XVIII. Türk Tarih Kongresi Cilt IV

XVIII. Türk Tarih Kongresi

Kongreye Sunulan Bildiriler (IV. Cilt)

Bilim ve Teknoloji Tarihi – Din ve Mezhepler Tarihi – Kültür ve Medeniyetler Tarihi

Hazırlayanlar: Semiha NURDAN – Muhammed ÖZLER
E-Kitap Yayın Tarihi:
Yayınlayan: Türk Tarih Kurumu
eISBN: 978-975-17-5115-7 (4.c) - 978-975-17-5111-9 (tk.)
Sayfa: 716
Konular: Türk Tarih Kongresi, Türk Tarihi

“Türk ve Türkiye tarihini çağdaş, sosyal bilim anlayışıyla araştırmak ve yaymak; bu alandaki araştırmaları desteklemek ve toplumdaki tarih bilincini geliştirmek” misyonu çerçevesinde faaliyetlerini yürüten Türk Tarih Kurumu, milli bir tarihsel kimliğin oluşmasında geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir rol üstlenmiş bulunmaktadır. Dünyayı hâkimiyeti altına alan küreselleşme süreci, köklü millî ve manevi değerleri olmayan veya bunları gereği gibi koruyamayan kültürleri yok ederek milletleri öz kültürlerinden uzaklaştırabilmektedir. Gerek dünyada gerekse bulunduğumuz coğrafyada yaşanan olaylara bakıldığında tarih ve millî kültür bilincine sahip, geçmişten ders çıkarmayı bilen milletlerin her türlü zorluğa karşı kendi varlıklarını korudukları görülecektir. Bu nedenle Türk Tarih Kurumunun insanlığa, tarihe ve geleceğe karşı görev ve sorumlulukları oldukça önemlidir. Bu bağlamda, Kurumumuzun görev ve sorumluluklarında biri de yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar, kongreler düzenlemektir. Bu toplantı ve kongrelerin en önemlisi Türk Tarih Kongreleridir. Dünyada kendi alanında en saygın kongreler arasında yer alan Türk Tarih Kongreleri, Türk tarihi ile Türkiye tarihinin önemli olaylarının aydınlatılmasına büyük katkılar sağlamış, ülkeler ve insanlar arasındaki kültürel bağların kurulmasına ve geliştirilmesine de olumlu hizmetlerde bulunmuştur.

BİLDİRİLER - SEKSİYON VII ( BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ )

Orta Çağın Sönmeyen Ateşi Neftin Formülü Üzerine

Doğan Mert Demir

ORCID: 0000-0002-9787-2053

Sayfalar: 1-20

Orta çağ denizcilik tarihi, dünya harb tarihinin kritik bir dönemini oluşturmaktadır. Günümüze değin süregelen birçok teknolojik gelişmenin kökeni orta çağ harb tarihine dayanmaktadır. Doğu Roma Deniz Kuvvetlerinin gerek savunma gerekse saldırı için geliştirmiş olduğu ünlü silahı olan Rum Ateşi, uzun süre devam eden İslâm- Bizans deniz savaşları sırasında İslâm Denizcileri tarafından öğrenilmiş ve İslâm Harb Teknolojileri tarihine naft adıyla tezahür etmiştir. Doğu Roma kuvvetlerinin deniz silahı olan Rum Ateşi, İslâm harb teknolojisince yeniden tasarlanarak geliştirilmiş ve uzun vadede gerek deniz gerekse kara orduları tarafından kullanılan önemli bir silah haline gelmiştir. Suyun bile söndüremediği bir ateş ortaya çıkaran bu silahın püskürtmesini ve patlamasını sağlayacak çeşitli teçhizatlar geliştirilmiş, hatta bu ateşi fırlatabilen mancınıklar dahi üretilmiştir. Kimyevi bir karışıma dayanan bu silah; uzun vadede Akdeniz’in kaderini değiştirmiş, teknolojinin süreğen gelişimi ile top, bomba ve mayın gibi silahların geliştirilmesine büyük bir katkı sağlamıştır. Naftın formülü ve tarifleri ise modern tarih çalışmalarınca efsaneleştirişmiş hatta “tarifinin gizliliği” gibi mit algı oluşturulmuştur. Biz bu çalışmamız vesilesiyle Rum Ateşi’nin İslâm Teknolojisine nasıl dâhil olduğu ve geliştiğini devrin canlı kaynakları vasıtasıyla açıklayacağız. Ardından döneme ait birtakım kaynaklarda ulaştığımız 17 adet naft formülünü, formülde bulunan malzemelerin kendi dönemlerindeki ulaşılabilirlikleri ve ticari değerlerini ele alacağız. Böylelikle naft silahının dünya harb teknolojileri tarihi bakımından önemini ele almaya etmeye gayret edeceğiz

The maritime history of the Middle Ages constitutes a critical period of the military history of the world. The root of many of the technological developments, which have continued until today, date back to the military history of the Middle Ages. The Greek Fire, the famous weapon developed by the East Roman Naval Forces, both for the purposes of defence and attack, was discovered by the Islamic Sailors during the maritime wars between Islam and the Byzantines, and appeared in the history of Islamic Military Technology under the name of “naft”. Greek Fire, which was the maritime weapon of the East Roman forces, was developed further by being redesigned by the military technology of Islam, and became an important weapon which was used both by naval and land forces in the long-term. Certain devices, which would ensure that this weapon – which emanated a fire that could not be put out by even water – sprayed and exploded, were developed, and indeed, catapults which could project this fire were even produced. This weapon, which was based on a chemical mixture, changed the fate of the Mediterranean in the long-run, and made a great contribution to the development of weapons such as canons, bombs and mines, with the continued development of technology. The formula and recipe of “naft” was made legendary in modern studies of history, and, indeed, a mythical perception that the “recipe was a secret” was created. In this study, we will explain how Greek Fire came to be a part of Islamic Technology and was developed, through the live resources of the period. We will follow this up by looking at the accessibility and commercial values of the materials contained in the 17 different “naft” formulas which we have found in some of the sources from the period, in their own periods. Thus, we will endeavour to discuss the importance of the “naft” weapon from the point of view of the history of the military technologies of the world.

İdrîsî’nin Nüzhetü’l-Müştâk Fi İhtirâkı’al-Âfâk Adlı Eserinin Batı Literatürüne Göre Değerlendirilmesi

Emel Akay Bozdoğan

ORCID: 0000-0002-9153-7852

Sayfalar: 21-33

Yunanca yerin tasviri anlamına gelen ve oldukça köklü bir bilim dalı olan coğrafya, uzun bir süre kelime anlamına sadık kalan bir bilim dalı olarak kabul edilmiştir. Zaman içerisinde farklı tanımlar yapılmış olsa da genel anlamıyla “doğal ortam ile insanlar arasındaki etkileşimi inceleyen bilim dalı” şeklinde tasvir edilmektedir. Coğrafya biliminin özellikle araştırma alanı olan, mekanın, mekan üzerinde yaşayan insanların, insanların yaptıkları faaliyetler ve nihayet insan topluluklarını ilgilendiren her konunun bir geçmişi vardır ve bilimsel metodlar ile araştırılırsa, o konunun “tarihi” yapılmış olur.** Dolayısıyla coğrafya biliminin bahsedilen şekilde araştırılması da coğrafya tarihini ortaya çıkaracaktır. Bu bağlamda coğrafya tarihinde VIII. Ve XIII. Yy.lar arasındaki dönemi kapsayan ve özellikle Müslüman coğrafyacıların eserleriyle büyük katkılarda bulundukları Ortaçağ Coğrafyasında, bu Müslüman coğrafyacılarının en önemlileri arasında sayılan Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed Şerif el-İdrîsî, El İdrisi ve eşsiz eseri Nüzhetü’lMüştâk fi İhtirâkI’al-Âfâk eseri bu çalışmada ele alınacak ve bu hususta, İdrisi ve Nüzhetü’l-Müştâk fi İhtirâkI’al-Âfâk ile İlkçağ ve Ortaçağ’da coğrafya ve kartografya bilimleri hakkında bilgilerin yanı sıra bu dönemlerdeki önemli coğrafyacılardan da bahsedilecektir.

Geography, which is a very well-established scientific discipline that stands for the representation of place in Greek, has long been regarded as a scientific discipline that remains true to the meaning of the word. Although different definitions have been made over time, it is generally described as “science that observes the interactions the natural environment and people”. There is a history of geography science, especially research, space, people living on the premises, activities that people do, and finally, people interested in human communities, and if they are searched by scientific methods, the “history” of that subject will be made. Therefore, researching the science of geography mentioned above will reveal the history of geography. In this context, in the history of geography, VIII. And XIII. In the Medieval Geography, which covers the period between the centuries and especially contributed by the works of the Muslim geographers, Abu alGhullah Mohammed b. Who is considered to be one of the most important of these Muslim geographers. The work of Muhammad Sharif al-Idrisi, El Idrisi and his unique work Nhuhett al-Mustafa fi ihtirâk al-âfâk will be dealt with in this work and this issue will be discussed with İdrisi and Nüzhetü’l-Müştak fi İhtirâkı al-âfâk in the Ancient and Medieval Ages geography and cartography as well as information about the major geographers in these periods will be mentioned.

Sadrazam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa’nın Hâmiliğindeki İlmî Faaliyetler

M. Fatih Çalışır

ORCID: 0000-0002-8089-2752

Sayfalar: 35-48

On yedinci yüzyılın ikinci yarısında çok sayıda siyasi, sosyal, ekonomik ve entelektüel meydan okuma ile karşı karşıya kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi idaresi, özellikle Köprülü ailesinden gelen sadrazamların yönetiminde bir canlanma ve yenilenme dönemi tecrübe etmiştir. Gençlik yıllarında İstanbul medreselerinde ders veren, şiir ve hat sanatıyla iştigal eden Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa, sadareti döneminde birçok siyasi ve askeri başarıya imza atmış, ayrıca ilmî çalışmalara verdiği destek ile haklı bir şöhret kazanmıştır. Henüz hayatta iken “fâzıl” lakabıyla anılmaya başlanan Ahmed Paşa’nın hamilik ettiği bilginler arasında tıp, astronomi, coğrafya, tarih, edebiyat ve mantık gibi çeşitli alanlarda önemli çalışmalar ortaya koyan isimler bulunmaktadır. Bu tebliğde, öncülüğünü George Sarton, E. J. W. Gibb ve Adnan Adıvar gibi tarihçilerin yaptığı “gerilemeci” tarih yazımının iddialarının aksine, on yedinci yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinde dinamik bir ilim çevresinin bulunduğuna ve Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa gibi yöneticilerin söz konusu ilmî faaliyetlerin oluşum ve gelişiminde oynadıkları kritik role dikkat çekilecektir.

The Ottoman Empire saw a period of revival and reform in the second half of the seventeenth century when the grand viziers from the famous Köprülü family found ways and means to respond to new political, social, economic, and intellectual challenges. Fazıl Ahmed Pasha, an ex-müderris (professor), calligrapher, poet, and a leading patron of arts and sciences, had a dynamic vision not just in his political and military designs but also in his patronage of various scientific and cultural projects. His administration, military leadership, and contribution to intellectual life helped him to earn the epithet of “fazıl” (fāḍıl in Arabic) or virtuous during his lifetime. Among the scholars he extended his patronage are leading names in the fields of medicine, astronomy, geography, history, literature, and logic. Aiming to revise the declinist historiography written by George Sarton, E. J. W. Gibb, and Adnan Adıvar, this paper highlights the dynamic intellectual life in the Ottoman capital in the second half of the seventeenth century. It draws attention to the critical role that the patronage of the Ottoman elite, particularly of the grand vizier Fazıl Ahmed Pasha, played in the flourishing of Ottoman cultural and intellectual activities in the period.

BİLDİRİLER - SEKSİYON VIII ( DİN VE MEZHEPLER TARİHİ )

Dinî Hareketlerin Zihinleri (Afganistan Taliban Hareketi)

Abdullah Mohammadi

ORCID: 0000-0002-5123-3643

Sayfalar: 49-64

Din, bireylerin yaşamını, ilişkilerini ahlaki ve kültürel değerler çerçevesinde düzenleyen, toplumun milli değerlerini ve dünya görüşlerini etkileyen ve toplumun dinamiklerini ortaya çıkaran bir sistem olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla dinin insanları diğer varlıklardan ayıran en önemli unsurlardan biri olduğu söylenebilir. Din fenomeni, bireyi ve toplumları çeşitli biçimlerde etkilemiştir. Bu doğrultuda din, sosyo-kültürel yapı içerisinde yer alarak, bireylerin zihniyet dünyasını ve zihin kodlarını etkilemektedir. Toplumda meydana gelen değişim, dönüşüm ve farklılaşmalara paralel olarak dinde de bazı değişimlerin ortaya çıktığı, dinin de işlevsel bakımdan farklılaştığı görülmüştür. Dinde değişim olgusunu, İslami literatüründe farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Olumlu değişim, ihya, ıslah, teceddüt ve tekamül, olumsuz değişim ise tağayyür, tahrif, inhiraf, ifsat ve tebeddül gibi sözcüklerle ifade edilmiştir. Çalışmanın amacı, din motifli Taliban hareketinden yola çıkarak Afganistan’da dini hareketlerin ve dini grupların sosyolojik alt yapılarını bilimsel yöntem ve teknikler çerçevesinde sağlıklı, eleştirel, nesnel bilgi ve açıklamalarla sunmaktır. İslam dünyasında zuhur eden ve dinden referansını alan Taliban gibi hareketlerin varlığı günümüzün önemli bir problemi sayılmaktadır. Konunun ön yargılardan uzak objektif olarak bilimsel çerçeveye uygun bir şekilde derinlemesine değerlendirilerek hem Afganistan’daki hem de İslam dünyasındaki din sosyolojisi çalışmalarına katkı sağlayacağını ve İslam dünyasında zuhur eden din kaynaklı hareketlerle ilgili çalışmalara yol gösterici olacağını ümit ediyoruz.

