923), “Vilniaus aidas” (1925–1928), “Diena” (1919, 1929–1930, 1938), “XX amžius” (1936– 1938), “Naujoji Romuva” (1939), “Apžvalga” (1939) başlıklı gazeteler ile Litvanya Tatarlarına ait ‘Życie Tatarskie‘ (Tatar Hayatı, C. I–VI, 1934–1939), ‘Przegląd Islamski‘ (İslâm İcmali, 1930–1937) ve ‘Rocznik Tatarski‘ (Tatar Yıllığı, C. I–III, 1932, 1935, 1938) adlı yayınlarda pek çok ilginç bilgi, haber ve veriye rastlanmaktadır.

Ottoman Empire and Grand Duchy of Lithuania were closely connected by long lasting diplomatic relations (15th -16th cen.). After announcing independency in Lithuania (1918) and in Turkey (1923), those friendly relations continued. Turkish and Lithuanian diplomatic relations were established in 1930 by signing the “Friendship” pact. Those new diplomatic relations between two Republics were strengthened by assigning their representatives in Kaunas and Ankara. About diplomatic closeness between Lithuanian and Turkey in 1923–1939 witnesses various sources. Disagreements between Turkey and Greece, coming of new politicians to states ruling, charismatic personality of the first Turkish president Mustafa Kemal Ataturk, – all of it became a topic in Lithuanian press and on the pages of Lithuanian Tatars journals. Most often, the case was that main guidelines in those articles were not opinion of Lithuanian community or government, but the translated and reprinted information from English and German newspapers. On the contrary, in Lithuanian Tatar journals one could get to know more about opinion of Tatar intellectuals and discrete members of their community. Information about political life of Lithuania and Turkey could be found in Lithuanian published newspapers such as “Laisve” (1919-1923), “Vilniaus aidas” (1925- 1928), “Diena” (1919, 1929-1930, 1938), “20th century” (1936–1938), “Naujoji Romuva” (1939), “Apzvalga” (1939), and as well as in Tatar journals such as “Zycie Tatarskie” (Tatars life, C. I–VI, 1934–1939), “Przeglad Islamski” (Review of Islam, 1930–1937), “Rocznik Tatarski” (Tatar manuscript, C.I–III, 1932, 1935, 1938). In this paper are discussed friendly relations between two countries, as well as, after thorough selection of articles, presented general opinion about political life and main events in Turkey.

Cumhuriyet Döneminde Uygulanan Yol Vergisi: Manisa Örneği

Gülben Mat

ORCİD:0000-0003-2233-2041

Sayfalar: 313-334

Osmanlı Devleti’nde Karayollarını desteklemek amacıyla 19. yy sonlarından itibaren yol vergisi uygulanmaya başlanmış, bu vergi Cumhuriyet Dönemine de intikal etmiştir. Gelir düzeyine bakılmaksızın erkek nüfustan alınan vergi çoğu zaman halkı zorlamış, genelde şikâyet konusu olmuştur. Yol vergisini uygulama konusunda bazı vilayetlerde zaman zaman görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Bildiride, 1931 yılında Nafia Vekâleti ile Manisa Vilayeti arasında anlaşmazlığa neden olan yol vergisinin, Dâhiliye Vekaletince Şura’yı Devlete havale edilmesi ve bunun neticelenmesi ele alınmıştır. Ayrıca Nafıa Vekâletinin “Yol Vaziyeti Hakkında Muhtıra”sı BCA’da bulunan belgeler ışığında değerlendirilmeye çalışılmıştır.

Road tax have been started to be applied for supporting road transportation in Ottoman Empire as from the late 19th century. That tax passed to the Republican Period. The tax taken from male population frequently put pressure on public regardless of income level. It usually has became a matter of debate. In some provinces, differences of opinion have occurred on applying road tax from time to time. In announcement, the transference of the tax road which gave rise to disagreement in 1931 between the Ministry of Public Works and the province of Manisa by the Ministry of Interior to the Council of State and the finalization of this have been examined in detail. Also, “The Memorandum About Road Condition” by the Ministry of Public Works have been trying to be evaluated in the light of documents found in the Directorate of Repuclican Archives of the Prime Ministry.

Millî Mücadele Sonunda Hürriyet ve İtilaf Fırkasının Dağılması ve Liderlerinin Akıbeti

Hacer Göl

ORCID: 0000-0003-2371-7947

Sayfalar: 335-355

Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) 21 Kasım 1911 tarihinde Türk siyaset sahnesine girdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (İTC) muhalif bir fırka olarak kuruldu. Babı-ali Baskını’ndan sonra meydana gelen Mahmut Şevket Paşa suikastı ile birçok Hürriyet ve İtilafçı suikasta katıldıkları gerekçesiyle yargılanmış, bir kısmı sürgüne gönderilirken bir kısmı da yurt dışına kaçmıştı. Bu nedenle aktif olarak faaliyetlerine devam edemeyen fırka, 1 Ocak 1913’de taşra şubelerini de kapatarak siyasi hayattan çekildi. Sultan Vahidettin’in veliahtlık döneminden itibaren Hürriyet ve İtilafçıları desteklediği bilinmektedir. Nitekim onun 3 Temmuz 1918’de tahta çıkmasıyla birlikte Hürriyet ve İtilaf Fırkası’da yeniden vücut buldu. Milli Mücadele döneminde Anadolu Harekatı’nı, İttihat ve Terakki’nin devamı olarak gören ve gelinen noktadan İttihatçıları suçlayan HİF mensupları Saltanat yanlısı bir politika izledi. Bu nedenle de bu dönem içerisinde devlet kademesinde önemli görevlere getirildiler. Ref’i Cevad, Ali Kemal, Refik Halit, Gümülcineli İsmail, Mustafa Sabri, Zeynelabidin fırkanın önemli liderleri arasındadır. HİF kalemleri kitle iletişim aracı olan basını etkin bir şekilde kullanarak Anadolu Harekatı’na muhalefet etti. Anadolu’da çıkan pek çok ayaklanmada etkin rol oynarlarken bir taraftan da Kuva-yı inzibatiyeyi desteklediler. Anadolu harekatının adım adım başarıya ulaşmasından sonraki süreçte fırka önce HİF ve Mutedil HiF olarak ikiye bölünmüş, Ali Kemal hadisesinden sonra da birçok lideri yurt dışına kaçmıştı. İşte HİF’nı bu sürece getiren hadiselerin incelenmesi ve liderlerine ne olduğu bu çalışma ile ortaya konulacaktır. Konunun araştırılmasında Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Türk İnkılap Tarihi Arşivi, dönemin basını (Milli Mücadele yanlısı ve karşıtı) ve anılar üzerinden ağırlıklı olarak faydalanılacaktır.

Indipendence and Entente Party was founded in 21th November 1911 as being the opponent to Party of Union and Progress. After the assassination of Mahmut Şevket Pasha that had happened after the irruption of Sublime Porte the members of Party of Union and Progress had been judged, some of them had been exiled and the others had escaped abroad. Because of this the mentioned party that couldn’t go on their activities was closed with its rural branchs in the 1st January 1913. It is known that Sultan Vahidettin have proped up the members of Party of Indipendence and Entente. As a matter of fact with his coming to the throne Party of Indipenendce and Entente rebirthed. The members of Party of Indipendence and Entente who had supposed the Anatolian Campaing as the continuation of Committee of Union and Progress and accused the members of Party of Indipendence and Entente adopted the policy which was partial to th Sultanate. Therefore they were assigned important duties in the state affairs. Ref’i Cevad, Ali Kemal, Refik Halit, Gümülcineli İsmail, Mustafa Sabri, Zeynelabidin are the significant leaders of the party. Party of Indipendence and Entente opposed to The Anatolian Campaign by using the press. While they had a role in the revolts that occured in Anatolia also they supported Kuva-yı İnzibatiyye. After the achievement of The Anatolian Campaign the party was divided down the middle as Party of Indıpendence and Entente and Conservative Party of Indipendence and Entente. And also after the incident of Ali Kemal party’s many members escaped abroad. The examining of the incidents that brought the Party of Indipendence and Entente to this situation and its leaders’ aftermath will be revealed with this study. The process of been searching this subject will be used The Ottoman Archives of The Prime Ministry, The Archives of Turkish Revolution and this period’s press (The supporter and opponent of Turkish National Struggle) and the memory books.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Parti Programlarında, Seçim Bildirgelerinde ve Söylemlerinde “Avrupa Birliği”

Haydar Efe

ORCID: 0000-0002-3307-1185

Sayfalar: 357-376

Avrupa Birliği’ne ve diğer Batılı kurumlara tam üyelik Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının en temel hedeflerinden biridir. Atatürk’ün “medeniyet arzu edip de Batıya yönelmemiş millet hangisidir?” özdeyişini şiar edinen gelmiş geçmiş bütün cumhuriyet hükümetleri bu hedef doğrultusunda samimi çabalar göstermiştir. “Çağdaş uygarlık düzeyine erişmek”le aynı anlamda kullanılan Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi hem iç politikanın hem de dış politikanın temel gündem maddelerinden biri olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefinin bütün siyasal partilerce aynı kararlılıkla desteklenmediği somut bir gerçekliktir. Dolayısıyla, bazı siyasal partiler bu hedefe sıkı sıkıya bağlıyken, bazıları Avrupa Birliği hedefine sıcak bakmamışlardır. Hatta, bazı partilerin dönem dönem siyasi konjoktürle ilgili olarak Avrupa Birliği’ne verdikleri destek düzeyi değişmiştir. 60’lardan günümüze Türk dış politikasının temel önceliklerinden biri olan Avrupa Birliği’ne üyeliğin ülkenin siyasi partileri tarafından nasıl değerlendirildiği çok önemlidir. Dolayısıyla, bazen iktidarda bazen de muhalefette ülkenin siyasetine yön veren Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu konudaki görüşleri önemlidir. Bu çalışmada, Cumhuriyet Halk Partisi’nin söylemlerinde, parti programlarında ve seçim bildirgelerinde Avrupa Birliği’ne bakış ele alınarak, zaman içinde Avrupa Birliği’yle ilgili konuların Parti söylemlerinde ve diğer belgelerinde nasıl yer aldığı ortaya konulacaktır

Full membership to the European Union and other Western institutions is one of the fundamental objectives of the Republic of Turkey’s foreign policy. All the republican governments that have taken Atatürk’s motto” which nation desires to have civilization and not directed to the West?” has shown sincere efforts towards this goal. Goal of full membership to the European Union, which is the same meaning with the goal of “reaching the level of contemporary civilization” has been and remains one of the main agenda items of both domestic politics and foreign policy. It is a concrete fact that the goal of full membership to the European Union is not supported with the same determination by all political parties. Therefore, while some political parties are firmly committed to this goal, some have not been warm to the European Union goal. In fact, the level of support given by some parties to the European Union for political conjuncture has changed in the period. It is very important how the full membership to the European Union, which is one of the main priorities of Turkish foreign policy, is assessed by the political parties of the country. Therefore, the opinion of the Republican People’s Party, which sometimes governs the politics of the government and played role as a main opposition party, is important. In this study, it will be revealed how the issues related to the European Union take place in the Party discourses and other documents of the Republican People’s Party, the party programs and the election declarations by taking the European Union’s point of view. In this study, it will be revealed how the issues related to the European Union take place in CHP discourses and other documents over time, by taking into consideration the views of the European Union in the speeches, party programs and election declarations.of the Republican People’s Party,

Paris Barış Konferansı’nda; “İstanbul ve Boğazlar Mandası” Tartışmaları

Kadir Kasalak

ORCID: 0000-0002-6843-5866

Sayfalar: 377-389

Birinci Dünya Savaşının bitimi sonrasında yapılan bir dizi konferanslarda tartışılan en önemli konulardan birisi de; İstanbul ve Boğazların geleceği olmuştur. Paris, Londra ve San Remo konferanslarında büyük tartışmalara neden olan İstanbul ve Boğazların geleceği, dönemin büyük devletleri diye adlandırılan devletlerarasındaki çıkar çatışmaları ile Türk ve İslam dünyasına bakışlarını ve niyetlerini bu tartışmalarda açıkça ortaya koymuşlardır. Bu örnekler günümüz olaylarına ışık tutması bakımından da çok önemlidir. Yeni Dünya Düzeni kurma, amacıyla yola çıkan başta ABD olmak üzere; pek çok ülkenin katılımıyla 18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı adıyla toplanan konferans da bir araya gelmişlerdir. Konferansta oluşturulan onlar konseyi daha sonra dörtler konseyi, dünyanın yeni yapısını şekillendirme çalışmalarına başlamışlardır. Bu konferanstaki çalışma ve tartışmalar ABD, İngiltere ve Fransa’nın istekleri doğrultusunda oluşmuş; İtalya ve Japonya çok etkin rol oynayamamıştır. Londra ve San Remo konferansları da bir bakıma Paris Barış Konferansının sonuçlarının olgunlaştırılması ve uygulaması olmuştur. Paris Barış Konferansının pek çok sonuçlarından birisi; dünya barışını tesis etmeye yönelik cemiyet-i akvamın kuruluşu ise, bir diğeri de; bu cemiyetin devletlerarası rekabete ve sömürgeciliğe (sözde !) yeni bir düzen getirmek olmuştur. Osmanlı Devleti ve Çarlık Rusya’sının yıkılması, bir yandan sömürgeci ülkelerin iştahını kabartırken, diğer yandan Rusya Çarlık yönetiminin yerine kurulan “Sovyet rejimine” karşı ortak tavır alarak, Sovyet yayılmacılığına engel olma fikrini geliştirmiştir. Türk aydın ve yöneticileri de bu konferanslar sürecindeki tartışmaları yakından izlemiş; ağırlıklı olarak “manda sistemi” ve Osmanlı Devleti üzerinde uygulanacak sistemleri tartışmışlardır. Bağımsızlığın sürdürülemeyeceği endişesiyle hareket eden bazı Türk aydın ve idarecileri, manda, himaye ve Bolşeviklik üzerinde yaklaşık iki yıldan fazla bir süre tartışmışlardır. Bu tartışmaların yapılmasındaki ana etkenlerin başında; manda sisteminin kurulması ve Sovyet yönetiminin kurulma sürecinin önemli olduğunu ifade etmeliyiz. Bu bildiride yukarıda değindiğimiz ana fikirlerden hareketle, “İstanbul ve Boğazlar” üzerinde kurulması düşünülen ve tartışılan manda yönetimi tartışmalarını inceleyeceğiz.

One of the most important issues discussed during a series of conferences after the end of World War I was the future of Istanbul and the Straits. The future of Istanbul and the Straits caused great controversies at Paris, London and San Remo conferences. These debates or disputes clearly showed the clash of interests of the great powers in international relations in this period and their attitudes and intentions towards the Turkish and Islamic world. These examples are also very important for providing an insight on today’s events. Many countries, especially the United States came together to establish a New World Order on 18 January 1919 at the Paris Peace Conference. The Council of Ten and later Council of Four forming at the Conference began their work to shape the new structure of the world. The work and discussions at this conference were organized according to the wishes of the USA, Great Britain and France. Italy and Japan did not play very active roles. The London and San Remo conferences also became a phase and implementation of the results of Paris Peace Conference. One of the many conclusions of the Paris Peace Conference was the establishment of League of Nations to build world peace and bringing (so-called) a new order by this organization to the international competition and colonialism. While the collapses of the Ottoman Empire and Tsarist Russia were whetting colonialist states’ appetites, an idea was developed to prevent Soviet expansionism by adopting a common attiude against “Soviet regime” established in place of the Tsarist regime. The Turkish intellectuals and administrators closely followed the discussions in these conferences; they mainly discussed the “mandate system” and the systems to be implemented on the Ottoman State. Some Turkish intellectuals and administrators, concerned with the fear that their independence could not be sustained, had discussed for more than two years on bolshevism, mandate and patronage. We must state that the most important thing of the main factors in making these discussions was the establishment of the mandate system and the establishment of the Soviet administration. In this presentation, from the main ideas mentioned above, we will examine the debates on the mandate governance which was planned and discussed to be established on “Istanbul and the Straits”.

Eğitim Tarihi Açısından Maarif Vekâleti İhsaiyat Mecmuası

M. Serhan Yücel

ORCID: 0000-0003-2453-4069

Sayfalar: 391-410

Cumhuriyet Türkiyesinin Osmanlıdan devraldığı eğitim mirası tartışma konusu olagelmiştir. Cumhuriyetin birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında da enkaz devraldığı; eğitimi, olağanüstü çaba ve hukukî düzenlemelerle önemli ölçüde toparladığı yaygın olarak ifade edilmektedir. Bununla birlikte var olan yapının bozularak, Osmanlının eğitim mirasının çarçur edildiği iddiaları da bulunmaktadır. Üzerinde mutabakat sağlanan yaklaşım ise Cumhuriyetin lider kadrosu ve yüksek bürokratlarının eğitimlerini -büyük çoğunlukla- İkinci Abdülhamid döneminde, Osmanlı eğitim kurumlarında tamamladıklarıdır. Milli Mücadeleden zaferle çıkmasına rağmen bulaşıcı hastalıklarla, yoklukla ve yoksullukla mücadele eden genç Cumhuriyet, eğitim alanında köklü değişikliklere gitmiş, buna rağmen kurumsallaşma ve kurum hafızasını öne çıkarmıştır. Nitekim maarif teşkilatı Osmanlıdan Cumhuriyete süreklilik faktörünü kaybetmemiştir. Bu noktada Birinci Dünya Savaşının olumsuz şartlarında yayınlanan, 1913’ün eğitim istatistiklerinin yer aldığı Maarif Vekâleti İhsaiyat Mecmuası, Cumhuriyetin ilanından sonra da yayınlanmaya devam etmiştir: Maarif Vekâleti, 1926’da Devlet İstatistik Enstitüsünün kurulmasına kadar 1923-1924 ders yılından itibaren birer yıllık eğitimöğretim dönemlerini kapsayan üç ayrı İhsaiyat Mecmuası çıkarmıştır. Her biri ortalama bir kitap boyutunda olan ve Osmanlı Türkçesiyle yazılan bu eserlerde bulunan veriler/ bilgiler ve bu veriler/ bilgilerin tablo ve haritalara aktarılma şekli günümüzde kullanılan istatistik programlarının ilk versiyonu gibidir. Bölüm başlarında kısa bilgi veya tarihçenin yer aldığı, tabloların büyük çoğunlukla il ve ilçe esas alınarak oluşturulduğu bu eşsiz eserde onlarca başlık yer almaktadır. Bu başlıklar arasında merkez teşkilatının organları, bütçesi ve gelen giden evrakı; Avrupa’ya gönderilen öğrenciler; yükseköğrenim, liseler, ilk ve ortaöğrenim, anaokulları, azınlık okulları, yabancı okullar ve özel okullar; bu okullardaki öğretmen ve öğrenci sayıları; okul binaları, tesisler, okul yapıları ve taşınmazları, eğitim araç ve gereçleri gibi eğitime ait konular bulunmaktadır. Ayrıca Cumhuriyetin ilk yıllarında Maarif Vekâletine bağlı olan müzeler, kütüphaneler ve matbaalara ilişkin birçok veriye ulaşılabilmektedir. Böylesine değerli bilgileri içermesine rağmen bugüne kadar yararlanılmayan bu eserlerin Cumhuriyet tarihi ve özellikle eğitim tarihinde yapılacak birçok çalışmaya katkı sağlayacağı ümit edilmektedir.

Education inherited from the Ottoman Empire has been a subject of debate in he Republic of Turkey. The Republic has taken over the wreck in the field of education as it is in many areas; it has improved education with extraordinary efforts and legal regulations. Along with this, there is an allegation that the Ottoman educational heritage was ruined by the regulations. The agreed approach is that the leaders of the Republic and the high bureaucrats completed their education career in the Ottoman educational institutions mostly in the period of the Second Abdulhamid. Despite the victory of the National Struggle, the young Republic, which struggled with infectious diseases, poverty and poverty, has gone through drastic changes in the field of education, yet it gave importance to institutionalization. As a matter of fact, the education organization continued to follow some of the implementations of the Ottoman Empire. At this point, the Ministry of Education’s statistics journal (ihsaiyat mecmuası), which had education statistics of 1913 and was published under the negative conditions of the First World War, continued to be published after the declaration of the Republic. The Ministry of Education published three journals for one academic year each until the establishment of the State Statistical Institute in 1926. These are the first versions of statistical programs that are used today in the form of transferring tables and maps of data / information and data / information found in these works written in Ottoman Turkish, each of which is an average book size. There are dozens of titles in this unique work, which was categorized based on provinces and districts, and whose parts start with short information about the history of journal. These include the parts of the central organization, the budget of the organization and incoming documents; list of students sent to Europe; higher education, high school, primary and secondary education, kindergartens, minority schools, foreign schools and private schools; the number of teachers and students in these schools; educational buildings, school buildings, immovables, educational tools and equipment. In addition, the information about the museums, libraries, and printing houses that were connected to the Ministry of Education in the first years of the Republic is available. Having appreciated the value of these journals, this study will contribute to many works to be done in the history of the Republic and especially in the history of education.

Kıbrıs Türktür Partisi

Mehmet Balyemez

ORCID: 0000-0002-1532-0643

Sayfalar: 411-426

İngiltere, Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının devamını sağlamak için Filistin ve Süveyş’teki askeri varlığı ile Kıbrıs’taki egemenliğine önem vermiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan BM’nin Sözleşmesinde yer alan sömürgeciliğin tasfiyesi ve sömürge toplumlarına self determinasyon hakkının tanınması ilkeleri İngiltere’nin bu bölgedeki durumunu zorlaştırmıştır. İngiltere, Sözleşmede yer alan ilkeleri hayata geçirebilmek için ara bir formül bulmuş ve bu doğrultuda Kıbrıs’ta siyasi örgütlenmelere izin vermiştir. İlk Kıbrıs Türk siyasi örgütlenmesi olan Kıbrıs Adası Türk Azınlık Kurumu (KATAK) İngiliz sömürge yönetimi döneminde 18 Nisan 1943 tarihinde kurulmuştur. Kıbrıs Türktür Partisi ise 1955 yılında kurulan son siyasi örgütlenmedir. Kıbrıs Türktür Partisinin kuruluş tarihi çok önemli gelişmelerin yaşandığı bir döneme denk gelmiştir. Bu dönemde; Ada’da şiddet olayları başlamış ve şiddet kısa sürede toplumlararası çatışmaya dönüşmüş, Türkiye’nin Kıbrıs Sorununa taraf olmasını sağlayan Londra Konferansı düzenlemiş, 6/7 Eylül olayları yaşanmıştır. Kıbrıs Türktür Partisi, bu dönemde Ada’daki Türk toplumunun siyasi temsilcisi olarak yaşanan tüm gelişmelere doğrudan etki etmiştir.