Religion, the life of individuals, relations in the framework of moral and cultural values, affecting the national values of the society and worldviews and a system that reveals the dynamics of society. So it can be said that religion is one of the most important elements that distinguish people from other beings. Religion has influenced phenomenology, individuals and societies in various forms. In this direction, religion takes place within the socio-cultural structure, affecting the individual’s mindset and mind codes. In parallel with the change, transformation and differentiation that took place in society, it has been seen that some changes have occurred in the world, and religion has also been differentiated from the functional aspect. The phenomenon of dinde change has been expressed differently in the Islamic literature. Positive change, rehabilitation, remediation, tentative and evolution, and negative change are expressed in words such as tripping, falsification, infertility, exhortation and subjugation. The aim of the work is to present the sociological subdivisions of religious movements and religious groups in Afghanistan with healthy, critical, objective information and explanations within the framework of scientific methods and techniques, starting from the religion-motivated Taliban movement. The presence of movements such as the Taliban, which appear in the Islamic world and are referred to from the outside, is an important problem of our time. We hope that it will contribute to the study of sociology of religion both in Afghanistan and in Islamic world and will guide the work on religion-based movements that have emerged in the Islamic world by evaluating the subject in depth in accordance with the scientific framework, away from the prejudices.

Safevî Hükümdarı Şah II. İsmail’in Dinî Vahdet Politikasına Dair

Dilaver Azimli

Sayfalar: 65-84

Takdim edilen makalede Azerbaycan Safeviler Devleti’nde Şah I. Tahmasb’ın vefatından sonra hakimiyete getirilen Şah II. İsmail’in din politikasından bahsedilmektedir. II. İsmail’in izlediği politika, şimdiye kadar Azerbaycan tarih biliminde araştırılmamıştır. Sovyetler döneminde çıkarlara hizmet etmediğinden ilgilenilmemiştir. Araştırmalara göre o dönemde hakimiyete gelen Şah II. İsmail’in Osmanlı ile Safevi arasında ciddi engele dönüşen mezhep sorununa dikkat yetirdiğini göstermektedir. II. İsmail, attığı adımlarla mezhep sorununu çözebilecekti. Fakat dönemin yöneticileri ve dinadamlarını ikna edemediğinden, kendisine karşı devleti itirazlar yaşandı ve sonda Şah II. İsmail muammalı şekilde dünyaya veda etti. Şah II. İsmail son derece riskli adım attığının farkındaydı. Fakat o kararlıydı. Attığı bu adımla dini alanda vahdete ulaşmaya çalışan bir rehber olarak, Azerbaycan tarihine ismini yazdırmayı başardı. Bu makalede Şah II. İsmail’in bu yöndeki çalışmalarından bahsedilmiştir.

The given article is devoted to the studying the religious policy of Shah Ismail II that took the power in the Safavid Empire after the death of Shah Tahmasib I. So far Shah Ismail II′s this policy was never studied as the particular object in an Azerbaijani historiography. In Soviet period due to its insuitability it was out of researchers′ interest. The research shows that Shah Ismail II who came to power focused on the religious problem that became the serious obstacle in mutual relations between the Ottoman and the Safavid Empires. He could dissolve that problem. But his policy didn′t match the interests of rulers and religious figures of that period, consequently he was killed in a result of an organized plot in strange circumstances. Shah Ismail II knew himself that the policy he was carrying out was risky. But he was adamant in his policy. Due to his policy he made history in Azerbaijan as a ruler that tried to gain a religious unity. The article reflects the activity of Shah Ismail II in this sphere.

Çin İslam Araştırmalarında Gök (天) ve Allah (真主) Kavramları

Ertuğrul Ceylan

ORCID: 0000-0001-6646-0382

Sayfalar: 85-100

Mekke’de doğan İslamiyet, tarihi süreç açısından bakıldığında hızlı bir şekilde dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. İslamiyet, Arap Yarımadası’nda uzaklık ifadesi olarak gösterilen Çin’e 7. yüzyılın ortalarında girmiştir. Çin’in batı bölgesi olarak kabul edilen ve dünya ticaret tarihinde önemli bir yer teşkil eden ipek yolu, İslamiyet’in Çin’e yayılmasında oldukça etkili olmuştur. İpek yolunda kervanlarla taşınan yüklerin yanında gözle görünmeyen ancak manevi ağırlığı tüm maddi ağırlıkların önüne geçecek olan “inançlar” bu yolun en kutlu yolcusu olmuştur. İslamiyet’in Çin’e girişi ile birlikte İslam dininin temel kavramlarının Çince karşılığını bulma konusunda bazı problemler yaşanmıştır. Bu dönemde “Allah (Zhenzhu)” kavramı yerine kullanılan “Gök (Tian)” kavramı yaşanan bu problemin en büyük örneğidir Bu kullanımın ilk örneklerini Tang Hanedanlığı döneminde Du Huan tarafından yazılan seyahatnamede, Eski ve Yeni Tang Tarih Kayıtları’nda görmekteyiz. “Gök” kavramının kullanımı ilk bakışta Çin inanç sistemine göre doğru gelmektedir. Bu yüzden Çin’de “Allah” kavramı yerine “Gök” kavramının kullanımı 1630 yılına kadar devam etmiştir. Ancak İslamiyet’teki “Allah” kavramının yerine bu kavramın kullanımı İslam inancı ile çelişmektedir. 1630 yılında Zhang Zhong (张中) tarafından yazılan “Keli Mo Jie (克里默解) adlı eserde bu çelişki fark edilmiş, Allah isminin yerine Zhu (主) veya Zhenzhu (真主) isimleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra ise Zhenzhu ismi genel kabul görmüş ve yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Çalışmamızda İslamiyet’in Çin’e girişi ile birlikte “Gök” kavramının “Allah” kavramı yerine kullanılması ve Gök’ten Allah’a giden yol ele alınacaktır.

When evaluated from a historical perspective, Islam has spread all over the world rapidly after its’ birth in Mecca. By mid 7th century, Islam had already reached China; which was equivalent to “distant” as a notion in the Arabian Peninsula. Islam spread through China primarily and effectively via The Silk Road, which was mainly to the west of China and which constitutes an important place in world history. In addition to trade goods, those caravans carried “religions”; invisible, yet more precious than any other trade good with their spiritual dimension. Religions were the most blessed travelers of this road. As Islam entered China, some problems were encontered in finding the Chinese equivalent of the basic concepts of Islamic religion. In that regard, a typical example would be use of the term Heaven (Tian) instead of the term Allah (Zhenzhu). The first examples of this usage can be found in Olb Book of Tang, New Book of Tang and also in writings of Du Huan; a Chinese travel writer during Tang Dynasty. At a first glance using “Heaven” may seem appropriate according to Chinese belief system. Due to this fact its’ usage of “Heaven” instead of “Allah” was in place until 1630. However, using this term instead of the term “Allah” conflicts Islamic faith. While writing his book “Keli Mo Jie (克里默解) Zhang Zhong (张中) realized that confliction, and after that the terms Zhu (主) or Zhenzhu (真主) were used instead of the term Allah. In this study we will be focusing on the use of the term “Heaven” instead of the term “Allah” also an the path from “Heaven”to “Allah”.

Dinler Tarihçisi Olarak Bîrûnî: Hint Dinlerine Yönelik Araştırma ve Tespitler

Hammet Arslan

ORCID: 0000-0002-4703-9952

Sayfalar: 101-124

Türk-İslam düşünce tarihinin köşe taşlarından Bîrûnî, 973 yılında Harezm’in başkenti Kâs’da dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlarda ilme merak salmış, Harezm sarayıdaki bilim adamlarından dersler almıştır. Gaznelilerin Hindistan’a düzenlediği seferlere katılarak Sanskritçe öğrenmiş, Hindu dini metinlerini tetkik etmiş, dinsel uygulamaları gözlemlemiştir. Hem matematik, astronomi ve tıp gibi fen bilimleriyle hem de coğrafya, edebiyat, ve tarih gibi beşeri bilimlerle ilgilenmiştir. Bîrûnî’nin çalışmalarındaki bilimsel ve metodolojik yaklaşımı, disiplinli gayreti, analiz ve mukayese yeteneği, objektif ve akılcı tutumu, derin ve etraflı bakış açısı, onun örnek bir bilim adamı olduğunun göstergeleridir. Biz bu bildirimizde, Bîrûnî’nin bakış açısıyla (i) Hintlilerin dini inanış ve uygulamalarının anlaşılmasında karşılaşılan başlıca zorlukları, (ii) Hint dinlerinin doğru ve derinlemesine analizinde ihtiyaç duyulan yöntemleri, (iii) Hintlilerin, Tanrı inancı, cennet-cehennem tasavvuru, kurtuluş anlayışı, kast sistemi, kurban törenleri, kutsal mekânları, ölüleri yakma gelenekleri ve dini bayramları gibi ayırt edici inanış ve uygulamaları ele almaya gayret edeceğiz.

Al-Beruni one of the cornerstones of Turkish-Islamic thought history, was born in Kâs, the capital of Khorezm in 973. He was interested in science at a young age and took lessons from the scientists of Khorezmian palace. He participated in the military expeditions in India organized by the Ghaznevids, learned Sanskrit, examined Hindu religious texts, and observed their religious practices. He has been interested in mathematics, astronomy and medicine, as well as in geography, literature, and history. AlBeruni’s scientific and methodological approach, disciplined endeavor, ability to analyze and compare, objective and rational attitude, deep and thorough perspective, is an indication that he is a model scientist. In this paper I will try to express (i) the main difficulties in understanding the religious beliefs and practices of the Indians (ii) the methods needed for accurate and in-depth analysis of Indian religions (iii) the distinctive beliefs and practices of the Indians, such as the belief in God, concepts of heaven and hell, thought of salvation, caste system, sacrificial ceremonies, sacred spaces, tradition of cremations and religious festivals by Al-Beruni’s percpectives.

Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlığa Karşı Son Pagan Mukavemeti: Iulianus ve Arbogast Örnekleri

Mert Kozan

ORCID: 0000-0003-0176-0776

Sayfalar: 125-139

Roma İmparatorluğu’nun hükmettiği Ortadoğu coğrafyasında, Hz. İsa’nın önderlik ettiği ve önceleri küçük bir cemaat olarak ortaya çıkan Hristiyanlık, çoktanrıcı ve dünyevi bir din yapısına sahip Roma toplumu içerisinde büyük ve derin etkiler yaratmıştır. Bu din, özellikle ses getiren yayılımını III. yüzyılda gerçekleştirmiştir. Bu yayılım karşısında Roma İmparatorluğu önlemler almış ve şiddetle karşı çıkmıştır. Roma’nın, Hristiyanlara karşı uyguladığı en büyük yaptırım 303 ila 313 yılları arasında gerçekleşen “Büyük Takibat’’tır. Roma İmparatorluğu bu dönemlerde barbar olarak adlandırılan Germen akınlarıyla birlikte iyice zayıflamaya başlamış ve Hristiyanlara karşı uyguladığı politikalarda başarısız olmuştur. Roma İmparatorluğu, İmparator I. Constantinus (İ.S. 307-337) ve Licinius (İ.S. 308-324) döneminde ortak bir karar alarak, 313 yılında Milano Fermanı’nı ilan etmiştir. Bu ferman ile Hristiyanlığa karşı hoşgörüyle bakılmıştır. Böylelikle hoşgörü kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır. Hatta bazı Hristiyan müellifler I. Constantinus’un bir Hristiyan olarak öldüğünü dile getirmişlerdir. Ancak Hristiyanlığın tüm bu yayılımına karşı İmparatorlar nezdinde dahi karşı çıkışlar olmuştur. Bunlardan ilki Büyük Constantinus’un sülalesinden gelen İmparator Iulianus’tur (İ.S. 361- 363). İmparator Iulianus IV. yüzyıl İmparatorlarına göre çok farklı bir karakter göstermektedir. Eski Pagan inancını benimsediği için “Apostata” yani “dönek” olarak anılmaktadır. Bir başka Pagan mukavemeti ise doğrudan İmparator olmasa da kendi tayin ettiği İmparator vasıtasıyla yönetime ortak olan ve yönetimde gerçek söz sahibi konumuna gelen Frank kökenli “magister equitum” “atlıların komutanı” unvanlı Arbogast tarafından olmuştur. Tebliğimizdeki temel amaç Hristiyanlığın, İmparatorluk tarafından 391 yılında resmi din olarak belirlenmesinden hemen önceki dönemde tekrar bir pagan İmparatorluğa dönüştürülme çabalarını ve bu çabaların neticesini ve İmparatorluk halkı üzerindeki yansımalarını incelemek olacaktır.