Britain has attached importance to the military presence in Palestine and Suez and the sovereignty of Cyprus in order to maintain its interests in the Eastern Mediterranean. However, the principles of the decolonization and the recognition of the self-determination of colonial societies in the UN treaty adopted after the Second World War made the situation in this part of the UK difficult. Britain has found an intermediate formula to pass the principles contained in the Convention to life and allowed political organizations in Cyprus to do so. The first Turkish Cypriot political organization, the Turkish Cypriot Minority Authority of Cyprus (KATAK), was established on April 18, 1943. Kıbrıs Türktür Partisi was the last political organization established in 1955. The founding date of the Cypriot Party of Cyprus is a turning point in the development of very important developments. In this period; violence began on the island and soon turned into communal conflict, Turkey’s being a party to provide the Cyprus problem has organized a conference in London, has experienced the events of September 6/7. Kıbrıs Türktür Partisi had a direct impact on all developments experienced as political representatives of the Turkish community in the island during this period.

1935-1950 Yılları Arasında Kaleme Alınan CHP Parti Müfettiş Raporlarının Yerel Tarih Araştırmalarındaki Yeri ve Önemi: Batı Anadolu Örneği

Mehmet Karayaman

ORCİD:0000-0001-9730-5000

Sayfalar: 427-458

9 Eylül 1923 tarihinde kurulan Halk Fırkası, 1924 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası, 1935 yılında da Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. Cumhuriyeti kuran kadroları bünyesinde barındıran, inkılap hareketlerine öncülük eden Cumhuriyet Halk Partisi, 1950 yılına kadar iktidarda kalarak, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna ve gelişimine öncülük etmiştir. Parti teşkilatını denetlemek, parti faaliyetlerini daha etkin hale getirmek amacıyla, 1923 yılında hazırlanan parti nizamnamesine, “Teftiş Daireleri” başlığı altında bir madde eklenerek, ülke teftiş bölgelerine ayrılmış ve her bölgeye birer müfettiş atanmıştır. 1927 ve 1931 yıllarında yapılan düzenlemelerle, yetki ve görev tanımlarında değişiklik yapılan parti müfettişleri, 1935 yılında hazırlanan CHP Teftiş Bölgeleri ve Teftiş İşlerini Yürütme Planı başlığını taşıyan talimatname ile kurumsal bir yapıya kavuşmuşlardır. Genelde milletvekilleri arasından atanan parti müfettişlerinden, yılda en az altı ay boyunca sorumlu oldukları bölgede bulunmaları, parti teşkilatı tarafından yürütülen işler, basın-yayın faaliyetleri, partiye ait malların durumu, parti teşkilatı ve üyeleri arasındaki uyum, Halkevlerinin faaliyetleri, halkın sosyal ve kültürel yapısı, eğitim, sağlık ve sosyal yardım faaliyetleri, gençlik ve spor kulüpleri hakkında yapmış oldukları teftişin neticesini, yılda iki defa rapor halinde parti genel sekreterliğine iletmeleri istenmiştir. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde, Cumhuriyet Halk Partisi evrakları başlığı altında bulunan ve parti müfettiş raporları olarak tasnif edilen belgeler, birkaç farklı belge kümesinden oluşmaktadır. Klasörlerde, parti müfettişleri tarafından kaleme alınan raporlar dışında, parti örgütlerinin ve Halkevlerinin altı aylık çalışma raporları, milletvekillerinin seçim bölgelerinde yapmış oldukları incelemeler sonunda hazırlamış oldukları raporlar ile raporlarda belirtilen işlerin takibine ilişkin yazışmalar yer almaktadır. Çalışmamızda, 1935-1950 döneminde kaleme alınan parti müfettiş raporları hakkında bilgi verildikten sonra Batı Anadolu bölgesine ait raporlar üzerinde durulacaktır. Taşradaki parti çalışmaları dışında, başta eğitim, sağlık, spor, basın-yayın ve ekonomik faaliyetler olmak üzere pek çok bilgiyi içeren raporlardan örnek aktarımlar yapılacaktır. Amacımız parti müfettiş raporlarının yerel tarih araştırmalarındaki önemini vurgulamak ve önemli bir kaynak kümesini oluşturan parti müfettiş raporlarına araştırmacıların ilgisini çekmektir.

Cumhuriyet Halk Partisi was founded on 9 September 1923, originally named Halk Fırkası. In 1924 it was named Cumhuriyet Halk Fırkası and in 1935 it took its present name Cumhuriyet Halk Partisi (The Republican People’s Party). Cumhuriyet Halk Partisi was composed of founders of the Republic and they as a party pioneered reform movements. Cumhuriyet Halk Partisi remained in power until 1950 and guided the foundation and development of Republic of Turkey. In order to establish a better supervision over the party and to make party activities more efficient, Cumhuriyet Halk Partisi added an article under the title of “Teftiş Daireleri” to the party regulation that prepared in 1923 and therefore the country was divided into inspection regions and a party inspector was stationed in every inspection region. The job and jurisdiction definition of party inspectors changed with new arrangements made in 1927 and 1931 and they attained a juridical identity with a regulation titled “CHP Teftiş Bölgeleri ve Teftiş İşlerini Yürütme Planı” prepared in 1935. The party inspectors, who were mostly members of parliament, must work at least six months in districts they were responsible for and must supervise party affairs and was expected to send reports, which included information on party activities, press-media activities, condition of party property, harmony between party organization and party members, activities of community centers (Halkevleri), social and cultural structure of society, education, health and social aid works, youth and sports clubs, to the secretariat general of the party twice a year. The archival records under the title of “Cumhuriyet Halk Partisi documents” and classified as “party inspection reports” are composed of a couple of different piles of archival records in the Republican Archive of the Prime Ministry. In these folders, other than the reports written by party inspectors, there are semi-annual working reports of the party organization and community centers (Halkevleri), reports prepared by members of the parliament after their observations in their electoral districts and correspondences concerning the follow-up of works stated in these reports. In this study, after giving information about the party inspectors written between the years of 1935 and 1950, reports specifically on the Western Anatolia region will be examined. Sample data from these reports, which -apart from the party activities in provinces- contain a lot of information on education, health, sports, press-media and economic activities, will be presented. The aim of this study is to lay emphasis on the importance of party inspection reports in local history studies and to attract attention of researchers to the party inspection reports which contain important information for researchers.

11 Eylül Sonrası Türk-Amerikan İlişkilerinde Krizler: Nasıl Bir Gelecek?

Mehmet Seyfettin Erol

ORCID: 0000-0001-9175-3742

Sayfalar: 459-473

Soğuk Savaş sonrası, 1991-2001 arası dönemde geçici bir zafer havasına giren ve bunu perçinleştirmek için 11 Eylül 2001’de Afganistan’a müdahalede bulunarak “Yeni Büyük Oyun”u başlatan ABD, küresel hegemon güç olma vasfını büyük ölçüde kaybetmiş olmanın ötesinde, artık Batı dünyasındaki liderliği de tartışmalı bir aktör konumundadır. Daha da ötesi ABD’nin kendi ülke sınırları ve yakın çevresi ağırlıklı olmak üzere etkisini her geçen gün daha da arttıran ve derinleşme eğilimi gösteren iktisadi-mali-siyasi bazlı kriz ile bunun sistem içi yol açtığı bir takım kırılmalar, önü alınamadığı takdirde önümüzdeki süreçte daha büyük sıkıntılara yol açacağının güçlü sinyallerini vermektedir. Bir diğer tabirle, ABD 21. yüzyılın “hasta adamı” ve dünya yeni bir “jeopolitik deprem” olasılığıyla karşı karşıyadır. “Duraklama” ile “gerileme” arasında bir yerlerde bulunan “Amerikan İmparatorluğu”, “İkinci SSCB” olmamak için eski Sovyet ve Osmanlı-Selçuklu coğrafyalarını hedef alan yeni bir saldırgan politika başlatmış durumdadır. Doğrudandolaylı yöntem ve araçlarla söz konusu coğrafyalara müdahale eden ABD, yeni ve kuvvetlendirilmiş bir jeopolitik denge oluşumuna ihtiyaç duymaktadır. Bu jeopolitik dengenin yolu da hiç kuşkusuz, ABD ile Çin arasında güçlü bir tampon bölge olarak ön plana çıkan Türk-İslam dünyasından ve onun kalpgâhı konumunda bulunan Türkiye’den geçmektedir. Diğer taraftan Türkiye’nin de Doğu-Batı arasında yeni bir denge politikası yürüttüğü ve ABD’den bağımsız bir politika takip etmeye çalıştığı dikkatlerden kaçmamaktadır. “1 Mart Tezkere Krizi” burada bir milat olmakla birlikte, aslında sürecin 16 Kasım 2001 ve 7 Mart 2002 tarihlerinde açık bir meydan okuma şeklinde başladığı ve 15 Temmuz’da askeri bir darbe ile zirve yaptığı ve iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik ortaklıktan ziyade stratejik düşmanlık olarak nitelendirildiği görülmektedir. Dolayısıyla ikili ilişkilerdeki krizin konjonktürel olmaktan ziyade yapısal mahiyette olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Türk-Amerikan ilişkilerinin önümüzdeki süreçte nasıl bir şekil alacağı en büyük soru işaretlerinden birini oluşturmaktadır. Bu tebliğde TürkAmerikan ilişkilerine etki eden temel faktörler ve aktörler irdelenmek suretiyle “nasıl bir gelecek” sorusuna cevap aranılacaktır.

Subsequent to the end of the Cold War, the United States of America, boasting a temporary victory between 1991-2001 launched the “New Great Game” by invading Afghanistan on September 11, 2001, in order to secure its supremacy. However, this action has resulted in the renouncement of United States global hegemonic power, while its leadership of the West had become equivocal. Moreover, the economical-financialpolitical based crisis which is deepening with increasing effects in the US and its nearperiphery is fragmenting the system and hints major doldrums if it remains unchecked. In other words, the United States has become the “sick man” of the 21st century and the world faces the possibility of a new “geopolitical upheaval”. The “American Empire” which is somewhere amid “discontinuance” and “decline”, has launched an aggressive policy aimed at former Soviet and Ottoman-Seljuk geography to prevent itself from becoming a “second USSR”. The United States, which obtrudes the geography in question through directindirect tools and methods needs a new and strengthened geopolitical equilibrium. Undoubtedly, this equivalence stretches throughout the Turkic-Islamic world, with Turkey in the heartland and forms an influential buffer zone between the United States and China. On the other hand, Turkey’s effectuation of a new balance policy between East-West, distant of the United States does not escape one’s attention. Herein, the “March 1 Resolution Crisis” is a milestone. In fact, the process which began through defiance’s on 16 November 2001 and 7 March 2007 and peaked on 15th of July through a military coup is being characterised as a decisive hostility instead of a strategic partnership. Therefore, the crisis in bilateral relations is of a structural nature rather than conjunctural. In this context, the future of Turkish-US relations remains enigmatic. As a result, this edict will scrutinise the factors and actors influencing Turkish-US relations while trying to the answer the question of “what kind of future”.