In the geography of the Middle East ruled by the Roman Empire, Christianity, preached by Jesus and emerging as a small community, has created enormous and profound effects that have a very divine and earthly dynasty in Roman society. This religion, especially the sound propagation III. century. Faced with this expansion, the Roman Empire took precautions and vigorously opposed it. The greatest sanction that Rome imposed on Christians is the “Great Patriarch” between the years 303 and 313. The Roman Empire suffered weakness with the German influences called barbarian during these periods and failed in the politics it applied against Christianity and Christians. . The Roman Empire made a joint decision in the period of Constantine I (AD 307-337) and Licinius (AD 308-324) and proclaimed the Declaration of Milan in 313. This article seems tolerant to Christianity. Thus tolerance has been tried to be institutionalized. Some Christian writers even told me that Constantinus died as a Christian. However, even against the Emperors against the spread of this Christianity, there were contradictions. These included Emperor Iulianus (361-363 AD) from the Greater Constantine area. Emperor Iulianus IV. It shows a very different character than the emperors of the 16th century. It is called “Apostata” because it adopts the old Pagan belief. Another pagan resistance is not by the Emperor but by Arbogast, who is based on Frank’s “magister equitum”, the “commander of the Atlas,” the ruler of the emperor’s sovereigns appointed by him. The main purpose of our paper will be to examine the efforts of Christianity to be transformed into a pagan empire in the period just before the official religion was established by the Empire in 391, and the reflections of these efforts on the people of the Empire.

About the Politicization of The Safaviyya Sufi Order

Nargiz Akhundova

ORCID: 0000-0003-1638-2077

Sayfalar: 141-156

Bir devlet iktidarının kurulmasına zemin oluşturan Sufi tarikatlarının mevcudiyetine İslam tarihinde pek fazla rastlamak mümkün değildir. Nitkim bu ender olarak rastlanılan tarikatlarından biri de Safevi tarikatıdır. Politikanın tarikat hayatında oynadığı rolü ve tarikat gelişiminin farklı aşamalarında yeri, siyasallaşma sürecinin derecesi ve başlangıcı bu makalede ele alınmaktadır. Bazı kaynaklar tarikatın siyasallaşmasını Şeyh Haydar’ın manevi önderlik döneminde başlamış olduğundan söz eder, öteki kaynaklar ise bu sürecin Hoca Ali ve hatta İbrahim (Şeyhşah) dönemlerinde başladığını iddia ederler. Fakat kanaatimize göre, sözkonusu bu süreç çok daha erken dönemlerde gerçekleşmeye başlamıştı. Bu bağlamda makalede Şeyh Safiyüddin ve Şeyh Sadrettin’in manevi iktidar dönemlerine özel önem verilmektedir. Son olarak, bu çalışmanın önemli bir yönü konuyla ilgili kaynakların, kavramsal fikirlerin ve çeşitli yazarların geleneksel görüşlerinin biraraya getirilmesi ve sorunun uluslararası tarihçilik çerçevesinde ele alınmasıdır.

In the history of Islam there were quite few Sufi tariqas which laid the groundwork of a future state authority. One of them was the Safaviyya Order. The present article deals with the political factor and its role in the Order’s activities and namely political impact of the Order at different stages of its development as well as the origin and the scale of politicization. According to some scholars, the Order became politicized during spiritual guidance of Sheikh Haydar while other researchers suggest that it happened under Khwaja Ali or Ibrahim (Sheikhshah). However, we believe that politicization occurred much earlier than in the specified periods. In this regard, the article specifically focuses on spiritual guidance of Sheikh Safi-ad-din and Sheikh Sadr-ad-din. Finally and yet importantly, the present research provides an overview of studies, concepts and traditional views of various scholars and discusses the topic in the context of world historiography.

Islam in Latin America: The Rise, Challenges and Current Situation

Nigar Asgarova

Sayfalar: 157-168

İslam, dünyanın en genc tektanrılı ve dünyanın en büyük ikinci dinidir. İslam Suudi Arabistan’da yaranmış, ancak kısa bir süre içinde sınırları aşarak tüm dünyaya yayıldı. Bunun nedeni İslamın mükemmel ve eksiksiz, adalet, merhamet ve nezaket dini olmasıdır. Latin Amerika’da İslam’ın yükselişi hakkında bazı görüşler var. Bazı delillere göre Müslümanlar bu bölgeye Hıristiyanlardan beş yüzyıl önce geldi. Makalede bu gerçeklere dair bazı tarihi kanıtlar araştırılmaktadır. XV yüzyılın başından itibaren, kuzey ve doğu Afrika’dan Müslümanlar, Avrupalılar tarafından Latin Amerika’ya getirildi. Yüzyıllar sonra, farklı milletlerden ve farklı bölgelerden gelen Müslümanlar başta Orta Doğu olmak üzere Latin Amerika’ya göç etmiş, topluluklarını, dini merkezlerini ve Camilerini kurmuşlardır. Günümüzde Latin Amerika’da 4 milyondan fazla Müslüman yaşıyor. Bölgenin tüm Müslümanlarını bir araya getiren Latin Amerika İslam Teşkilatı, bölgedeki en büyük Müslüman topluluğudur. Topluluk Güney Amerika kıtasındaki en aktif Müslüman kuruluştur. Latin Amerika’da İslam’ın yükselişinin tarihsel arka planı, tarihsel olarak Müslümanların Kolomb öncesi varoluşu, Latin Amerika ülkelerinin Müslüman ülkelerle ilişkileri, dinlerarası birlikteliği, mevcut durum, Latin Amerika’da İslam’ın yayılmasının zorlukları ve engelleri hakkında hipotezler makalede analiz edilmiştir.

Islam is the youngest monotheistic and the second largest religion in the world with more than 1,5 billion adherents. Islam was founded in Saudi Arabia, but in a short period of time the religion crossed all borders and spread all over the world. Because Islam is a perfect and complete religion, Islam is a religion of justice, mercy and kindness. There are some views about the rise of Islam in Latin America. According some evidences Muslims came to these region five centuries before Christians. Muslims with African origins sailed to undiscovered American continent from Port of Palos of Spain. According to other historical hypothesis in 1333 the Sultan of Mali Abu-Bakr II sailed to these lands. From the beginning of XV century Muslims from north and east Africa were brought to Latin America by Europeans. Following centuries Muslims from different nationality and from different regions, mainly from the Middle East, migrated to Latin America and founded their community, religious centers and established Mosques. More than 4 million of Muslims live in Latin America. Islamic Organization of Latin America which gathers all Muslims of the region is the biggest Muslim Community in the region. The Community is the most active Muslim organization in South American continent. The historical background of the rise of Islam in Latin America, historical hypothesizes about pre-Columbian existence of Muslims, relations of Latin American countries with Muslim countries, interreligious coexistence, current situation, challenges and obstacles of spreading of Islam in Latin America, will be analyzed in article.

İslam Mezhepleri Tarihi’nde Mâtürîdî

Osman Oral

ORCID: 0000-0002-6403-5144

Sayfalar: 169-191

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö.333/944), Türk ve İslâm dünyasının yetiştirdiği ender düşünürlerden biridir. Türk kökenli kabul edilen âlim İmam-ı A’zam Ebû Hanife’nin inançla ilgili görüşlerini sistemleştiren Ehl-i Sünnet’in “Mâtürîdîyye” diye anılan itikâdî mezhebinin de önderlerindendir. O, dînî konularda Kur’ân bütünlüğünü merkeze alan rasyonel ve dengeli yorumlarıyla tarihi süreç içerisinde gelişen Hanefi-Mâtürîdî geleneğinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış, yaşadığı dönemde birçok akımların etkisine ve tehdidine maruz kalan Türk-İslâm topluluklarının birlik ve bütünlüğüne de itikâdî açıdan çok önemli katkılar yapmıştır. O, hoşgörülü ve birleştirici fikirleriyle tefekkür ve bilim tarihinin kilometre taşlarını oluşturmuştur. Bu yönüyle de çağının gelişmelerine damga vurarak daha sonraki dönemlerde de referans alınmış müstesnâ düşünürlerden biridir. O’nun hikmet bakış açısıyla oluşturduğu fikirleri, birey ve toplumları birleştirici, bütünleştirici görüş ve anlayışlarının bilinmesi önemlidir. Günümüzde özellikle İslâm dünyası ve Türk toplumu için hatırlanması ve örnek alınmasıyla gelecek kuşaklara aktarılması gerekmektedir. Bu tebliğde Mâtürîdî’nin hayatı, ilmi yapısı ve dînî anlayış biçiminin arka planı ile toplumlara ve mezheplere bakış açısı tartışılmaktadır.

Abu Mansur al-Maturidi (d. 333/944), is one of those rare thinkers trained Turkish and Islamic world. Accepted scholar of Turkish origin, Imam Abu Hanifa systematized his views on faith Ahl al-Sunnah “Maturidiyye” sect, the founder of the so-called faith. He, in religious matters, the integrity of the Quran with commentary based on rational and balanced evolving throughout its history Hanafi-Maturidi made major contributions to the formation of. Exposed to the influence of many currents in that era and the threat that the Turkish Islamic societies have made very important contributions to the unity and integrity of from a doctrinal standpoint. That has created milestones in the history of science with contemplation and tolerant and unifying ideas. That this aspect of the age by hitting their stamp on the development in later periods, is one of the exceptional thinkers taken as the reference. From the perspective of his wisdom, create ideas, individuals and communities requires knowledge of integrating and unifying vision and understanding. Today, the Islamic world and especially with the removal of the sample for the Turkish community to remember and to future generations must be transferred. In this paper Maturidi’s life, the sects and religious societies and the structure of knowledge perspective with the back ground of perception are discussed.

Eski Anadolu’da Dinî İnançların Savaşlardaki Rolü ve Önemi

Suzan Akkuş Mutlu

ORCID: 0000-0002-8699-1081

Sayfalar: 193-208

Eski Anadolu toplumlarının inancına göre yeryüzündeki her şeyin sahibi tanrıydı. İnsanlar tanrılara hizmet etmek için yaratıldıklarına, savaşlar ve zaferlerin kralla birlikte tanrının izniyle gerçekleştiğine inanıyorlardı. Krallar yazıtlarında yöneticilik ve adaleti sağlama görevini tanrılardan aldıklarını belirterek siyasi iktidarlarına dini yönden de bir meşruiyet kazandırmayı amaçlamışlardı. Kral yanlış bir şey yaptığında, bir suç işlediğinde tanrılar tarafından tüm toplumun cezalandırılacağına inanılıyordu. Yani hastalıklar, kıtlık, felaketler, kaybedilen savaşlar hep krallın görevini yerine getirememesinden ve işlemiş olduğu bir günahtan kaynaklanıyordu. Dolayısıyla başarısız bir kral tanrıların desteğini de kaybetmiş demekti. Bununla birlikte tanrılar tehlikelere karşı kralları uyarıyordu. Bu nedenle bir kral tanrılara danışmadan sefere bile çıkmazdı. İktidarları ve zaferleri tanrılara bağlı olan krallar hizmetleriyle de tanrıları hoş tutmaya çalışmışlardı. Halkını etkilemek için yazıtlarını resimlerle ve sembollerle de güçlendirmişlerdi. Örneğin; Urartulara ait krali yazıtlarda Tanrı Haldi asker görünüşündedir ve kralı sefere çıkarken takdis ederek zafer kazanmasını sağlamaktadır. Urartular tapınaklarda tanrılara sundukları silahları kutsal olarak benimsemiş olup, bu silahlara da adak adamışlardı. Çünkü eskiçağ toplumlarında tanrının ordunun yanında bizzat onlar için savaştığı inancı hâkimdi. Krallar halkın savaşa katılımını sağlamak amacıyla tanrı heykelini de orduyla birlikte savaş alanına götürürlerdi. Savaş sırasında düşmanın tanrısını ele geçirmek bu nedenle oldukça önemliydi. Böylece tanrısı tarafından terkedildiğini düşünen bir ordunun savaşı kazanacağına dair olan inancı da yok oluyordu. Eskiçağdan günümüze kadar insanlar içerisinde bireysel olarak bir tanrıya inanmayanlar olsa da, bir kavim ya da devletin tamamen inançsız olduğu görülmemiştir. İnsanoğlunun savaşması için en etkili güç dini inancıdır. Çünkü Tanrı için savaşır ve bu uğurda ölürse cennete gideceğine inanmaktadır. İşte bu inancın gereği olarak da savaşlara isteyerek katılırlar. Biz bu çalışmamızda çivi yazılı belgeler ışığında insanların sahip oldukları dini inancın savaşa giderken, savaşırken onları nasıl etkilediği, rolü ve önemini inceleyeceğiz.