The Role of Sadri Maksudi Arsal in the Education and Work of the Turkish Historical Congress

Milyausha Gaynanova

ORCID: 

Sayfalar: 475-485

XX. y.y. birinci yarısında Müslüman ve Türk toplumlarında önemli olaylarda ve dönüşümlerde aktif faaliyetleri ve katılımıyla ilmi ilgi odağı olmakla kalmayıp gurur kaynağımızı teşkil eden Sadri Maksudi Tatar halkı için önemli bir figür olmaktadır. Günümüzde Maksudi Tatar ve Türk halkları arasında entellektüel bir köprüdür. Sadri Maksudi’nin Türkiye Cumhuriyeti’nde tarihi araştırmaların oluşması sürecindeki rolüne ne kadar değer verilse de az. Yeni yapı devlet vatandaşlarını bir ulusa birleştirecek milli bir fikirin oluşmasının acil gerekliliğini dile getiren bu tarihi dönemde Türk tarihini araştırma Komitesinin (daha sonra Türk Tarih Kurumu) kurulması gerektiğini anlayanlardan ilklerden birisi idi. Türklerin geçmişini araştırmayı hedefleyen tarihi çalışmalar yeni Türkiye’nin siyasi arenadaki yerini değerlendirme fırsatını sağlıyordu. Sadri Maksudi tarih araştırmaları sonuçlarını sunduğu tarihi kongrelere katılıyordu. Dünyanın gelişmesini etkileyen faktör ve nedenleri ve bir tarihi gelişmenin hedeflerini buldu.

S. Maksudi is currently considered to be an intellectual bridge between the Tatar and Turkish people. The role of Sadri Maksudi in the process of the formation of historical research in the Turkish Republic can not be overestimated. He was one of the first who understood the need to establish a Committee for the Study of Turkic History (which later became the Turkish Historical Society) at this historical stage, which dictated the urgent need for a national idea uniting the citizens of the new state in the nation. S. Maksudi participates in historical congresses, where he presents his research results on history. He reveals the factors and causes that affect the development of mankind, as well as the goals of the historical development of mankind. As for the entire historical heritage of Sadri Maksudi, the study and analysis of his research in the field of history is indisputably important.

Macar Elçilik Raporlarına Göre Atatürk Dönemi’nde Türkiye’nin Orta Doğu Politikası

Müjdat Karagülmez

ORCID: 0000-0002-9169-7004

Sayfalar: 487-506

Türkiye Cumhuriyeti, Milli Mücadele ile bağımsızlığını elde ettikten sonra genel dış politikasını barışın korunması ve ne pahasına olursa olsun bu barışın devam etmesi üzerine kurmuştur. Bu süreçte Türkiye’nin uyguladığı aktif dış politika, Macarlar tarafından dikkatle takip edilmiştir. 1924 yılında Türkiye’de Macaristan Elçiliği’nin açılması ile görev yapmaya başlayan Macar elçileri, Türkiye’nin aktif dış politikasına tanıklık etmişlerdir. Onlara göre Türkiye, Lozan’dan sonra öncelikle iç meselelerini çözüme kavuşturmuş ve bunun sonrasında komşuları ile iyi ilişkiler kurarak Orta Doğu’da istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmuştur. Macar elçileri, özellikle Türkiye’nin Irak, İran, Suriye ve Afganistan ile olan ilişkileri hakkında çok sayıda “gizli” rapor yazarak bu raporları Macaristan Dışişleri Bakanlığı’na göndermiştir. Bu raporlarda, Türkiye’nin Orta Doğu’da “yapıcı” bir dış siyaset izlediği ve sınır anlaşmazlıklarının çözümü konusunda önemli ölçüde ihtiyatlı davrandığı ifade edilmiştir. Macarlar, Trianon ile topraklarının 3/2’sini kaybettikleri için, özellikle Türkiye’nin komşuları ile olan sınır meselelerini nasıl çözüme kavuşturduğunu özenle takip etmişlerdir. Çünkü bu meseleler Milletler Cemiyeti’nin de dâhil olduğu geniş bir Avrupalı devletler grubu tarafından da önemli bulunmaktaydı. Burada alınabilecek kararlar Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan barış anlaşmalarının revize edilmesi hususunda Macarlar için emsal teşkil edebilirdi. Bu sebepler, Macar elçilerinin konuya daha da önem vermelerine neden olmuştur. Macar elçilik raporlarında ayrıca İkinci Dünya Savaşı’na doğru gidilen süreçte Orta Doğu’daki güvenlik arayışlarından doğan “Sadabad Paktı” nın ortaya çıkması ve paktın kurulmasında Türkiye’nin aldığı rolden ayrıntılı olarak bahsedilmektedir. Nitekim Macar elçileri Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile boğazların hakimiyetini tek eline almasını ve Hatay meselesindeki tavrını, “revizyonist” bir çerçevede değerlendirmiştir.

Republic of Turkey, after gaining its independence with the National Struggle has established the general foreign policy to protect the peace and at any cost to continue this peace. Within this period, Turkey’s active foreign policy was followed by Hungarians. In 1924 to serve with the opening of the Hungarian embassy in Turkey, Hungarian ambassadors started to witness to Turkey’s active foreign policy. According to them, Turkey, after Lausanne firstly resolve its internal issues and establishing good relations with its neighbors after it has contributed to the stability in the Middle East. Hungarian ambassadors wrote a number of “secret” reports about especially Turkey’s relations with Iraq, Iran, Syria and Afghanistan and sent them to the Hungarian Ministry of Foreign Affairs. In this report, Turkey in the Middle East “constructive” foreign policy pursued by border disputes and significantly expressed cautious about the solution. Because the Hungarians lost 3/2 of their land with Trianon, especially they followed carefully how they resolved the border issues with neighbour of Turkey. Because these issues were also important by a broad group of European states, including the League of Nations. The decisions that could be made here could be a precedent for the Hungarians in revising the peace treaties signed after the First World War. These reasons led the Hungarian ambassadors to pay more attention to the issue. In Hungarian embassy reports also, Second World War to slide toward processes arising from the quest for security in the Middle East “Sadabad Pact” and the emergence of the establishment of the Pact are discussed in detail the role that Turkey will receive. Indeed Hungarian embassies commented to Montreux Convention on the sovereignty of Turkey’s straits with one hand to take and his attitude towards Hatay was “revizyonist”.

CHP Teftiş Raporlarında Kars Vilayeti Halkevlerinin ve Halkodalarının Durumu

Nebahat Arslan

ORCID: 0000-0002-2500-4564

Sayfalar: 507-529

Kars Vilayeti merkez ve kaza halkevleri ve halkodaları kuruluşlarının ardından 1937, 1940, 1941, 1942, 1945 yıllarında CHP’nin gönderdiği müfettişler tarafından teftiş edilmişlerdi. Hem CHP teşkilatlarının hem de halkevi ve halkodalarının çalışmalarını teftiş edildiği ve bunlar hakkında raporlar hazırlandığı görülmektedir. CHP parti teşkilatlarının ve mülki amirlerin halkevlerine karşı tutumunun da değerlendirildiği raporlarda Kars’ın bu yıllar içerisindeki genel durumu ile ilgili de bilgilere ulaşılmıştır. Bu raporlar ışığında kuruluşlarının ilk yılların da Kars ve kaza halkevlerinin nasıl çalıştığı, hangi işlevlerini yerine getiremedikleri açıklanmış ve yapılacak iyileştirmeler üzerinde durulmuştur. Bu bildiride Cumhuriyet arşivinden alınan belgelerden, dönemin yerel gazete ve dergilerinden, bu konuda yazılan telif eserlerden yararlanılmıştır.

After the establishment of Kars province community center, subdivision of Kars community center and community house, it is seen that the inspectors sent by the CHP have inspected and prepared reports on the workings of the CHP organizations as well as the community center and community house, in 1937, 1940, 1941, 1942 and 1945. Reports on the evaluation of the attitudes of the Chp organizations and administrative chief to the community houses also provided information on the general situation of Kars during these years. In the light of these reports, it is explained that the first years of the organization of community house and how it works, what kind of functions it doesn’t perform and the improvements to be made are emphasized. In this declaration, documents from the archive of the republic, local newspapers and magazines of the period and copyrighted works written in this subject were used.

Mustafa Kemal Paşa’nın Şehit Cemal Paşa Ailesine Sahip Çıkması Meselesi

Nevzat Artuç

ORCID: 0000-0001-5405-4862

Sayfalar: 531-543

Mustafa Kemal Paşa, İttihat ve Terakki lider kadrosu içerisinde yer alan ve ağabey! diye hitap ettiği Cemal Paşa ile çok eskilere dayanan bir dostluğa sahipti. Cemal Paşa, Mondros Mütarekesi sonrasında yurt dışına çıktığı zaman eşi Seniha Hanım’a defalarca “Ben ölürsem o sizi unutmaz” sözleriyle kendisinden sonra ailesini kardeşim! diye hitap ettiği Mustafa Kemal Paşa’ya emanet etmişti. Seniha Hanım her fırsatta bu gerçeği dile getirmiş, aile olarak Mustafa Kemal Paşa’ya çok şey borçlu olduklarını ifade etmiştir. Gerçekten de Cemal Paşa’nın 1922’de şehit edilmesinden sonra, Mustafa Kemal Paşa, ailesine büyük yardımlarda bulunmuştur. Seniha Hanım maddi sıkıntılar içine düştüğünde, çaresiz kaldığında tek dayanağımızsınız diye hitap ettiği Mustafa Kemal Paşa’ya müracaat etmiştir. Çalışmamızda Seniha Hanım’ın dönemin basın-yayın organlarında yer alan beyanatlarından, Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunan 1925 ile 1930 tarihleri arasında doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya yazılmış, (Daha önce yayınlanmamış) olan çok sayıda mektup ve telgraflardan, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde aileye yapılan yardımlarla ilgili belgelerden ve Orhan Koloğlu’nun aile üyeleriyle yapmış olduğu görüşmenin ardından kaleme almış olduğu makaleden istifade edilecektir. Böylece Mustafa Kemal Atatürk’ün devlet adamlığı ve askerlik vasfı dışında son derece vefalı ve insani duygulara sahip örnek bir şahsiyet olduğu gerçeği tarihi bir hakikat olarak ortaya konulmuş olacaktır.

Mustafa Kemal had a very old friendship with Cemal Pasha, who was in the leader staff of the Committee of the Union and Progress and whom he called brother. When Cemal Pasha went abroad after Mudros Armistice, he entrusted his family to Mustafa Kemal whom he called brother, saying to Seniha Hanım that “when I die, he does not forget you.” She put this truth into words on all occasions and expressed that they were grateful to Mustafa Kemal as a family. Truly, after Cemal Pasha was martyred in 1922, Mustafa Kemal provided significant helps to his family. When Seniha Hanım was in financial difficulties and helpless, she applied Mustafa Kemal who she called their only basis. This study will utilize from Seniha Hanım’s statement in press organs of the period, lots of letters and telegraphs (unpublished) directly addressed to Mustafa Kemal Pasha between 1925 and 1930, documents in Prime Ministry Republican Archives related with the helps to the family and articles that Orhan Koloğlu wrote after meeting with the family members. As a result, the historical fact that Mustafa Kemal was exemplary person who was significantly faithful and had humanitarian feelings apart from his statesman and military character will be put forward.

Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçişte Millî Şef İnönü’nün Oynadığı Rol

Osman Akandere

ORCID: 0000-0001-7875-4214

Sayfalar: 545-560

Türkiye’nin tek partili bir yönetimden çok partili hayata geçişi, yakın dönem siyasî tarihimizin en önemli inkılâplarından birisidir. Bu inkılâpla siyasi hayatımıza çok partili bir rejim hâkim olmuş ve vazgeçilmez bir hayat tarzı olarak 1946’dan günümüze kadar olan süreçte Türk demokrasisinin en önemli özelliğini teşkil etmiştir. 22 yıl süren tek parti yönetiminden 1945’te çok partili hayata ülkemizin hangi şartlar altında geçtiği konusu üzerinde bir tartışma ve karşılıklı iddialar vardır. Bu tartışma ve iddiaların odak noktası çok partili hayata geçişte bir zorlama ve tesirin olmadığı ya da olduğudur. Daha ziyade CHP çevrelerince ileri sürülen iddia ve yorumlara göre, Türkiye 1945’te çok partili hayata büyük bir iç istikrar içerisinde ve tek parti olan CHP’nin her yönüyle güçlü olduğu bir dönemde geçmiştir. Bu iddia ve yorumlar 1938-1950 yılları arasında Milli Şef ve Cumhurbaşkanı olarak ülkeyi idare etmiş olan İnönü tarafından bile söylenilmektedir. İnönü’ye göre çok partili hayata geçişte, Türk milletinin tek partili otoriter yönetime karşı duyduğu şikâyet ve zorlamaların hiç bir tesiri olmadığı gibi, bu geçiş üzerinde dış olayların da hiç bir tesiri ve baskısı olmamıştır. İnönü, bütün güç ve yetki kendi elinde iken, demokrasiyi kendi vicdanında hissettiği ve kendisi için demokrasinin bir amaç olması sebebiyle çok partili hayata geçilmiş olduğunu hayatı boyunca savunmuştur. Türkiye’ye demokrasiyi getiren kişi sıfatının ve şerefinin kendisine ait olduğunu toplumumuza dayatmaya çalışmıştır. Diğer taraftan 1945’lerde başlayan demokrasi mücadelesinde rol oynamış ve CHP bünyesinden ayrılarak Demokrat Parti’yi kurmuş olanlar ise, çok partili hayata geçiş konusunda yukarıdaki değerlendirmelere tamamen zıt fikir ve yorumlar ileri sürmektedirler. Celal Bayar ve arkadaşlarına göre, Türkiye’de çok partili hayata geçişimizde iç ve dış tesirlerin büyük rolü olmuştur. Tek parti yönetimince 1945’te Türk toplumunun geniş bir kesiminin hoşnut olmadığı ve tepki duyduğu bir durumda, gerek iç bünyemizdeki ekonomik, sosyal ve siyasal, gerekse dış politik gelişmelerin tesir ve baskısıyla çok partili hayata geçme karar verilmiştir. Bu görüşü savunanlar İnönü’nün “Türkiye’ye demokrasiyi getiren kişi sıfatının ve şerefinin kendisine ait olduğu” düşüncesine de karşı çıkarak “kalbinde ve düşüncesinde demokrasiye geçmek isteği bulunan Milli Şef İnönü’nün, otoriter yönü herkes tarafından bilinmekte olan “Milli Şeflik ve Değişmez Genel Başkanlığını” niçin kabul ettiğini ve neden yıllarca bu unvanı taşıdığını söyleyerek onun çok partili hayata geçişte belirleyici bir rol oynamadığını ileri sürerler. Bu çalışmada Milli Şef ve CHP Değişmez Genel Başkanı olan İsmet İnönü’nün çok partili hayata geçişte belirleyici bir rol oynayıp oynamadığı ortaya konmaya çalışılacaktır.

Transition of Turkey from single-party regime to multi-party system is one of the most important revolutions of our recent period political history. With this revolution, a multi-party regime has dominated our political life and has constituted the most significant feature of Turkish democracy in the period since 1946 as an indispensable lifestyle. There are some discussions and mutual claims under which conditions that our country transited to multi-party system in 1945 following single-party regime lasted 22 years. The focus of these discussions and claims is whether there was a force and influence in question in transition to multi-party system or not. More of it, according to the claims and comments alleged by CHP circles, Turkey transited to multi-party system in 1945 in a gorgeous domestic stability and in a period when CHP, being the single party, was powerful in all senses. These claims and comments were also stated by İnönü, who administered the country as National Chief and President of Republic, between the years 1938 and 1950. As for İnönü, complaints and constraints of Turkish people in associated with singleparty authoritarianism did not have any effect on transition to multi-party system as well as foreign incidents’ not having any influence and suppression on this transition. İnönü defended throughout his life that he felt democracy in his conscience while he had all powers and authorities in his hand and transition to multi-party system took place as democracy was an objective for him. He tried to impose upon our society that the capacity and honor to bring democracy to Turkey belongs to him. On the other hand, the ones who took part in democracy struggle started in 1945s and left CHP and founded Demokrat Parti (Democratic Party), set forth entirely opposite opinions and comments given above on the issue of transition to multi-party system. According to Celal Bayar and his friends, domestic and foreign powers had part in transition to multi-party system in Turkey. Single Party Administration decided to transit to multi-party system in 1945 with the pressure and effects both of economic, social and political developments in internal structure and of foreign political developments in a situation when a wide section of Turkish society was not satisfied and reacted. The ones defending this opinion also object to the idea of İnönü that “the capacity and honor to bring democracy to Turkey belongs to him” and claim that he did not play a determining role in transition to multi-party system questioning why National Chief İnönü, desiring to transit to democracy in his heart and opinion, accepted “National Chiefdom and Constant General Presidency”, known for its authoritarian aspect and why he had this title for years. In this study, it will be tried to reveal whether National chief and CHP Constant General President İsmet İnönü played an important part in transition to multi-party system.

Romen Diplomatların Gözüyle Atatürk’ün Türkiyesi (1923-1933)

Ömer Metin

ORCID: 0000-0003-1307-321X

Sayfalar: 561-571

Romanya’nın İstanbul Konsolosluğu ve Ankara Elçiliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 29 Ekim 1923 tarihinden 1933 yılına kadar olan süreçte Atatürk önderliğindeki Türkiye’nin eğitim, kültür, hukuk ve modernleşmenin tüm alanlarında gerçekleştirdiği reformları kapsamlı raporlar halinde Bükreş’e göndermiştir. Romanya kamuoyu, Türkiye’de yaşanan hızlı ve başarılı değişim hareketini çok yakından takip etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hızlı bir değişim değişen gösteren Türkiye, eğitim alanında radikal değişikliklere gitmiştir. Romen diplomatlar, kaldırılan tekke ve medreselerin yerine devlet okullarının laik sisteme uygun şekilde oluşturulduğunu ayrıca ailelerin çocuklarını ilköğretime başlatmalarının zorunlu hale getirildiğini bildirmişlerdir. Böylece okullaşma oranın ve öğrenci sayısı artarak daha sonraki eğitim bölümlerine (Ortaokul, Lise) genç nesiller hazırlanmaya başlamıştır. Romen diplomatlar, Türkiye’deki okullaşma oranını ve eğitimdeki gelişmeleri İstanbul örneği üzerinden raporlarına aktarmışlardır. Türk hükümeti, Türk eğitim sistemini geliştirmek ve Anadolu’daki ilk ve ortaokul eksikliğini gidermek için takdire değer bir gayret sarf etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren eğitim-öğretim seferberliği başlatan Türkiye, 1928 yılına gelindiğinde gözle görülür başarı elde etmiş, okuma yazma bilmeyenler oranları yıldan yıla azalmaya başlamıştır. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde görev yapan öğretmenler ve onların yöneticileri kız-erkek çocukların eşit şartlarda ilkokula başlamaları için gayret sarf ettiği, Romen diplomatların raporlarında yer almıştır. Her bir yeniliğin ilk başlarda bazı sıkıntıları beraberinde getirdiğini vurgu yapan Romen diplomatlar, Türk hukukçuların birkaç yıl içinde modern hukuk sisteminin bütün gereklerini Türk yargı sistemine taşıyarak Türkiye’nin bir alanda daha modern dünyaya adapte olmasına katkı yapacaklarını ifade etmişlerdir. Türkiye’de yeni bir sistem ve devletin kurulması üzerinden sadece iki yıl geçmesine rağmen Türklerin övgüyü hak eden bir ilerleme ve modernleşme hareketi başlattığı Türkiye’deki Romen temsilcilerinin dikkatini çekmiştir. Bu çalışmada, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren ilk on yılda gerçekleştirilen reform hareketleri Romanya Dışişleri Bakanlığı Arşivindeki, Türkiye Fonu 45. Ciltteki belgeler ile ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Romania’s Consulate in Istanbul and Ankara Embassy of the Republic of Turkey, has been sent to the Bucharest comprehensive reports. These reports were about Turkey’s education the culture, the reforms carried out in all areas of law and modernization with Atatürk leadership during the period from 1923 until 1933. The quick and successful exchange movements in Turkey had been followed very closely by Romanian public opinion, Since the early years of the Republic, indicating a rapid change changing Turkey, it has gone to radical changes in education. Romanian diplomats reported that state schools instead of raised tekke and medres were built in accordance with the secular system, and that families were forced to start primary education. As a result, the number of students and the number of schools have increased, and younger generations have begun to prepare for further education sections (Secondary School, High School). Developments in education and enrollment rates in Turkey were transferred to the reports through the İstanbul by Romanian diplomats. The Turkish government has made a valuable effort to improve the Turkish education system and to defeat the lack of primary and secondary schools in Anatolia. Since the early years of the Republic of Turkey started educational campaign, the year of 1928 has achieved noticeable success, with illiteracy rates began to decline from year to year. It has been mentioned in the reports of Romanian diplomats that the teachers working in various regions of Anatolia and their administrators have made efforts to start elementary school on equal terms for girls and boys. The Romanian diplomats, who emphasized that every innovation could lead to some crises at first, claimed that Turkish legists would contribute Turkey to be adapted to the modern world at one more realm by applying all necessities of modern law sytem in a few years there. Despite only two years pass the establishment new system and state, modernization movement that began in Turkey was praised by Romanian representatives. In this study, since the establishment of the Republic of Turkey held the first decade of reform movements in Turkey, has been tried to expose by the Romanian Foreign Ministry Archive with fond Turkey-45 documents.