According to beliefs of Ancient Anatolian societies, god was owner of everything on earth. People believed that they were created to serve the gods, wars and victories occur with permission of the god with the king. Kings also aimed to legitimate their political power by religiously via stating in their inscriptions that they had received duty of providing leadership and justice from gods. When the king did something wrong or committed a crime, it was believed that entire community would be punished by the gods. So illness, famine, catastrophes, lost wars were always due to king shirk his duty and also fell into a sin. Therefore, a failed king would have lost support of the gods. However, the gods warned the kings against the danger. For this reason, a king would not even start a campaign without consulting the gods. Kings whose ruling power and victories are related to gods, tried to please them with their services. They strengthened their inscriptions with pictures and symbols to influence their people. For example; in royal inscriptions of the Urartians, God Haldi is in appearance of soldier, and blesses the king to gain a victory when he starts a campaign. The Urartians had sacred the weapons they sacrificed to the gods in temples, and consecrate for these weapons too. Because in ancient societies it is a common belief that God is fighting alongside with the army and for them. Kings would bring god statue to the battlefield with the army, in order to encourage people to participate in the war. For this reason, it was very important to capture the god of enemy during the war. So army who thinks that they were abandoned by their god, lost their faith of winning the battle. Although among people from ancient times to present there are atheists who do not believe in any God individually, a society or state being completely non-believer has not yet been seen. The most effective force of mankind to fight them is his/her religious faith. Because he/she believes that if he/she goes to war for his God and dies for it, he/she would go to paradise. As a requirement of this belief they willing participate in wars. In this study, in the light of cuneiform scripts, we will examine, how people’s religious belief effect them when they were going to the war and while they are fighting, and its role and importance for them.

BİLDİRİLER - SEKSİYON IX ( KÜLTÜR VE MEDENİYETLER TARİHİ )

Hitit Tarihi ve Tarih Yazımının Sorunları Üzerine Düşünceler

Ahmet Ünal

Sayfalar: 209-234

Hitit tarih yazımı, Eski Yakın Doğu ve Anadolu araştırmaları çerçevesinde en çok tartışılan ve suistimal edilen konular arasında yer alır. Yaygın şekilde ve gereksizce Hititlere atfedilmek istenen “tarih duygusu” (sense of history) hakikaten onlara özgü bir edebiyat türü oluşturan yıllıklar ve antlaşma yapılan iki devlet arasındaki ilişkileri o ana kadar iyimser bir gözlükle özetleyen antlaşma metinlerinin giriş kısmında yer alan tarihî bilgiler tartışılan konular arasındadır; ama hiç kuşkusuz bunlar tarafsız olmaktan uzaktır ve maalesef Hititlerin güya etnik ve lengüistik açıdan Hint-Avrupalı sayılmalarından kaynaklanır. Tarafsız anlatım ve tarihî olayların nakledilmesi söz konusu olunca Babil, Asur ve Mısır tarihî metinlerinde gözlemlenen aşırı fark kendisini asla göz ardı edilemeyecek derecede hemen gösterse de, diğer taraftan Grek ve Roma tarih yazımıyla kıyaslandığında gerçek bir historiyografyadan mahrum oldukları da anında anlaşılır. Bu konular Hititoloji’nin erken yıllarından beri iyi bilinmektedir ve bildirimde bunları sadece geçiştirmekle yetineceğim. Burada beni en başta ilgilendiren, kaynak malzemeyi tarih yazımı ve edebî açıdan derinlemesine incelemek değildir; aksine kısa bir zaman önce basılan Eski Anadolu ve Hititlerle ilgili geniş kapsamlı kitabımı yazarken kendiliğinden ortaya çıkan ek sorunları ve konuları biraz daha açıp tartışmaktır. Tarih duygusu yanında Hititlere mal edilmek istenen ciddi inanç ve oldu bittiler vardır ve bunların da dikkatlice ayıklanıp temizlenmesi gerekir. Bunlar arasında Hitit devlet antlaşmalarının rolü, büyük bir yanılgıyla dünyanın ilk anayasası olarak kabul edilen Telipinu Fermanı, gene yanlışlıkla senato olduğu gözüyle bakılan halk meclisi (pankuš) ve diğerleri yer alır. Üniversel ve “Büyük Tarih” (Big History) açısından ne bu kayıtlar, ne de bunları esas alarak kurgulanan tarih historia bazında tarih değil, tarihte umduğunu bulmak fantazisi olarak sayılmalıdır. Eski Yakın Doğu senaryosunda Hititlerin oynadıkları rol de genel olarak saptırılmıştır. Kadeš Savaşı ve onu izleyen Mısırlı II. Ramses ile Hattili III. Hattušili arasında imzalanan barış antlaşması etrafında döndürülen söylentiler, yanlış algılanan ve bilhassa Türk toplumu içersinde abartılan konular arasındadır. Hitit tarih yazımının bir başka meselesi de onun üniversel tarih çerçevesi içine yerleştirilmesidir. Kısacası, bildiri bir taraftan Hititler ve tarihleri etrafında döndürülen tarafgir ve bayatlamış dedikoduları ayıklamaya uğraşırken, diğer taraftan da gerçek Hitit olabilecek şeylerin neler olduğunu ve onların kendilerine has meziyetlerini ve geride bıraktıkları ünik mirasın niteliklerini ortaya çıkarmaktır.

Hittite histroriography is one of the mostly discussed and spoiled subjects within the moot points of Ancient Near Eastern and Anatolian studies. The sense of history commonly and promptly attributed to the Hittites is due to their creation of annalistic as a unique literary genre and an optimistic outline of the hitherto historical events between treaty partners in the prologues of the state treaties, and is doubtless somehow biased; these believes root unfortunately from the allegedly Indo-European origins of the Hittites in term of ethnicity and linguistics. Although, as far as objective narrative and true story telling concerns, differences between the Babylonian, Assyrian and Egyptian historical narratives are too evident, and the contrasts extremely striking and cannot be dismissed, Hittite text corpus, nonetheless, lacks so far genuine historiographical literary genre in term of Greek and Roman history writing. These aspects are well known since earliest days of Hittitology and in my paper I will deal with them only in passing. What I am concerned to discuss in depth are not the historiographical and literary value and aspects of the source material, but rather the additional secondary questions and issues, which turned out incidentally as I was writing my exhaustive book on the history of Ancient Anatolia and Hittites, which appeared shortly. Alongside a historical sense there are some other grief believes and fait accomplis attributed wrongly to the Hittites, which must be selected and purged carefully. Among them there is the role of Hittite state treaties and Telipinu’s decree, which is considered on incorrect premises as the first constitution of the world, the role of assembly (pankuš) as senate are among them. First of all, from the point of view of universal and “Big History” these records and the history reconstructed on the basis of them cannot be considered as historia per se, but as highly desired wishes and trifles. The reception of the Hittites’ role in the Ancient Near Eastern historical scenery in general is distorted too. Rumors around the battle of Kadeš and the subsequent treaty between Ramesses II of Egypt and Hattušili III Hatti are typical examples, which are spoiled and exaggerated, mostly among the Turkish publicity. Another problem of the Hittite historiography is its exact role and position within the frame of the universal history. In short, the paper will try, on the one hand, to purge biased and antiquated views around the Hittites and their history, and outline exactly what is genuine Hittite, i.e. their true merit and legacy, on the other

Osmanlı İstanbulu’nda İranlı Matbaa ve Kitapçıların Yasaklı Faaliyetlerine Dair Bir İnceleme

Ayhan Doğan – Eyüp Cücük

ORCID: 0000-0002-3835-01240000-0003-2660-8009

Sayfalar: 235-250

Bu araştırma, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında, Osmanlı İstanbulu’ndaki İranlı matbaacı ve kitapçıların çeşitli faaliyetlerini konu almaktadır. Bu çerçevedeki araştırmanın amacı, mevki olarak İstanbul’un Beyazıt semtinde yerleşmiş bulunan İranlı bazı şahısların mağaza ve dükkânlarında, Osmanlı Devleti tarafından yasaklanmış olan kitapları basma ve satma faaliyetlerini arşiv belgelerine dayanarak ortaya koymaktır. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığında yapılan incelemeler neticesinde, Maarif Nezareti fonundan elde edilen arşiv kaynakları incelenerek değerlendirilmiştir. Erişilen belgelerin konularına göre ayrı temalar altında tasnif edilmesinin yanı sıra söz konusu belgelerin günümüz Türkçesine transkripsiyonu yapıldıktan sonra içerik bilgisi analiz edilmiştir. Buradan hareketle, İstanbul’daki İranlı matbaa ve kitapçıların faaliyetlerine ilişkin arşiv belgelerinde yer alan bilgiler ortaya konularak değerlendirilmiştir. Bu doğrultuda İranlı Tahir Efendi’ye ait olan Ahter Matbaası’nda çoğunlukla zararlı kitap, risale ve çeşitli evrakların ruhsatsız bir şekilde basıldığı, İranlı kitapçı Ali Ağa’nın dükkânında yasaklı kitaplar bulunduğu ve bunların satışının yapıldığı vs. gibi örnek olaylara ulaşılmıştır. Ayrıca, İranlıların bu faaliyetlerine karşılık Osmanlı resmî makamlarının bazı durumlar üzerine aldıkları önemli kararlar incelenerek yasaklı eserlere el koyma, İranlı kitapçılarla ilgili adlî soruşturma başlatmaceza kesme vs. uygulamaları ortaya konmuştur.

This research focused on various activities of Iranian pressers and booksellers in Ottoman Istanbul at late 19th and early 20th century. The aim of the research was to reveal some Iranian people’s book publishing and selling activities that were prohibited by the Ottoman State in their stores located in the Beyazıt district of Istanbul based on archival documents. As a result of the examinations performed in Ottoman Archives Department under General Directorate of State Archives of the Prime Ministry of the Republic of Turkey, the archive resources obtained from the Fund of the Ministry of Education were examined and evaluated. Besides the classification of the obtained documents according to the topics under different themes, after transcription of the aforementioned records to contemporary Turkish, the content information was analysed. After this procedure, the archival documents related to the activities of Iranian pressers and booksellers in Istanbul was put forward and evaluated. In this respect, several case studies were identified such as harmful books, booklets and various documents were frequently printed unlicensed in the Ahter Printing House belonging to the Iranian Tahir Efendi, there were proscriptive books in Iranian bookstore Ali Aga’s store and that the banned books were sold. Moreover, the examination of the Ottoman authorities’ important decisions on some cases indicated that legal enforcements such as the confiscation of proscriptive books, initiating a judicial investigation into Iranian bookstores and imposing punishments were imposed in response to these kind of activities of the Iranians.

MÖ I. Binyılda Asur Devleti’nde Maden İşlemeciliği ve Anadolu Madenlerinin Önemi

Ebru Mandacı

ORCID: 0000-0001-7487-7057

Sayfalar: 251-270

Mezopotamya maden yatakları bakımından yoksun bir bölgedir ve burada yaşayan kavimler madenleri çevre bölgelerden sağlamak zorunda kalmışlardır. Asur kralları da maden ihtiyaçlarının büyük bir bölümünü Anadolu’dan sağlamışlardır. Asur Devleti için maden ihtiyacının temin edildiği saha, özellikle Doğu Anadolu ile Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri olmuştur. MÖ I. binyılda Asur krallarının maden bakımından zengin olan Anadolu ile ilişkileri ticaretten ziyade savaş yoluyla olmuştur ve maden ihtiyaçlarını ganimet olarak ya da haraç alarak elde etmişlerdir. II. Sargon’un Urartu üzerine düzenlediği ünlü “8. Seferi” ile Musasir’den tonlarca maden ve madenden yapılmış eşyayı ganimet olarak alması örneğinde olduğu gibi Anadolu’dan yüklü miktarda madeni Asur’a taşımışlardır. Nitekim Urartu-Asur savaşlarının en büyük sebebi bölgedeki zengin maden yataklarıdır. Yazılı kaynaklardan Asur krallarının Urartular ve Geç Hitit Devletleri gibi Anadolu’da yaşayan kavimlerden haraç olarak bol miktarda maden aldıkları anlaşılmaktadır. Söz konusu bölgelerde yaşayan halklar Asurlulara çok yüksek miktarda gümüş, bakır, kalay, demir ve diğer madenlerden vergi ödemişlerdir. Asur’da MÖ I. binyılda maden kap-kacak yapımından ziyade askerî teçhizatın üretilmesi, takı yapımı ve inşaat faaliyetleri gibi alanlarda kullanılmıştır. Asur kralları gerçekleştirdikleri inşaat faaliyetlerinde oldukça yüklü miktarda maden kullanmışlardır. Nimrud, Korsabad ve Ninive şehirleri altın, gümüş, kalay, bronz ve demir gibi madenlerle süslenmiştir. Ayrıca sürekli sefere çıkan Asur ordusunun savaş teçhizatı için de madene büyük ihtiyaç duyulmuştur. Asur Devleti bütün gücünü ordusundan almaktaydı ve silah yapımında kullandıkları madenlere de büyük ihtiyaç duymuşlardır. Arkeolojik verilerden Asur’da ileri düzeyde maden işlemeciliği olduğu anlaşılmaktadır. Yeni Asur kraliçe ve prenseslerinin mezarlarında geometrik şekil, bitki, hayvan ve insan biçimli motiflerle bezenmiş çok sayıda altın mücevher bulunmuştur.