Demokrat Parti’nin Kuruluş Aşamasında Bir Muamma: Sol Cenah

Resul Babaoğlu

ORCID: 0000-0002-8726-904X

Sayfalar: 573-594

Türkiye’de II. Dünya Savaşı’ndan sonra iç ve dış konjonktürün etkisiyle, Batı demokrasilerine ve kurumlarına uyumlu bir siyasal sistemin yolları aranmıştır. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra, Batılılaşma ve demokratikleşme şeklinde kavramsallaştırılan dönüşümün hız kazanması, savaş sonrası dönemde çok partili siyasal sisteme geçiş şeklinde tezahür etmiştir. Bu dönemde Türkiye’de iktidar seçkinlerinin liberal siyaset konusundaki niyetlerini beyan etmelerinden sonra siyaset sahnesinde görülen canlanmanın en çok dikkat çeken yönü, düşünce yelpazesinin farklı noktalarında yer alan aydınların iktidar mücadelesinde aynı safta buluşmalarıydı. Esat Adil Müstecaplıoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak, Zekeriya Sertel, , Celal Bayar, Sabiha Sertel ve Tevfik Rüştü Aras gibi düşünsel anlamda son derece zıt görüşlere sahip olan aktörlerin Demokrat Parti’nin kuruluş sürecinde aktif rol oynamaları muhalefetteki dayanışmanın karmaşık yapısını ortaya koymaktadır. Esasen, anılan dönemde İngiltere’de ulusal hükümetin düşmesi ve Fransa’daki seçimlerde sol partilerin elde ettikleri başarılı sonuç, Türkiye’de de sol düşüncenin temsilcilerini harekete geçirmiştir. Demokrat Parti’nin kurucularının sol çizgide yayın yapan Tan gazetesinde iktidarı eleştiren yazılar yazmaları ve Serteller ‘in DP’nin kurucularından yazı alacaklarını duyurdukları Görüşler dergisinin yayın hayatına başlaması muhalefette görülen dayanışmanın dışavurumuydu. Ancak bilindiği gibi, Türkiye’de Soğuk Savaş’ın başlarından itibaren Sovyetlerle ilişkilendirilen solcu aydınların Dörtlü Takrir ’in sahipleriyle kurdukları ilişki uzun sürmemiştir. Bu durum, dönemin siyasal iktidarı ile DP’nin kurucuları arasında olduğu varsayılan zımni sözleşmenin ya da DP’nin tıpkı Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi bir muvazaa partisi şeklinde ortaya çıkmasının bir sonucu olmasına kadar söz konusu siyasal gelişmelerin çeşitli şekillerde yorumlandığı görülmektedir. Bu çalışmada, Demokratlar ile sol düşünceyi dayanışmadan ayrılığa iten siyasal ortamın değerlendirilmesine yer verilmiştir. Zekeriya Sertel ve Şefik Hüsnü Değmer gibi solcu aydınların özellikle yabancı basın organlarına vermiş oldukları röportajlarda DP için ileri sürdükleri iddialar ve konu ile ilgili düşünceleri İngiliz arşiv belgelerine yansıdığı biçimiyle ele alınmıştır.

After the World War II in Turkey, under the influence of internal and external conjuncture, the ways of a political system compatible with Western democracy and institutions were sought. After the proclamation of the Republic in Turkey, the acceleration of the conceptualization of Westernization and democratization manifested itself as a transition to a multiparty political system in the postwar period. In this period, after declaring their intentions to the liberal politics of the ruling elite in Turkey, the most striking aspect of the revival seen in the political scene was the convergence of the intellectuals on the power struggle who were in the different points of the think-tank. The actors who have very dissimilar intellectual meanings such as Esat Adil Müstecaplıoğlu, Marshal Fevzi Çakmak, Zekeriya Sertel, Celal Bayar, Sabiha Sertel and Tevfik Rüştü Aras reveal the complicated structure of the opposition partner in the establishment process of the Democratic Party. Essentially, in the referred period in the UK, the national government’s fall and the successful results obtained by the left-wing parties in elections in France, has also mobilized representatives of leftist ideas in Turkey. The founders of the Democratic Party writing criticism for the ruling power in Tan newspaper which publishes in the left-wing and the beginning of the publication of the Görüşler journal, where Sertels announced that they would receive a letter from the founders of the DP were the manifestation of solidarity seen in the opposition. However, as is known, since the beginning of the Cold War in Turkey, the relationship that the leftist intellectuals associated with the Soviet established with the owners of Quads Memorandum did not last long. The political developments in question such as the subtle agreement between the political power of the period and the founders of the DP or the DP’s emergence as a collusion party just like the Free Republican Party seems to have been interpreted in various forms. This study included the evaluation of the political environment that pushed the separation of Democrats and leftist opinion out of solidarity. Especially in the interviews of left-wing intellectuals such as Zekeriya Sertel and Şefik Hüsnü Değmer with foreign press organs, the allegations and the thoughts about the DP have been handled as reflected in the British archive documents.

Stalin’in Ölümünden Sonra Türk-Sovyet İlişkileri

Sabit Duman

ORCID: 0000-0001-5495-8159

Sayfalar: 595-605

Yeni Cumhuriyetin en önemli sorunlarından biri güvenlik olmuştur. Türkiye güvenliğini 1925’te Sovyetler Birliği ile dostluk anlaşması imzalayarak sağladı. II. Dünya Savaşı ile birlikte Türk-Sovyet ilişkileri bozulmaya başladı. Nitekim II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği, Boğazlardan üs ve Türkiye’nin doğusundan toprak talep etti. Türkiye, Sovyet isteklerini reddetti. Türkiye’nin kendi güvenlik sorunu çözmek için NATO’ya girmesine Sovyetler Birliği tepki gösterdi. Stalin, 1953 yılına geldiğinde Sovyetlerin yeterince güçlü olduğuna düşünerek bir kriz çıkarttı. Yahudi doktorları Moskova’dan kovmasına Batı dünyasının seyirci kalmayacağını hesapladı. Stalin bu krizi bir savaşa sürüklemek isterken 5 Mart 1953 yılında öldü. Öldükten sonra yerine gelen yönetim Stalin’in politikasına itibar etmedi. Nükleer bir çağa girilmişti. Sovyet yönetimi yeni bir savaşın galibi olmayacağını tahin ediyordu. Kruşçev “barış içinde bir arada yaşama” prensibi ile diğer ülkelerin rejimlerine saygılı olacağı mesajını verdi. Türkiye, Sovyet politikasını bir taktik olarak değerlendirdi. Türkiye’nin Sovyetlere güvenmemesi ABD’den daha fazla yardım almak amacı ile değildi. Komünizmi ciddi bir tehdit olarak görmekte idi. Batı ittifakının bir üyesi olarak hareket ediyordu. İç politikada da komünistlere karşı sert tedbirler alınması Demokrat Parti yönetimin komünist faaliyetleri ülke açısından bir tehdit olarak görmesinden kaynaklanıyordu.

Security has been one of the most important problems of the new Republic. Turkey provided its security by signing a friendship agreement with the Soviet Union in 1925. Along with World War II, Turkish-Soviet relations began to deteriorate. As a matter of fact, after World War II, the Soviet Union demanded territory from east of Turkey and the bases of the Straits. Turkey refused all Soviet demands. The Soviet Union reacted to Turkey’s entry into NATO to solve its own security problem. Stalin caused a crisis, thinking that the Soviets were strong enough in 1953. Stalin died on March 5, 1953, trying to drag this crisis into a war. He calculated that the western world would not be a spectator to expel Jewish doctors from Moscow.After he died, the new administration did not respect Stalin’s foreign policy. t was a nuclear age. The Soviet government was predicting that a new war would not be the winner. Khrushchev announced that it has renounced its claims on Turkey. Khrushchev gave the message that he would respect the regimes of other countries with the principle of “coexistence in peace”. Turkey considered the Soviet policy as a tactic. Turkey’s lack of confidence in the Soviets was not intended to get more help from the United States. He saw communism as a serious threat. He was acting as a member of the Western alliance. With taking hard measures against communists in internal politics The Democratic Party was due to the government’s view of communist activity as a threat to the country.

Türk Basınında Sovyet İhtilali Sonrası Kırım’ın Durumu (1918’de Yaşanan Gelişmeler)

Selçuk Ural – Nesrin Hangül

ORCID: 0000-0001-9206-6661  – 0000-0002-6019-3487

Sayfalar: 607-628

Sovyet İhtilali Rusya’da rejim değişikliğinin yolunu açarken Kırım, Kafkasya ve Türkistan gibi çevre bölgelerde de siyasi ve askeri değişimi tetikledi. Adı geçen bölgelerde milli teşekküllerin birbiri ardına kurulduğu ve iç ve dış şartları dikkate alarak hükümet formuna dönüşmek için gayret sarf ettiği görülmüştür. Kırım, sosyal, siyasi ve coğrafi konumu itibariyle hassas yerlerden biriydi. Zira bölge Rusya’nın Karadeniz’e açılan kapısı durumundaydı. Tatarların yanı sıra Ruslar ve diğer azınlıklara ev sahipliği yapıyordu. Bölgenin siyasi durumu da bundan etkileniyordu. Tatarlar bağımsızlıktan yana iken ister Çarlık, isterse Bolşevik taraftarı olan Ruslar bölgenin Sovyet Rusya’ya bağlanmasını istiyorlardı. Ukrayna’nın ilhak girişimleri eklenince siyasi ortam oldukça sıkıntı arzediyordu. Osmanlı hükümeti Tatarlar üzerinden Kırım’ın bağımsızlığını desteklemesine rağmen orada etkinliği Kafkasya ile mukayese edilemeyecek derecede yetersizdi. Hükümetin müdahaleleri siyasi kanallarla Almanya üzerinden oldukça sınırlı kalıyordu. Buna karşın Türk basını Kırım meselelerine oldukça ilgi gösterdi. 1918’de Kırım esasında Tatarların milli hükümet kurma çabaları kadar, TatarBolşevik ve Kırım-Ukrayna mücadelelerine de sahne olmuştur.

Opening the path for a regime change in Russia, the October Revolution also triggered political and military change in surrounding regions like Crimea, Caucasia and Turkestan. The national organisations that were established one after another in these regions tried to transform into governments considering internal and external conditions. Crimea was one of the critical regions in terms of its social, political and geographical position as it was effectively Russia’s door that opened to the Black Sea. It was home to Tatars and also Russians and other minorities. The political condition of the region was influenced by this fact. While Tatars favoured independence, Russians supporting either Tsardom or Bolshevism wanted the region to be connected to Soviet Russia. The political environment posed a great trouble with the added annexation efforts by Ukraine. Although the Ottoman government supported the independence of Crimea through Tatars, its influence there was incomparably lower than in Caucasia. The government’s interventions through Germany by political channels were extremely weak. Notwithstanding, the Turkish press showed a great interest in the situation with Crimea. In 1918, Crimea witnessed both Tatar efforts for establishing a national government and also Tatar-Bolshevik and Crimea-Ukraine struggles.