Mesopotamia is a region deprived of ore deposits and peoples who lived here had to provide ores from surrounding regions. Assyrian kings obtained major part of their needs from Anatolia. The site from which ore needs are met for Assyria had been especially Eastern Anatolia and Southern and Southeastern Anatolia regions. In the first Millennia BC, the relations of the Assyrian Kings with Anatolia which is rich in ores had been through war rather than trade and they fulfilled their ore needs as trophy or tribute. As in the example of Sargon II’s taking tons of ores and goods made of ore from Musasir with his famous “8th Expedition” to Urartu, they carried a lot of ores to Assyria from Anatolia. Hence, the major cause of the Urartu-Assyria wars is the rich ore deposits in the area. From written sources, it is understood that Assyrian Kings had taken a lot of ores from peoples lived in Anatolia such as Urartu and Syro-Hittites as tribute. Peoples who lived in these regions paid a great deal of taxes to Assyrians in silver, copper, tin, iron and other ores. In Assyria, ore was used in areas such as making military equipment, accessories and construction rather than utensils in the first Millennia BC. Assyrian kings used a great deal of ores in construction activities. Nimrud, Korsabad and Ninive cities were decorated with ores such as gold, silver, tin, bronze and iron. In addition, ore was needed for war equipment of the Assyrian army which was going on expeditions continuously. Assyrian state took its entire strength from its army and they have a great need for ores that they use for making weapons. From archaeological data, it is understood that there was advanced level of mining in Assyria. A large number of golden jewellery decorated with geometric shapes, plants, animals and human motives were found in the tombs of Neo-Assyrian queens and princesses.

Yeni Asur Döneminde Anadolu’daki İstihbarat Ağı

Faruk Akyüz – Koray Toptaş

ORCID: 0000-0003-1132-8653  – 0000-0003-0897-3918

Sayfalar: 271-287

Asur devletinin kurmuş olduğu istihbarat ağı, Asur’un geniş coğrafyaları egemenliği altında tutmasında kilit rol oynayan yapılarından biri olmuştur. İyi bir istihbarat ağı da iyi bir ulaşım ağıyla mümkün olmaktaydı. Asur İmparatorluk topraklarının her yerini örümcek ağı gibi kapsayan ulaşım ağı Asur İmparatorluğu için hayati değere sahip olan bilgilerin hızlı bir şekilde merkeze iletilmesini sağlıyordu. Çeşitli seviyedeki, dayyālu, batiqu gibi istihbarat görevlileri ve Aššur-resuwa gibi istihbarat elemanları sayesinde toplanan bilgiler Asur kralına ulaştırılmaktaydı. Asur başkentinde her taraftan gelen bilgiler değerlendirilerek önlemler alınmakta ve stratejiler belirlenmekteydi. Asur’un Anadolu’daki istihbaratıyla ilgili detaylı bilgiler II. Sargon dönemine aittir. Bu dönemki en önemli mücadele alanın Urartu toprakları olması bunda temel nedendi. Asur merkezi topladığı istihbarat raporları sayesinde Urartu kralının, erkânın, valilerinin, askeri komutanlarının ve Urartu askerlerinin nerede olduğunu biliyordu. Bu çalışmayla, başta II. Sargon dönemi esas alınarak, Asurluların Anadolu topraklarındaki istihbarat ağını ve elemanları ile bu sistemin işleyişini açıklamaya çalışacağız.

The intelligence network established by the Assyrian state was one of the structures that played a key role to keep large geographies under the Assyrian control. Qualified intelligence network was also possible with a wide road system. The transportation network like spidersweb, covering every part of the Empire, enabled the rapid transmission of vital information to the center for Assyrian Empire. Information gathered at various levels, from intelligence officers such as dayyālu, batiqu and intelligence staff like Aššurresuwa, were delivered to the Assyrian king. In the Assyrian capital, the information coming from all sides was evaluated and measures were taken and strategies were determined. Detailed information about Assyrian intelligence in Anatolia II. It belongs to Sargon period. The most important struggle of this period is the Urartu territory, which is the basic reason. The Assyrian headquarters gathered intelligence reports that the Urartu king knew where the princes, governors, military commanders and Urartu soldiers were. With this work, I have been studying II. Based on the sargon period, we will try to explain the operation of this system with the intelligence network and elements of the Assyrians on the Anatolian soil.

Çin Tarihine Damgasını Vurmuş İki Türk Denizci Zheng He ve Yighmish

Fatma Ecem Ceylan

ORCID: 0000-0001-8989-8715

Sayfalar: 289-309

Çin medeniyeti, dünya tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Çin denizcilik tarihi ise bu medeniyetin en önemli parçalarından biridir. Çin denizcilik tarihi denildiğinde akla gelen ilk isim Müslüman Amiral Zheng He’dır (郑和). Zheng He’nın ataları, 13. yüzyılda Harezmşah Devleti’ne mensup soylu bir aileden gelmektedir. Zheng He, Yan Prensi 1402 yılında İmparator olduktan sonra hadımların gelebileceği en üst rütbeye çıkarılmıştır. 1405 yılında ise Zheng He “Batı Seyahatlerinin Amirali” olarak atanmıştır. Böylelikle Amiral Zheng He, 1405-1433 yılları arasında İmparator Yongle’nın emriyle Pasifik ve Hint Okyanusu’ndan bulunan Güneydoğu Asya ülkelerine yedi seyahat düzenlemiştir. 15. yüzyılda Zheng He’nın seyahatleri ile beraber Ming Hanedanlığı Cristopher Colombus, Vasco da Gama, Pedro Álvares Cabral, Ferdinand Magellan gibi batılı ünlü kâşiflerden yıllar önce Hint Okyanusu’nda söz sahibi olmuştur. Bu yüzden Zheng He’nın Batı Okyanusu’na seyahatleri hem Çin hem de dünya tarihine damgasını vurmuştur. Çin denizcilik tarihine damgasını vurmuş bir diğer Türk denizci ise Yuan Hanedanlığı döneminde yaşamış olan Uygur Yighmish (亦黑迷失)’dir. Yighmish’in seyahatleri Ünlü Amiral Zheng He’nın Batı Okyanusu’na seyahatlerinden yaklaşık olarak 130 yıl önce yapılmıştır. Yighmish, 1272-1292 yılları arasında Kubilay Han’ın emriyle Hint Okyanusu’na altı seyahat düzenlemiştir. İlk dört seyahatte diplomatik ilişkileri güçlendirmek adına “barış elçisi” olarak görev almıştır. Son iki seyahatinde ise “deniz kuvvetleri komutanı” olarak görevlendirilmiştir. Yighmish’in Hint Okyanusu’na seyahatleri sayesinde Yuan Hanedanlığı ve Güney Asya ülkeleri arasındaki ilişkiler güçlenmiş ve uluslararası ticaret gelişmiştir. Çalışmamızda, Çin denizcilik tarihine damgasını vurmuş iki Türk denizci Zheng He ve Yighmish’in hayatları ve Hint Okyanusu’na seyahatleri incelenecektir.

Chinese civilization has a prominent place in world history. Chinese maritime history is one of the principal components of this civilization. One of the leading figures of Chinese maritime history is Muslim Admiral Zheng He (郑和). The ancestors of Zheng He came from a noble family that belonged to Khwarazmian Dynasty in 13th century. After Prince of Yan became the emperor, Zheng He was promoted to the highest rank a eunuch could come. Then by 1405 Zheng He was appointed as “The Admiral of Western Expeditions”. Consequently Admiral Zheng He organized seven expeditions between 1405 and 1433 to the Southeast Asian countries of the Pacific and Indian Ocean, on the orders of Emperor Yongle. Owing to Zheng He’s travels, the Ming Dynasty became dominant in Indian Ocean, long before renowned explorers Cristopher Colombus, Vasco da Gama, Pedro Álvares Cabral, Ferdinand Magellan and many others. As a result Zheng He’s expeditions to the Western Ocean made their mark in both Chinese and world history. Another Turkish maritimer who made his mark in Chinese maritime history is Uygur Yighmish (亦黑迷失), who lived during the Yuan Dynasty. Yighmish’s expeditions took place about 130 years before the Admiral Zheng’s famous expeditions to the Western Ocean. Yighmish organized six expeditions to the Indian Ocean between 1272 and 1292 on orders of Kublai Khan. In the first four trips he served as “peace ambassador” to strengthen diplomatic relations. In the last two trips he was appointed as “naval commander”. Thanks to Yighmish’s expeditions to the Indian Ocean, relations between the Yuan Dynasty and South Asian countries have gained strength and international trade has improved. In this study we will investigate lives of these two important figures of Chinese maritime history, Zheng He and Yighmish and their expeditions to the Indian Ocean.

Hitit Dini Törenlerinde Müzisyenler

Gülgüney Masalcı Şahin

ORCID: 0000-0003-2692-874X

Sayfalar: 311-321

Milattan önce ikinci bin yılda Anadolu’da ilk büyük siyasi birliği kuran Hititler, kendilerini “bin tanrılı halk” olarak adlandırmışlardır. Bu adlandırmanın da gösterdiği üzere panteonu oldukça geniş olan Hititler, tanrıları onuruna pek çok bayram kutlamışlar ve ritüeller gerçekleştirmişlerdir. Müzik, bu tür etkinliklerin tamamlayıcı ve vazgeçilmez unsurlarından biri olmuştur. Örneğin kurban merasimleri ve bayram kutlamalarında bu seremonilere eşlik eden pek çok müzisyen ve şarkıcının yer aldığı görülür. Bunlardan bazıları profesyonel müzisyenlerdir. Bunun yanında dini içerikli törenlerde birtakım faaliyetleri yerine getiren kimseler de kendi görevlerine ek olarak müzikal birtakım eylemler gerçekleştirmişlerdir. Hitit Dini törenlerinde tanrılar için pek çok dilde ilahi ve şarkılar seslendirilmektedir. Çivi yazılı metinler, çeşitli kentlere ait yerel müzisyen topluluklarının olduğunu ortaya koymaktadır. Yalnızca kadınların bulunduğu şarkıcılardan oluşan sayıları yirmiyi geçen ve çeşitli kentler ile onların kasabalarına kayıtlı koroların olduğu belgeler bunlara bir örnektir. Profesyonel müzisyenlerin arasında adını BALAG.DI, arkammi, GI.GID gibi müzik aletlerinden alan icracılar sayılabilir. Ayrıca yazılı ve arkeolojik materyallerde telli, üflemeli, vurmalı çalgıları seslendiren müzisyenler bulunmaktadır. Dinsel ve idari içerikli törenlerde görev alan müzisyenlerin saray tarafından organize edildiği anlaşılmaktadır. Yazılı belgeler bu törenlerde hangi müzisyenin ne zaman ne icra edeceğine dair onlara görevlilerinin hatırlatıldığı bir organizasyon şemasını yansıtmaktadır. Bu çalışmada Kaya anıtları, tasvirli kaplar, mühür baskıları gibi arkeolojik materyaller ve çivi yazılı belgeler ışığında Hitit toplum hayatında müzisyenlerin rolü incelenecektir.

Hittites who established the first political union in Anatolia in 2nd Millennium B.C. have called themselves “People of a thousand gods”. As it can be shown by this name, Hittites had a great pantheon. They celebrated lots of festivals and performed ritual for their gods. Music was a complementary and essential element of these activities. For example, there were many musicians and singers participating these ceremonies in sacrificial ceremonies and festive celebrations. Some of them were professional musicians. Besides, those who carried out some activities in religious ceremonies also performed musical activities in addition to their own duties. In the Hittite religious ceremonies many hymns and songs were performed for the gods. The cuneiform texts reveal that local musician communities belong to various cities. The documents showing that there were above twenty choruses registered to the cities and their towns consisting only female singers can be seen as an example. Performers taking their names from the musical instruments as BALAG.DI, arkammi, GI.GID can be considered among the professional musicians. There were also lots of musicians who played stringed, blown, percussive instruments in the written and archaeological materials. It is understood that the musicians who performed in religious and administrative ceremonies were organized by the palace. The written documents represented an organization chart in which the musicians were reminded when and what they would perform in their rituals. In this study, the role of musicians in Hittite society life will be examined in the light of archaeological materials such as rock monuments, depicting vessels, impression of seals and cuneiform documents.