II.Abdülhamid Döneminde Türk-Macar İlişkileri

Sezgin Topal Mızrak

ORCID: 

Sayfalar: 629-650

Türklerle Macarlar arasındaki ilişkiler XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişme göstermiş, II. Abdülhamid döneminde artarak devam etmiştir. Osmanlı Devleti ile Avusturya-Macaristan’ı yapısal olarak birbirine benzeten II. Abdülhamid, siyasette ve kültürel bağlamda Avusturya-Macaristan ile dostluğa önem vermiştir. II. Abdülhamid’in 1876’da tahta çıktığı sırada Osmanlı Devleti Sırbistan ile savaş halindeydi. Bu zamanda Osmanlı Devleti’nin Macar özgürlük savaşçılarına kucak açması, Macar Kamuoyu tarafından duyulan şükran ve sempati duygularının ve sonrasında olumlu yönde gelişen Türk-Macar kültürel ve siyasî ilişkilerle Rusya’nın uyguladığı Panslavizm politikası dolayısıyla Macaristan’da Türklerden yana sempati doruk noktasındaydı. Rusya’dan nefret eden Macarlar, Osmanlı-Sırp Savaşı’nda galip gelen Osmanlı ordusunu tebrik etmek amacıyla İstanbul’a bir heyet göndermiştir. II. Abdülhamid, Macar gençlerinin duygu dolu ziyaretlerini karşılıksız bırakmayarak, Macaristan Kralı Mátyás’ın kendilerine bırakmış olduğu kültür mirasının parçaları ve Macarlar için ulusal hazine değeri taşıyan el yazması “Korvinaları” Macarlara hediye etmiştir. II. Abdülhamid’in bu davranışı ve Korvinaların Macaristan’a iadesi iki ülke arasındaki ilişkilerin olumlu yönde gelişmesini katkı sağlamıştır. Bu dönemde Türk-Macar dostluğunun oluşumunda eski akrabalığın ve Türklerin “kardeş” sözüyle Turanizm olarak ifade edilen kültürel bağlantılı duygunun da katkısı bulunmaktadır. XIX. yüzyıl sonunda şartlar olgunlaşmış görünmektedir. Çünkü Avrupalılar tarafından dışlanan, Slav ve Germenler arasında sıkışan Macarlar alternatif bir akım olarak Turancılık düşüncesini ortaya atmışlardır. Macarların kendi kökenlerini araştırma ihtiyacı duymaları; özellikle XIX. yüzyılda Macar dili ve tarihi konusunda yoğun araştırmaların yapılması sonucu Turancılık akımı güçlenmiş ve ortak etnik-kültürel özelliklerin keşfedilmesi Türkoloji’nin doğup gelişmesine yol açmıştır. İlk kez Macaristan’da ortaya çıkan Turancılık akımı, Türkoloji’nin getirdiği bulgular, Osmanlı Devleti’nde Türk milliyetçiliğinin oluşmasında önemli bir etken olmuştur. Bu çalışmanın amacı, II. Abdülhamid dönemi ile ilgili, özellikle Macar kaynakları kullanılarak, bu dönemde Türk-Macar dostluğunun oluşmasını sağlayan siyasi ve kültürel olayları, Macaristan’da var olan Turancılık akımı ve Türkoloji’nin gelişim seyri bağlamında ve Türk- Macar ilişkileri çerçevesinde ortaya koyarak değerlendirmektir.

Relations between Turks and Hungarians XIX. It has developed since the second half of the century, II. Abdülhamid continued to increase during the period. Structurally resembling the Ottoman Empire and Austria-Hungary, II. Abdulhamid emphasized friendship with Austria and Hungary in politics and cultural context . The Ottoman state was at war with Serbia when II.Abdulhamid went to the throne in 1876. At this time, sympathy for the Turks was at its peak in Hungary because of the embracing of the Ottoman Empire’s Hungarian freedom fighters, the gratitude and sympathies of Hungarian public opinion, and the Panslavism policy applied by Russia with Turkish-Hungarian cultural and political relations developing positively . The Hungarians, who hated Russia, sent a delegation to Istanbul in order to congratulate the Ottoman army who won in the Ottoman-Serbian War. II. Abdulhamid, by letting their visit full of feelings of the Hungarian youth, Hungarian King Mátyás’ s of them left that cultural heritage pieces and manuscripts bearing the national treasury value for Hungarians “Korvina” were donated to the Hungarian. II. This behavior of Abdulhamid and the Corvinas contributed to the positive development of relations between Hungary and the two countries. In this period, the formation of the Turkish-Hungarian friendship also contributed to the cultural heritage of the former kinship and of the Turks as ” brother ” and Turanism . XIX. At the end of the century, the conditions seem to have matured.Because the Hungarians, who were excluded by the Europeans and trapped between the Slavic and Germans, came up with an idea of Turanism as an alternative current. Hungarians need to research their own origins; especially XIX. After the intensive research on Hungarian language and history in the 19th century, the Turcian movement became stronger and the discovery of common ethnocultural traits led to the birth and development of Turkology. The Turcans movement that emerged in Hungary for the first time, the findings of Turcology, an important factor in the formation of Turkish nationalism in the Ottoman State get up . The intention of this study is, II. The aim of this course is to evaluate political and cultural events related to the Abdulhamid period, especially the Hungarian sources, by introducing the political and cultural events that led to the formation of the TurkishHungarian friendship in this period, the Turkology movement in Hungary and Turkology in the context of development and Turk-Hungarian relations.

Birinci Dünya Savaşı Sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın Afrin’deki (Katma ve Racu) Faaliyetleri

Süleyman Hatipoğlu

ORCID: 0000-0003-2231-7415

Sayfalar: 651-671

Birinci Dünya Savaşı’nda bütün cephelerde savaş şiddetli bir şekilde devam ederken Suriye-Filistin Cephesi’nde Osmanlı ordularının durumu pekiyi görünmüyordu. Bu bağlamda Osmanlı idarecileri bu cephede yeni bir düzenleme yaparak 24 Haziran 1917’de Halep’te 4., 7. ve 8. Orduların birleşimiyle Yıldırım Ordular Grubu’nu oluşturmuşlardı. Bu ordunun düzenlenmesinden sonra da bu cephede Osmanlı ordusu pek başarı gösteremediği gibi, sonuçta 19 Eylül 1918 sabahı İngiliz ordularının başlattığı taarruzla, Nablus Meydan Muharebesi’ni de kaybederek Halep’e kadar çekilmişti. Bu çekilme esnasında Mustafa Kemal Paşa’nın komuta ettiği 7. Ordu da düzenli olarak Halep’e çekilmişti. Burada Arap isyancılar tarafından da rahat bırakılmamıştı. Bu isyanı bastırabilmek için Mustafa Kemal Paşa Halep’te 25 Ekim 1918’de tam bir sokak harbi yönetmişti. Bu sokak harbinden galip çıkan Mustafa Kemal Paşa, ordusunu Halep’in 5 km kuzeyinde bulunan Katma’ya çekerek, dağlık arazide konuşlandırmıştı. Halep’e giren İngiliz birlikleriyle birleşen isyancı Arap çeteleri 7. ordunun konuşlandığı Katma’ya doğru saldırıya geçmişlerdi. Katma’da konuşlanan Mustafa Kemal Paşa’nın 7. ordusu Halep’in kuzeyinde İngiliz Süvari Ordusu ve silaha sarılmış Arap kuvvetleri ile 26 Ekim 1918 günü yaptığı I. Dünya Savaşı’nın son muharebesi olan Katma Muharebesi’ni kazanmış ve düşman ordusunun 500 kilometrelik hızlı ilerleyişini, bu günkü güney sınırımızın üzerinde durdurmuştu. Bu zaferden sonra Mustafa Kemal Paşa: “Bir hat tespit ettim ve sınırladım. Kuvvetlerime emrettim ki; düşman bu hattın ilerisine geçmeyecek.” demiş ve nitekim geçememişlerdi. Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa, 28/29 Ekim 1918 tarihinde Katma’dan Kilis’e giderek ordunun erzak durumunu ve halkın eğilimini tespit etmeye çalışmıştı. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa Katma’da arkadaşı Ali Cenani Bey’le de görüşerek, teşkilatlanmalarını istemiş ve kuracakları teşkilata ordu komutanı olarak silah verebileceğini söylemiştir. Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa 7. Ordusu’nu Afrin’in Racu Kasabası’na konuşlandırmıştır. Bu bildiride yukarıda bahsedilen Katma Muharebesi ile öncesi ve sonrasında meydana gelen olaylar detaylı bir şekilde analiz edilecektir. Bu hususta ATASE Yayınları, TBMM Gizli Celse Zabıtları, Atatürk’ün Hatıra Defteri ve dönemin hatıratından faydalanılmıştır.

During World War I battle on all fronts, while severely status of the Ottoman Army in the Syrian-Palestinian Front did not look so good. In this context, the Ottoman administrators was made a new arrangement on this front on June 24, 1917. In Aleppo, 4th, 7th and 8th Army had formed as a combination of Yildirim Army Group. After this army orginized, The Ottoman Army couldn’t show much success on this front. As a result, Yildirim Army Group stood back to Aleppo by losing Battle of Nablus with the British Army’s attack at the morning of September 19, 1918. Also, during this retreat 7th Army which was commanded by Mustafa Kemal Pasha stood back regularly to Aleppo. Here, too, 7th Army was harassed by the Arab rebels. Mustafa Kemal Pasha to quell the rebellian in Aleppo on October 25, 1918 had directed a complete street warfare. Mustafa Kemal Pasha who had a victory of this warfare retreated his army to mountainous terrain in Katma where is located 5 km north of Aleppo. Arabian Rebels who combines with British Army coming to Aleppo, proceeded to the attack to Katma where 7th army located. Mustafa Kemal Pasha’s 7th Army which is located in Katma won the Katma Battle, the last battle of the World War I, against British Cavalry Army and Arab forces taken up arms on October 26, 1918 in north of Aleppo. With this victory, the rapid progress of 500 kilometers of the enemy army, had stopped on our present southern border. After this victory, Mustafa Kemal Pasha said: “Spotted a line and I’ve limited. I’ve ordered my force; enemies will not move beyond this line.” and in fact they were not pass. After that Mustafa Kemal Pasha, to determine the status of army rations and trends of the population went from Katma to Kilis on October 28/29, 1918. In addition, Mustafa Kemal Pasha met his friend, Ali Cenani Bey, in Katma and he asked him to organize the civil society. Pasha said as a military commander he could give weapons to the organization will be established. Thereafter Mustafa Kemal Pasha deployed his armies to Raju. In this paper, the above-mentioned issues will be analyzed in detail. In this regard, it had been benefited from ATASE documents, secret official reports of TBMM, Ataturk’s diary and memories of the period.