Eski Asur Devrinde Anadolu’da Kalay Ticareti

Hakan Erol

ORCID: 0000-0003-0089-1010

Sayfalar: 323-340

Mezopotamya’nın kuzeyindeki Asur şehir devleti ile özellikle Orta Anadolu’daki belli başlı şehir devletleri arasında gerçekleştirilen uluslararası, uzun mesafeli ticaret Eski Anadolu tarihinde önemli bir yere sahiptir. Anadolu, Asur Ticaret Kolonileri olarak adlandırılan ve yaklaşık MÖ 1970-1720 tarihleri arasında, 250 yıl kadar devam eden bu dönemde yazılı devirlere girmiştir. Asurlu tüccarların Anadolu’da kurdukları kolonilerin merkezi olan Kültepe-Kaniš’teki evlerinde bulunan ve bugün sayıları 23 bini aşan çivi yazılı belgeler sayesinde Anadolu’nun bu ilk tarihi devri birçok yönden aydınlatılabilmektedir. Bu çalışmada, TÜBİTAK tarafından desteklenen “Eski Asur Ticaret Kolonileri Devrinde Metaller ve Metal Ticareti” başlıklı doktora sonrası yurt dışı araştırma projesinden edinilen kalay ticareti ile ilgili sonuçlar paylaşılacaktır. Asurlu tüccarların memleketlerinden bu kadar uzak bir bölgede yürüttükleri bu kârlı ticaretin temel unsuru kalay madenidir. Çünkü Arkeolojide Orta Bronz Çağı olarak adlandırılan bu devirde, bakır kaynakları bakımından oldukça zengin Anadolu’da, sert bir alaşım olan bronza büyük bir talep vardı. Stratejik bakımdan önemli bir noktada ve geçiş yolları üzerinde kurulu olan Asur şehrinin tüccar sakinleri bu talebi iyi değerlendirmişler ve Anadolu’da sadece kalay değil Mezopotamya’nın farklı yerlerinde üretilen kaliteli yün kumaşlar da pazarlamışlardır. Her ne kadar kalay madeni Anadolu’ya Asurlu tüccarlar tarafından taşınmış olsa da bu madenin kaynağı Asur ülkesi ya da çevresi değildir. Genellikle kabul edilen görüşe göre, söz konusu dönemde Yakın Doğunun kalay ihtiyacı, Orta Asya’dan, muhtemelen Özbekistan ya da Tacikistan’daki madenlerden sağlanıyor ve Elamlı tüccarlar tarafından Asur’a taşınıyordu. Yapılan epigrafik araştırmaya göre, Koloni Dönemi boyunca Asurlu tüccarların, eşek kervanlarıyla, Anadolu’ya yaklaşık 63 ton kalay ihraç ettikleri tespit edilmiştir. Üstelik Koloni ticaretin en yoğun yaşandığı süre sadece 30-35 yıldır. Kalayın Anadolu’daki en önemli ulaşım merkezlerinin ise, Kaniš dışında, Purušhattum, Wahšušana ve Šalatuwar şehirleri olduğu görülmektedir. Bu merkezlerin lokalizasyonu henüz yapılamamıştır, ancak üçünün de İç Anadolu’nun batısında olduğu tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, Orta Asya kaynaklı kalayın nihai varış noktasının Batı Anadolu kıyıları ve hatta daha da ötesi olduğu söylenebilir.

The long-distance trade conducted between Asur city-state in Northern Mesopotamia and some certain city-states located especially in the central Anatolia has a special place in the ancient history of Anatolia. The historical ages of Anatolia began in this period which lasted for about 250 years roughly between 1970 and 1720 BCE, the so-called the Old Assyrian Colony Period. Thanks to more than 23 thousand cuneiform texts that unearthed from the individual houses of Assyrian merchants in Kültepe-Kaniš, the center of the colonies founded in Anatolia and partially in northern Syria, the first historical period of Anatolia can be enlightened in many aspects. The main article of this lucrative trade that Assyrian merchants carried out in an environment so far from their hometown was the tin metal. Because, in this so-called Middle Bronze Age, there was a huge demand for the hard bronze alloy in Anatolia which has many rich in terms of copper deposits but not the tin sources. The merchant inhabitants in Asur which was located in a strategic position on the trading routes put this demand to a good use and they treated not only the tin metal but also woolen Mesopotamian textiles inside Anatolia. In this study, the consequences related to the tin and its trade that gained from a research project named “Metals and Metal Trade in the Old Assyrian Trade Colonies Period” supported by TÜBİTAK. Even if the traders of tin inside Anatolia were Assyrian merchants, the source of this metal was not the city of Asur or its environment. According to general thoughts, the tin was supplied from Central Asia, especially from the deposits in Uzbekistan and Tajikistan, and transported to ancient Susa in this period. It is assumed that the Elamites traders were the transporters of the tin form Susa to Asur. According to the epigraphic research, Assyrian traders shipped over than 50 tons of tin from Asur to Anatolia within the period of Assyrian Colonies, especially in a limited time span about 30 or 35 years. The research also gave a conclusion that the tin transshipped in Anatolia mainly to the cities of Purušhattum, Wahšušana, and Šalatuwar after arriving at Kaniš, its initial destination. The localizations of these cities have not been done yet however; they are being looked in the western part of Central Anatolia. Accordingly, it can be assumed that the final destination of tin produced in Central Asia could be the Western Anatolian coasts and even the beyond of them.

Abbâsî İdarî Tarihi Açısından Önemli Bir Kaynak: Emînüddevle İbnü’l-Muvsalâyâ (ö. 497/1104) ve Risâleleri

Halil İbrahim Hançabay

ORCID: 0000-0002-0387-0824

Sayfalar: 341-364

Hıristiyan asıllı dedelerinden birisine nisbetle daha çok İbnü’l-Muvsalâyâ olarak tanınan Ebû Sa‘d Alâ b. Hasan b. Vehb 412/1066 yılında Bağdat’ın Kerh bölgesinde doğmuştur. Babası Hasan b. Vehb Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillâh (422-467/1031-1075) döneminde Dîvânü’l-inşâ’da kâtip olarak çalışmıştır. Babasının vefatından kısa bir süre sonra (432/1040) aynı divanda kâtiplik yapmaya başlayan İbnü’l-Muvsalâyâ 443/1051 yılında Dîvânü’l-inşâ reisliğine atanmıştır. Bu görevini devam ettirirken gerek Abbâsî halifesi ve veziriyle gerekse Selçuklu devlet adamlarıyla yakın ilişkiler kuran İbnü’lMuvsalâyâ, Muktedî-Biemrillâh (467-487/1075-1094) ve Müstazhir-Billâh (487-512/1094- 1118) dönemlerinde üç defa nâibülvezîr olarak görevlendirilmiş ve 497/1104 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Abbâsî bürokrasisinin çeşitli kademelerinde elli yılı aşkın bir süre görev yapan İbnü’l-Muvsalâyâ’nın kaleme almış olduğu risâlelerden (resmî mektuplar) 66 tanesi zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bu risâlelerden yaklaşık 30 tanesi Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah, Nizâmülmülk ve Amîdülmülk el-Kündürî gibi Büyük Selçuklu sultanları ve vezirlerine hitâben yazılmıştır. Ayrıca Kâim-Biemrillâh ve MuktedîBiemrillâh dönemi vezirlerinden Fahrüddevle Muhammed b. Cehîr ve oğlu Amîdüddevle’ye, yine Kâim-Biemrillâh dönemi vezirlerinden İbn Dârest’e, Mervânî Emîri Nasruddevle Ahmed b. Mervân ve Ukaylî Emîri Müslim b. Kureyş gibi Abbâsî halifeliğinin hâkimiyetini tanıyan bazı emîrlere de mektuplar gönderilmiştir. Bu risâlelerin büyük bir kısmı, özellikle Büyük Selçuklu devlet adamlarına yazıldığı için, AbbâsîSelçuklu ilişkileri açısından birinci elden kaynak özelliği taşımaktadır. Diğer taraftan Fahrüddevle ve İbn Dârest’in vezirliğe, bir kişinin de kâdılkudâtlığa tayin edildiğine dair halife tarafından çıkarılan tevkî‘ metinlerini ihtiva etmesi ve bazı divanlarla ilgili önemli ipuçları sunması bu risâlelerin geç dönem Abbâsî idarî tarihî açısında da kıymetli birer kaynak olduğunu göstermektedir. Bu çalışmada önce İbnü’l-Muvsalâyâ’nın hayatı üzerinde durulacak, ardından söz konusu risâlelerden hareketle Büveyhîler’den Selçuklular’a geçiş sürecinde Abbâsî idarî tarihine dair bazı bilgiler verilecektir.

Abū Sa‘d ‘Alā Ibn al-Hasan Ibn Wahb generally known as Ibn al-Mowsalāyā because in proportion to one of his christian grandfather, was born in Karkh, Baghdad, in 412/1066. His father al-Hasan Ibn Wahb worked as a clerk (i.e. kātib) in Dīwān al-inshā in the reign of Al-Qā’im bi-Amr Allah (422-467/1031-1075). A short time after the death of his father (432/1040), Ibn al-Mowsalāyā began to work as a clerk in the same dīwān and in 443/1051 he was appointed to the head of the Dīwān al-inshā. In that period Ibn al-Mowsalāyā who developed close relationships with both Abbāsid caliph and vizier and also Great Seljuk statesmen, was appointed three times as nāib al-wazīr in the reigns of Al-Muqtadī bi-Amr Allah (467-487/1075-1094) and al-Mustazhir bi-Allah (487-512/1094-1118) and died in Baghdad (497/1104). The sixty-six official letters (rasāil) that were written by Ibn alMowsalāyā who worked over fifty years at various stages of the Abbāsid bureaucracy, have reached our time. Approximately thirty of them were written addressing to the sultans as Tughrul Bey, Alp Arslan and Malik-Shāh, and to the viziers of the Great Seljuk as Nizām al-Mulk and Amīd al-Mulk al-Kundurī. Except those some letters were sent to Fahr al-Dawla Muhammad Ibn Djahīr and his son Amīd al-Dawla Muhammad, the viziers of Al-Qā’im bi-Amr Allah and Al-Muqtadī bi-Amr Allah, to Ibn Dārast, the vizier of AlQā’im bi-Amr Allah, and also to the some local amīrs who recognized Abbāsid sovereignty, such as Nasr al-Dawla Ahmad Ibn Marwān, the amīr of Marwānīd dynasty and Muslim Ibn Quraysh, the amīr of Uqaylids. Because most of these letters were written to the Great Seljuk statesmen, they are first-hand historical sources with regard to AbbāsidSeljuk relation. On the other hand it shows that these letters are a valuable source for the late period of Abbāsid Administrative History, because they contains three rescripts of Caliph Al-Qā’im bi-Amr Allah, about appointment of Fahr al-Dawla and Ibn Dārast to the vizierate, and appointment of a person to qudā al-qudāt (the office of cheif qādī) and gives a clue to the some dīwāns in 5th/12th century. First, this paper focuses on the life of Ibn alMowsalāyā, and second, it gives with reference to these letters some data about Abbāsid administrative history in the transition process from Buwayhids to Seljuks.

Asurlu Bir Tüccarın Ölümü ve Sonrasında Yaşanılan Gelişmeler: Cenaze Töreni, Ortaklıkların Giderilmesi ve Mirasın İntikali

Hülya Kaya Hasdemir

ORCID: 0000-0002-9529-1167

Sayfalar: 365-382

Her insan için erken ya da geç kaçınılmaz bir sonuç olan ölüm, Asur Ticaret Kolonileri Devri’ne ait Kültepe metinlerinde tüccarların da yaşadığı bir doğal sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültepe metinleri içerisinde yer alan mektuplar ve mahkeme kayıtları vasıtasıyla Asurlu bir kimsenin ölümünün ardından ailenin cenaze ve ekonomik faaliyetleri ile ilgili hususları öğrenmekteyiz. Asurlu bir tüccarın ölümü beraberinde bazı problemleri de getirmekteydi. İş ortaklıklarının giderilmesi ile mirasın varsa šimtum “vasiyetname”ye göre paylaşılması bu sorunların başında gelmektedir. Özellikle önde gelen tüccarların hayatlarını kaybettikten sonra ticari ortaklıların fesi ciddi bir ekonomik çatışmaya sebep olmaktaydı.Varlıklı bir tüccarın Anadolu’da ya da Asur’da ani ölümü varislerinin yanı sıra muhtemelen ortaklık anlaşmasındaki diğer tarafların da ekonomik sıkıntılar yaşamasına yol açıyordu. Bulunan bu vasiyetnamelerin hepsi Kültepe’de yaşayan Asurlu tüccarlara aittir. Uzmanlar bu durumu gelenek hukukunun miras intikalini yeterli şekilde düzenlediği için sadece özel durumlarda vasiyetname hazırlandığı şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu çalışmada binlerce Kültepe tableti arasından açığa çıkarılmış az sayıdaki vasiyetname ve ilgili diğer kayıtlar konu çerçevesinde işlenecektir. Ayrıca Anadolu’da hayatını kaybeden Asurlu tüccarlar ve onların miras ve cenaze törenleri ile ilgili bilgiler üzerinde durulacaktır.