Millî Mücadele Dönemi Vilayeti Ergani Madeni (Vali ve Milletvekillerinin Çalışmaları)

Şahin Yedek

ORCID: 0000-0002-3783-520X

Sayfalar: 673-691

Eski çağlardan itibaren yerleşim yeri olan, başlıca medeniyetlerden Sümer, Hurri, Akad, Mitanni, Asur, Arap, Bizans, Selçuklu, Safevi, Akkoyunlu, Osmanlı vs. hâkimiyetlerinin izlerini taşıyan ve günümüzde Diyarbakır’a bağlı Ergani ve Elazığ’a bağlı Maden ilçeleri hinterlandının birleştirilmesi ile oluşan Ergani Madeni Vilayeti 19. yy.’da idari açıdan Diyarbekir Vilayeti’ne bağlı sancak olarak teşkilatlandırılmıştır. Ergani Madeni Sancağı adıyla teşkilatlandırılan sancağın merkezi Maden olmak üzere, Ergani ve Palu nahiyeleri buraya bağlanmıştır. Doğuya açılan yol güzergahı üzerinde olması sancağın gelişmesi ve önem kazanmasına neden olmuştur. Milli Mücadele Dönemi’nde çıkarılan bir kanunla Vilayet olan Ergani Madeni, 1926 yılına kadar bu durumunu sürdürmüştür. 1926 yılında bir kanun ile umumi gelirlerinin yetersizliği sebep gösterilerek Maden Elazığ’a, Ergani Diyarbakır’a bağlı olmak üzere ilçeye dönüştürülmüştür. Kısa ömürlü Ergani Madeni Vilayeti’ne Ali Server Somer (1923-1925), Ahmet Rifat Vona (1925-1926) olmak üzere iki vali atanmış, vilayeti temsilen Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (1920-1923) Ahmet Nüzhet Saraçoğlu, Ali Sırrı Özata, Hakkı Akgün, Mahmut Sığnak, Mehmet Emin Giray ve Rüştü Bulduk olmak üzere altı, İkinci Dönem’de(1923-1927) ise İhsan Sağlam, İhsan Hamit Tiğrel ve Kâzım Vehbi Oral olmak üzere 3 milletvekili katılmıştır. Bu çalışmada Cumhuriyet Tarihinin unutulmuş bir vilayeti olan Ergani Madeni Vilayeti’nin tarihsel serencamı, vilayeti temsil eden vali ve milletvekillerinin özgeçmişleri ve TBMM’deki faaliyetleri detaylarıyla aktarılmaya çalışılmıştır.

Ergani Madeni Province was organized in the 19th century as a sanjak affiliated to the province of Diyarbakir from an administrative point of view. It is a settlement area that has been formed since the ancient times by combining the main civilizations Sumer, Hurri, Akad, Mitanni, Assyrian, Arab, Byzantine, Seljuk, Safavid, Akkoyunlu, Ottoman dominance and the hinterland of Maden municipalities connected to Ergani and Elazığ nowadays Diyarbakir. and province. Ergani and Palu sanctuaries are connected here, being the center of the sancag which is organized under the name of Ergani Madeni Sanjak. The fact that it is on the road route to the east has led to the development and importance of the fireball. The Ergani Madeni, which was a province with a law issued during the period of National Struggle, maintained this situation until 1926. In 1926, due to the inadequacy of public revenues due to a law, Maden was converted to Elazığ and Ergani to the province of Diyarbakır. Two governors, Ali Server Somer (1923-1925) and Ahmet Rifat Vona (1925- 1926), were appointed to the short-lived Ergani Mine Province, First Period provinces representing Turkey Grand National Assembly (1920-1923) Nüzhet Saracoglu Ahmet Ali Sirri Özata, Hakkı Akgün, Mahmoud Syganak, including six Bulduk and Rustu Mehmet Emin Giray, In the Second Period (1923-1927), three deputies, İhsan Sağlam, İhsan Hamit Tiğrel and Kazım Vehbi Oral, participated. In this study, historical porcelain of the Ergani Madeni Province, a forgotten province of the Republican History, resumes of governors and deputies representing the province and activities of the Grand National Assembly were tried to be explained in detail.

Eugene Pittard’ın Ankara Günleri ve Konferansları (21 Mart-6 Nisan 1938)

Temuçin Faik Ertan

ORCID: 0000-0002-8782-7355

Sayfalar: 693-709

1867 yılında dünyaya gelen ve 1962 yılında vefat eden İsviçreli Profesör Eugene Pittard, Türk tarihine oryantalist bakış açısıyla yaklaşmayan ender Batılı bilim adamlarından biridir. Pittard, Atatürk dönemi Türk tarihi çalışmalarına antropolojik araştırmalarıyla büyük katkı sağlamış ve dönemin tarih anlayışı üzerinde etkili olmuştur. Özellikle “Irklar ve Tarih, Tarihe Etnolojik Giriş” adlı eseri Atatürk tarafından incelenen Pittard, 20-25 Eylül 1937 tarihinde İstanbul’da toplanan İkinci Türk Tarih Kurultayı’na katılmış ve Atatürk’ün isteği ile yabancı katılımcılar adına “Neolitik Devirde Küçük Asya ile Avrupa Arasında Antropolojik Münasebetler” konulu bir açılış konuşması yapmıştır. Eugene Pittard, bu ilk ziyaretinin üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, 21 Mart 1938’de bir kez daha Türkiye’ye, daha doğrusu Ankara’ya gelmiş ve Halkevi’nde bir dizi konferans vermiştir. Pittard’ın bu ziyaretinde kendisine eşi de eşlik etmiştir. Bayan Pittard ile özellikle Afetinan Hanım ilgilenmiş ve konuk eşe uygun da bir ziyaret programı uygulanmıştır. Pittard ve eşi Ankara’nın sadece merkezini değil, ilçelerini de gezmişler ve 28 Mart 1938’de Ankara’dan ayrılmışlardır. Pittard’ın Ankara ziyareti ve verdiği konferanslar kamuoyu tarafından ilgiyle karşılanmış ve gün gün dönemin basını tarafından işlenmiştir. Bu çalışmada bazı eserleri Şevket Aziz Kansu tarafından Türkçe’ye kazandırılan Pittard’ın, 1938 yılının Mart ayında Ankara’ya gelişi, verdiği konferanslar ile bu konferansların ve ziyaretin güncesinin basına yansımaları ele alınacaktır. Çalışmada arşiv belgeleri kullanılacak, dönemin basını taranacak ve anı ile telif eserlerden yararlanılacaktır.

Atatürk Döneminde Tarım ve Hayvancılıkta Macar Uzmanların Yeri

Yücel Namal

ORCID: 0000-0002-8074-0134

Sayfalar: 711-739

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından tarım ve hayvancılık politikası akıl ve bilimden güç alacak şekilde uygulamaya konulmuştur. Böylece mevcut olan ilkel tarım ve hayvancılık sistemini geliştirmek ve modern bir şekle dönüştürmek için çalışmalar başlatılmıştır. Tarım ve hayvancılığa önem veren Atatürk, Aşar vergisini kaldırarak toprak reformu yapmıştır. Ardından Ziraat Bankası kurularak çiftçinin kredi ihtiyacı giderilmiştir. Böylece tarım ve hayvancılığın ıslahı, arttırılması ve makineleşme için kaynak sağlanarak çiftçinin önündeki engeller kaldırılmıştır. Atatürk döneminde tarım ve hayvancılıkta kurumsallaşma amacıyla Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulmuş ve yurdun dört bir yanında ziraat okulları açılmıştır. Bu dönemde gerek bu eğitim kurumlarında eğitim verecek gerekse ülkede tarım ve hayvancılığı geliştirecek uzman boşluğu bulunuyordu. Bu boşluğu doldurmak amacıyla Atatürk döneminde dostane ilişkilerin kurulduğu Macaristan’dan tarım ve hayvancılık alanında birçok Macar uzman getirtilerek bilgi ve tecrübelerinden faydalanılmıştır. Türkiye’de tarımın gelişmesi için çalışan Macar uzmanlar arasında Ankara Ziraat Mektebinde görev yapan Profesör Louis Yerd, çayır, mera ve yem işlerinde çalışan Kolbai Károly, Ankara’nın yeşillendirilmesinde önemli katkısı olan János Máthé, meteoroloji teşkilatında Antal Réthly, ziraai jeoloji alanında Lajos Lóczy, şeker sanayinde Hermann Gutherz, Türkiye Zirai Donatım kurumunda Mihály Bordos ve Jozef Fuzsek bulunmaktadır. Atatürk döneminde hayvancılık alanındaki politikanın temelinde ise hayvan sağlığı, ıslahı ve çoğaltılması bulunuyordu. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilk yıllarında salgın hayvan hastalıklarıyla mücadele için çalışmalar yürütülmüştür. Bu amaçla birçok Macar uzman getirtilerek hayvan hastalıklarıyla mücadelede, ıslah ve çoğaltılması çalışmalarında görevlendirilmiştir. Bu bağlamda Macaristan’dan hayvan ıslahı, aygır depoları, ağıl ve inekhanelerin çalışma sistemiyle faaliyetleri hakkında rapor hazırlaması için Peşte Yüksek Baytar Mektebi Zootekni Profesörü Oszkár Wellmann, Karacabey harası ziraat faaliyetlerinin modernleştirilmesi için ziraat uzmanı István Nádaskai, haraların ve atçılığın geliştirilmesi için Dr. Ferenc Csáky getirtilmiştir. Bu araştırmada Türkiye’de tarım ve hayvancılığın modern usullerle kurulması ve gelişmesinde önemli yeri olan Macar uzmanlar incelenerek katkıları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Araştırmanın kaynakları arasında Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi belgeleri, Macar uzmanların hazırladıkları raporlar ile diğer Türk ve Macar kaynaklar yer almaktadır.

After the establishment of the Republic of Turkey livestock policy has been implemented to receive power from reason and science. Thus, studies have been initiated to develop and modernize the existing primitive agriculture and animal husbandry system. Atatürk attaches importance to agriculture and livestock breeding, and has carried out land reform by removing Aşar tax. After that, Ziraat Bank was established and the loan requirement of the farmer was eliminated. Thus the barriers in front of the farmer were removed by providing resources to increase, improve and mechanize agriculture and animal husbandry during Atatürk period and agricultural schools were opened all over the country. In this period, there was a specialist space that would train in these educational institutions and develop agriculture and animal husbandry in the country. In order to fill this gap, many Hungarian experts in the field of agriculture and animal husbandry were brought from Hungary where friendly relations were established during the Atatürk period, and their knowledge and experience were utilized. Working fort the development of agriculture in Turkey between Hungarian experts working in Ankara Agricultural School Professor Louis Yerd, on the ground, meadows, pastures Kolbai Károly, important contributions to the greening of Ankara János Máthé, at the meteorology agency Antal Réthly, at the sugar industry Hermann Gutherz. At Turkey Agriculturel Equipment institution Mihály Bordos and Jozef Fuzsek. During Atatürk’s era, animal health, rehabilitation and reproduction were at the core of the policy of animal husbandry. Therefore, studies were conducted to combat animal disease epidemic in the early years of the establishment of the Republic of Turkey. For this purpose, many Hungarian specialists have been brought in to work to fight against animal diseases, rehabilitation and reproduction. In this context, Prof. Oszkár Wellmann, Professor of Zootechnics at Pest Higher School of Animal Husbandry fort he preparation of reports on the activities of Hungarian animal rehabilitation, horse states, sheep-folds and cow-sheds, István Nádaskai, an agriculturel specialist fort he modernization of the Karacabey Stud Farm agriculture activities, and Dr. István Nádaskai, fort he development of Stud Farms and horsing Ferenc Csáky has been ordered. In this research, Hungarian Experts who have important role in the establishment of Agriculture and Animal husbandry by modern methods were exemined and tried to put forward their conributions. Between research sources documents of the Prime Ministry Republic Archieve, reports prepared by Hungarian Experts and the other Turkish and Hungarian sources are located.