Death, which is, sooner or later, an inevitable ending for every human being, appears as a natural result that was also experienced by the merchants in the Kültepe texts of the Assyrian Trade Colonies Period. We learn the issues about the funeral and economic activities after the death of an Assyrian citizen through the letters and the court records in the Kültepe texts. The death of an Assyrian merchant brought some problems with it. Terminating the business partnership and the portion of inheritance, according to šimtum “last will and testament” if any, were the main problems. Especially the rescission of the business partnerships of the prominent merchants after they lost their life caused serious economic disputes. The sudden death of a wealthy merchant in Anatolia or Assyria caused the other parties, who were in the partnership phase, as well as the inheritors to have economic problems. All the last will and testaments found belonged to the Assyrian merchants who lived in Kültepe. The experts have interpreted this situation in the way that the last will and testaments were prepared only in special conditions as the customary law settled the law of inheritance sufficiently. In this study, the last will and testaments and the other related records, which are limited in number, that were found within thousands of Kültepe tablets, will be treated within the scope of the topic. Also, the information related to the Assyrian merchants, who lost their lives in Anatolia and their last will and testaments and funeral ceremonies will be discussed.

Erzincan ve Çevresinde Urartu Dönemi Madenciliğine Dair Yeni Görüşler

İbrahim Üngör

ORCID: 0000-0002-4600-0933

Sayfalar: 383-403

Anadolu’nun maden çağlarına girmesinden itibaren Doğu Anadolu, gerek hammadde gerekse madenden üretilmiş eşya, silah, takı ve diğer araç gereçler açısından son derece önemli bir bölge olmuştur. Doğu Anadolu’nun Madencilik açısından en önemli bölümlerinden biri olan Erzincan ve çevresinde yaptığımız yüzey araştırmaları bölgenin Tunç Çağı ve Demir Çağı’nda madencilik açısından yoğun bir dönem geçirdiğini açıkça göstermiştir. Bölgede keşfettiğimiz maden ergitme sahalarındaki cüruf sahalarının büyüklüğü göz önüne alındığında, bu sahaların yerel kullanımı çok aştığı rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Madenler açısından son derece zengin olan bölge, ticaret açısından değer kazanmıştır. Yeraltı zenginlikleri açısından yetersiz olan Mezopotamya’nın önemli imparatorluğu olan Asur’un, daha MÖ 13. yüzyıldan itibaren bölgeye seferler düzenlemesinin en önemli sebeplerinden biri de bölgenin yeraltı zenginlikleridir. Doğu Anadolu’da MÖ 13. yüzyılda ortaya çıkan yerel beylikler dahi maden üretimi açısından oldukça ileri seviyelere ulaşmıştır. Assur’un bölgeye yönelik yağmacı tutumu, bu beylikleri bir araya getirmiş ve MÖ 9. Yüzyılda Urartu Devleti’nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Merkezi Van olan Urartu Devleti kısa bir süre sonra ihtiyaç duyduğu madenleri merkezi otoritenin kontrolüne almak için Iğdır Ovası ve çevresinde bulunan Erikua, Erzurum ve Erzincan çevresini de elinde bulunduran Diauehi yerel beylikler ile mücadeleye girmiştir. Kral Menua (MÖ 810-786), döneminde otoritesini iyice kuvvetlendiren ve 8. yüzyılda bölgenin tamamının kontrolünü sağlayan Urartu Krallığı, hayvancılık ve tarım ile birlikte madenciliğe de çok önem vermiştir. Erzincan’da tespit ettiğimiz İliç ilçesinde bulunan Kurtderesi Maden Ergitme sahası ve Tercan ilçesi Fındıklı Maden Ergitme Sahaları bu dönemin önemli maden merkezleri arasında yer alır. Özellikle Altıntepe kazılarından elde edilen metal eşya ve takıların, bölgenin yerel üretimi olduğunu düşünmekteyiz. Erzincan ve çevresinin güncel yeraltı maden haritaları ile bölgede yaptığımız araştırma sonuçlarının paralellik göstermesi ayrıca önem taşımaktadır.

Eastern Anatolia has become an extremely important region in terms of articles, weapons, jewelry and other tools that are produced from raw materials or mined products. The surface surveys carried out in Erzincan and its vicinity which is one of the most important parts of Eastern Anatolia for mining clearly showed that the region had a busy period in terms of mining in Bronze Age and Iron Age. Considering the size of the slag fields on the minefields we discovered in the region, the local use of these areas is well understood. The region, which is very rich in terms of minerals, has gained commercial value. One of the most important reasons why Assyrians, the most important empire of Mesopotamia, which is inadequate in terms of underground wealth, organized the expeditions to the region from the 13th century BC is the underground wealth of the region. Even the local principalities that emerged in Eastern Anatolia in the 13th century BC have reached considerable levels of mine production. Assyrians’’ predatory attitude towards the region brought these principalities together and led to the emergence of the Urartu State in the 9th century BC. The Urartu State, whose center is Van, soon entered into the struggle with Erikua local principals who kept the surrounding areas of Iğdır Plain and its surrounding regions, Diauehi, Erzurum and Erzincan in order to take control of the mines under the Central Authority. The kingdom of Urartu, which strengthened its authority in the period of King Menua (810-786 BC) and controlled the whole region in the 8th century, gave importance to mining along with animal husbandry and agriculture. The Kurtderesi Mineral Melting Site located in the Ilic district of Erzincan and the Fındıklı Mineral Melting Sites in Tercan District are among the important mining centers in this period.Metal articles and jewelry collected specifically from Altıntepe excavations are, we think, the local productions of the region. It is important that current local mining maps of Erzincan and its vicinity and the results of the study we conducted in the region show parallel results.

Yakın Doğu Kalkolitiği’nde Karmaşık Toplumun Doğuş İşaretleri: Takas Ağları, Şiddet, Kültürel Temas (MÖ 5500-3300)

İzzet Çıvgın

ORCID: 0000-0003-0338-0929

Sayfalar: 405-436

Yakın Doğu’da besin üretiminin (tarım ve çobanlık) keşfedilip yaygınlaştığı Neolitik Dönem (MÖ. 10000-5500) belirgin bir barış iklimine tanık oldu. Dönemin ilk evresi (Erken Neolitik / Çanak-Çömleksiz Neolitik) MÖ 7000’lerde sona ererken, Ürdün’den Orta Anadolu’ya uzanan çok geniş bir satıhta binlerce kişiye ev sahipliği yapan mega-köyler kurulmuştu. Devasa nüfuslarına karşın mega-köylerde şiddet izi zayıftır. Yakın Doğu toplumları, MÖ. 7. binyılın ikinci yarısında ağır bir kuraklık rejimi yaşamalarına karşın, yine de şiddetten/savaştan uzak durabilmiş ve kıtlığı aşmak için geçim stratejilerini çeşitlendirmişlerdi. Çobanlık bu devirde köye bağımlı olmaktan çıktı; uzak otlakların da değerlendirildiği hareketli (yarı-göçebe) bir form kazandı. Tarımsal üretimden vazgeçilmedi ama kaynaklar kıtlaştığı için toplayıcılık sürdürüldü. Neolitik-Kalkolitik Geçişinde (MÖ 6000-5000) ise, barış ikliminde ilk gediğin açıldığını kanıtlayan işaretlere rastlanır. Bunun nedeni, takas ağlarının yaygınlık ve süreklilik kazanması olabilir. MÖ. 6. binyıl ortalarında, Anadolu çıkışlı obsidyen Yakın Doğu’nun uzak bölgelerine kadar ulaşmıştı; aynı döneme ait arkeolojik bulgular (insan iskeletlerinde daha yoğun şiddet izleri, köylerin savunma amaçlı surlarla donatılmış olma ihtimasli vb.) erken ticaret ile erken savaşlar arasında paralellik olduğu önermesini destekler mahiyettedir. Kuzey Mezopotamya’nın 6. binyılına damga vuran “Halaf yayılımı” bile erken ticaretin yürütüldüğü kavşakları denetim altına alma arzusundan kaynaklanmış olabilir. Şiddettakas bağlantısı, MÖ 5.-4. binyıllara ait verilerde daha belirgin gibidir: Ticari ağların canlı olduğu Kuzey Mezopotamya – Orta Anadolu çizgisinde şiddet izleri yoğunken, bu ağların uzağındaki Güney Levant (İsrail-Filistin-Ürdün) belki dini kuralların da etkisiyle göreli bir barış ortamına sahiptir. Arkeologlara göre, 4. binyıl ortalarına ait iki büyük (ortalama 50 h. büyüklüğünde) Kuzey Mezopotamya yerleşimi, Tell Brak ve Hamukar, yabancı toplumların saldırısına maruz kalmış; 50 hektar büyüklükteki Güney Levant yerleşimi Megiddo’da ise bu tip saldırıların izi saptanamamıştır. Acaba, bu verilerden hareketle, ticaret ağlarını denetleme ihtiyacı, kurumsal şiddet ve erken karmaşık toplumların doğumu arasında bağlantı kurmak mümkün müdür?

In this paper, by considering the archaeological records of prehistoric populations, I would argue that organized violence was not an inevitable outcome of the human condition, that violence took regular group-on-group character until the emergence of hierarchical societies (especially states) and that cultural contacts were generally managed in peaceful process. The violence and thus warfare were not common in NeolithicChalcolithic Near East. However, we must take into account archaeological data suggesting violence or conflict related to the distribution of natural resources (especially control of obsidian sources and obsidian exchange networks linking Chalcolithic settlements): major conflagrations (large scale destruction of settlements through fire), some with unburied bodies, some with a subsequent hiatus or replacement by another group, fortifications with walls and towers, large number of sling missiles… For most Early and Middle Chalcolithic settlements, it is difficult to prove the existence of intergroup conflict. But during the Late Chalcolithic (early 4th millennium BCE) burial evidence indicates organized and violent conflict at Tell Brak and Khirbet al-Fakhar in Syria. Khirbet al-Fakhar (southern extension of Hamoukar), an extensive settlement of 300 ha (intensive obsidian manufacture center with direct relationship to at least one major source supplying the raw material at distances often exceeding 300 km.) was attacked by outsiders.

Kültürü Geliştirmeye Yönelik “Kültürel Miras” Programı ve Onun Tarihi Önemi

Kuralay Muhamadi

Sayfalar: 437-447

Türk akraba topluluklarına ortak kültürden başlangıç alan, eski tarihin esaslarını günümüze ekleyecek yolu bağlayıp, günümüz insanlığına gerekli çok çeşitli toplumun tarihi tecrübesini araştıran “Kültürel Miras” başlıklı devlet programının tarihi önemini tanıtmak işbu makalede verilmiş olacaktır. «Kültürel Miras»programı gereğince Kazakistanda Türkistan ve Otırar şehirlerinin abideleri, Berel ve İsik kaleleri ve diğer tarihi yerler hakkında Uluslar arası taleplere uygun, kapsamlı, yüksek kalitedeki belgesel filmler yapılıp, onları “BBS”, “Discovery” gibi ünlü dünya TV programlardan gösterme organize edilip, 51 tarihi ve kültürel abideler yeniden restore edilip, 39 kasaba ve kalelere arkeolojik araştırmalar yapılmıştır. 218 objeyi kapsamış Kazakistan’ın kültürel ve tarihi kalıntılarının listesi hazırlandı, makalede bunun gibi tam olarak yapılmış çalışmalara genel değerlendirme yapıldı. Türkiye, ABD, Çin, Rusya, Moğolistan, Ermenistan, Özbekistan ve Batı Avrupa ülkelerinde bilimsel-araştırma ekipleri düzenlendi. Çalışmaların sonucuna göre Kazakistan’ın mimarisi, etnografisi, tarihiyle ilgili yaklaşık beş bin yazılı ve basın materyalleri alınmıştır. Makalede ekipler düzenlediği memleketlerin, onun içinde özellikle Türkiye ile Çin’in “Kültürel Miras” programına katkısı detaylı açıklanıp, statistik bilgiler sunulmuştur. Kazakistan bağımsızlığını kazandıktan sonraki dönemlerdeki Kazakistan ile Türkiye arasındaki kültürel ve manevi ilişkilere genel değerlendirme yapılır. «Kültürel Miras» programı gereğince 100 cilt olarak yayınlanmış olan “Babalar Sözü” adlı edebiyat örnekleri: masallar, atasözleri, efsaneler, aşıklık eserleri, destanlar, kıssalar, şiirler, türküleri günümüze kadar devam ettiren aracın dil olduğunu kanıtlamaya lüzüm yoktur. Bununla ilgili makalede eski şiir ve ırların, kıssalar ve efsanelerin metnini bozmadan yayınlamak, tahlil etme, öğretme durumunu dikkate almak suretiyle bütün Türklük görüşünü, tarihini tam olarak ulaştırmanın mümkün olacağı anlatılır. Çünkü Sovyetler Döneminde komünist ideolojiye aykırı olacağı düşünülen kelimeler, şiir satırları, bazen metinler kısaltılıp veya onları başka sözlerle değiştirerek yayınlama, sadece “yayınlanmış” metni tahlil etme, anlatma gibi yöntem ve tekniklerin geniş çapta dağıldığı anlatılır. Bu söylenenleri tahlil etmekle birlikte, makalede kültürün gelişme tarihine kısaca değerlendirme yapılıp, kültürün oluşma, gelişme, değişme, yenileşme süreci tanıtılır, kültürün gelişme seviyesine “Kültürel Miras” programının katkısı ve tarihi önemi hakkında söz edilmiştir.

The program Cultural Heritage investigating the multifaceted historical experience necessary to the modern humanity rooting in common relative Turkic cultures, connecting ancient history and modern times conditioned actuality of the present article. In the framework of the Cultural Heritage Program in Kazakhstan, monuments of the cities of Turkestan and Otyrar, burials of Berel and Issyk have been created wheredeep, high-quality documentaries meeting international requirements of other historical sites such as BBC, Discovery , world TV channelsare presented, restoration of 51 historical and cultural monuments as well as archaeological research in 39 cities and embankments are planned. A state list covering 218 objectsof cultural and historical monuments of Kazakhstan was compiled, and the present article deals with similar exact worksundertaken. Research expeditions to Turkey, the USA, China, Russia, Mongolia, Armenia, Uzbekistan and Western Europe were organized. According to the results of these expeditions, about five thousand records and printed materials on architecture, ethnography and history of Kazakhstan were retrieved. The article dwells upon the contribution of organized expeditions in countries of the program of Cultural Heritage and presents statistical data. Review of cultural and spiritual connections between Kazakhstan and Turkey during the independence of Kazakhstan is made. By the means of the language in “Babalar Sozi” the samples of the literary names such astales, proverbs, sayings, legends, poemsare availablein100 publishedvolumes of the Cultural Heritage program. In this regard, the ancient Turkic knowledge, the ability to convey historyaccurately, analysis and teaching of early poetry, poems and legendsare the basis for the publication. In the Soviet period methods of self-criticism were widely used, such as the use of author’s poetry, poetic verses, reduction or development of texts, the analysis and interpretation of these “edited” texts are mentioned. In the course of the analysis, the article provides a brief overview of the history of culture, the process of formation, development, transformation and renewal of culture, the contribution of cultural heritage to the level of cultural development and its historical significance.

Safevi Sarayında Bir Kalenderi Dervişi: Sadiki Bey Avşar

Mehmet Dağlar

ORCID: 0000-0003-3044-4991

Sayfalar: 449-455

Safevi Devletinin kurucularından olan Kızılbaş kabileler devletin kurumsallaşmasına paralel olarak sorunlarla karşılaşmaya başlamıştır. Kızılbaş kabilelerden olan Avşarlara mensup olan Sadıki Bey de Safevi Devletinin resmi politikalarına aykırı olarak Kalenderilere katılmıştır. Çalışmamızda Safevi Devletinin Kalenderilerle ilişkisi ve Sadıki Bey’in Kalenderiliği üzerinde durulmuştur.

The Kizilbash tribes, who are the founders of the Safavid State, have faced problems in parallel with the institutionalization of the state. Sadıki Bey, a member of Avşar from Kizilbash tribes, also participated in Qalendars in contradiction to the official policies of the Safavid State. Our work focuses on the relation of the Safevi State to the Qalendars and the Qalandariyya of the Sadıki Bey.

Urfa’da Bulunan Oğuz Damgaları

Mehmet Kıldıroğlu – Bahattin Çelik

ORCID: 0000-0002-9201-72930000-0003-2630-3379

Sayfalar: 457-486

Damgalar bir malın veya eşyanın sahiplik belirtileridir. Günümüz yaşantısı ve teknolojik gelişmeler damgaları ortadan kaldırsa da geçmişte damgalar birçok millet için önemli olmuştur. Başta Türkler olmak üzere Moğollar, Kafkas halklarından Alanlar, Çerkesler, Osetler, Kabardinlerde de damga geleneği vardır. Damga hayvanların ve eşyaların birbirine karışmaması ve sahibinin belli olması ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Türklerde damga geleneği yakın zamana kadar devam etmiştir. Her boy kendisine bir işareti damga olarak almıştır. Türk damgalarının kökeni eski Türk alfabesinden gelmektedir. Hatta bugün bile Kırgız, Kazak, Özbek, Türkmen ve Altaylarda yaşayan değişik Türk toplulukları alfabedeki harflere tamga (damga) demektedirler. Türkler damgalarını gittikleri her yere götürmüşlerdir. Onların tarihinin ve coğrafyasının alanını damgalar sayesinde belirlemek mümkün olmuştur. Türkler bu geleneği mezar taşlarına da yansıtmıştır. Anadolu’da özellikle Oğuz/Türkmen boy, oymak ve cemaatlerinin yerleştiği yerlerde bunları görmek mümkündür. Urfa (Şanlıurfa) ve çevresi de Türk boylarının ilk yerleşim yerlerinden olduğu için gerek kervansaray, gerek mezar taşlarında ve bazı eşyalarda Oğuz damgaları tespit edilmiştir. 2016 yılında Şanlıurfa’da gerçekleştirilen “İslâm Tarihi ve Medeniyetinde Şanlıurfa, Osmanlı Belge ve Kaynaklarında Urfa” adlı sempozyumda değerli hocam Doç. Dr. Bahattin Çelik ile birlikte “Osmanlı Döneminde Urfa ve Çevresinde Oğuz Damgaları” adlı bir bildiri sunmuştuk. O zamandan bu zamana kadar yaptığımız araştırmalar sonucunda Şanlıurfa’da başka Oğuz damgalarının da olduğunu tespit ettik. Bu bildirimizde yeni bulunan Oğuz damgaları ile eskileri birlikte ele alınacaktır.

Stamps are indications of ownership of a good or a commodity. Although today’s lifestyle and technological developments remove them, stamps have been important for many nations in the past. There are stamp traditions notably in the Turks, the Mongols, Alans, Circassians, Ossetians and Kabardins among the Caucasian peoples. The stamp originated from the needs of animals and goods not to interfere with each other and the owner of them to be obvious. The tradition of stamping in Turks continued until recently. Each tribe has choosen a mark for their stamp. The origin of the Turkic stamps comes from the ancient Turkish alphabet. Even today, different Turkic communities like Kyrgyz, Kazakh, Uzbek, Turkmen and those living in Altay refer tamga (damga) for the letters in the alphabets. The Turks brought their stamps to everywhere they went. Stamps could determine the area of their history and geography. Turks also reflected this tradition on tombstones. It is possible to see them in Anatolia especially where Oghuz / Turkmen kin, tribes and communities are settled. Since Urfa (Şanlıurfa) and its environs is one of the first areas to Turkic tribes to settle, Oguz stamps were found in caravanserai, tombstones and some artifacts. We have presented a communication entitled “Urfa and the Oghuz Stamps in the Ottoman Period” in 2016 at the “Şanlıurfa in the Islamic History and Civilisation, Urfa in Ottoman Documents and Resources” symposium with Assoc. Prof. Dr. Bahattin Çelik. Since then we have continued researches that reveal other Oghuz stamps in Şanlıurfa. In this presentation, the new Oghuz stamps and the old ones will be discussed together.

Çin Kaynaklarındaki “Tian” Dini (Gök, Tanrı) Hangi Dinin Karşılığıdır? (VIII. YY. Başlarında Hye Cho’nun Batıya Seyahati Münasebetiyle)

Mehmet Tezcan

ORCID: 0000-0001-9243-6773

Sayfalar: 487-510

M.S. IV. yy.dan itibaren birçok Çinli Budist seyyah, gerek Orta Asya’da, gerekse Hindistan ve İran gibi Güney ve Batı Asya’daki ülkelerde seyahat etmişlerdir. Bunlar bulundukları bölgelerin siyasî, coğrafî, kültürel ve dinî durumları hakkında çok kıymetli bilgiler vermektedirler. VI.-VII. yy.dan itibaren, Çin’in dünyaya açıldığı bilhassa Tang Sülalesi döneminde bu gibi Çinli Budist seyyahların ziyaretleri artmıştır. VIII. yy.ın ilk çeyreğinde bu gibi seyahatlerden birini icra eden kişi de Hye Cho adlı Koreli Budist seyyahtır. Geride bıraktığı eserin dışında kendisi hakkında fazla bilgi bulunmayan Hye Cho, tahminen 700-780 tarihleri arasında yaşamıştır. Hye Cho, Orta Asya’nın İpekyolu güzergâhında bulunan ülkelerin yanısıra Kuzeybatı Hindistan (Beş Bölge), İran ve Arap ülkeleri hakkında da bilgi vermektedir. Hye Cho, Orta ve Kuzey-Batı Hindistan ile Keşmir hakkında bilgi verdikten sonra İran’a (Çince Bosi) girer. Onların şimdi Araplar tarafından idare edildiklerinden bahseden Hye Cho, kılık kıyafetleri yanısıra inançlarından bahsederken, Budizme inanmadıklarını söylerken “Tian” (Gök / Tanrı) inancında olduklarını haber verir. Daha sonra Arap ülkesine (Dashiguo) giren Hye Cho, buradaki insanların da Budizme inanmadıklarını, Tian (Gök / Tanrı) inancında olduklarını söyler. Hye Cho, buradan, Batıda en uç nokta olarak ulaştığı Bizans İmparatorluğu’na (Dafulin) gitmiş ve bu ülke hakkında da kısaca bilgi vermiştir. Hye Cho’nun gerek İran, gerekse Arap ülkeleri hakkında verdiği bilgiler arasında onların Tian inancında olduklarını, Budizme inanmadıklarını söylemesi enteresandır. Fakat bizim burada dikkati çekmemiz gereken husus, Hye Cho seyahatnamesini yayınlayan ve bunu Almanca veya İngilizceye tercüme eden araştırıcıların, bir istisna ile, Tian kelimesini İran’da kurulan eski devletlerin dini olarak hep Mazdaizm / Ahura-Mazda dini / Zerdüştizm olarak çevirmiş olmalarıdır. Halbuki Hye Cho’nun bölgeye seyahat ettiği tarihlerde (726lı yıllar) İran, Suriye ve Arabistan bölgeleri Emevi Halifeliği idaresi altındaydı ve bölge halkının dini de İslâm olup Allah’a inanıyorlardı. Hye Cho’dan bazı bölümleri vaktiyle (1913) çevirmiş olan Fr. Hirth de, buradaki Tian’in “Allah” karşılığı olduğunu göstermiştir. Bildirimizde Tian’ın Çincedeki çeşitli anlamları ve o dönemdeki gerçek karşılığı üzerinde durulacaktır.

From the 4th century on, a number of Chinese Buddhist monks travelled both in Central Asia and in the West and South Asia such as India and Iran, and gave us very important information about political, geographical, cultural and religious facts of the countries, to which they made pilgrimages and travelled. From the 6th-7th centuries on, especially during the Tang Dynasty, when China opened itself to the World so pilgrimages of the Chinese Buddhist travelers very increased. One of so Buddhist pilgrims in the first quarter of the 8th century is Hyecho or Huichao, a Korean Buddhist monk. He lived in about 700-780, but about him and life, we have very few information except for his work maybe in draft. He gives us information the northwestern India (Five Regions), Iran and Arabia as well besides the countries of Central Asia along with the Silk Road. Hye Cho gives some information about the northwestern countries and Kashmir, and enters to Iran (Bosi in Chinese). He says that the Persians are ruled by the Arabs now, and speaks about their dresses too. On their beliefs, he says that they don’t believe to Buddhism but to Heaven (Tian). Later, coming to Arabia (Dashiguo) he says that the Arabians do not know about Buddhism and they believe to Heaven (Tian). Hereafter Hye Cho comes to the Byzantine Empire (Dafulin), the westernmost region in the West countries he arrived, and give a little information about it as well. It is very interesting that his information about the religion tian in Iran and Arabia. We like to draw attention to the point that the scholars, who published and translated Hyecho’s work into English or German languages, translated the term tian as Zoroastrianism. Only F. Hirth had translated it as Allah in Islamic belief. Whereas in the dates when Hye Cho travelled in the region (726-727), the whole neighboring countries such as Iran, Iraq, Syria and Arabia were under the rule of the Omayyad Khaliphate, and their people believed to Islam, that is Allah. Once time Hirth had translated some passages from Hye Cho’s work to German (1913) and showed that the term Tian here means Allah in Islam. In our paper, we shall try to show various meanings of Tian in Chinese and its exact meaning in that time.

Dunhuang Mogao Mağaralarında Türk Kültürü İzleri

Münevver Ebru Zeren

ORCID: 0000-0001-5390-2022

Sayfalar: 511-538

İlk olarak Kuzey Çin’de hüküm süren Budist Türk Hanedanı Kuzey Liang tarafından 4. Yüzyılda yapılmaya başlanan Dunhuang Mogao Mağaraları, 14. Yüzyıla kadar bölgede hüküm süren Çinli, Türk, Tibet ve Moğol etnik kökenli hanedanların yaptırdıkları mağaralarla sayısının bini bulması sebebiyle “Bin Buda Mağaraları” olarak da anılmakta ve ayakta kalan 492 mağarasıyla UNESCO Dünya Miras Listesinde yer almaktadır. Bu eşsiz Budist kültür mirasında Kuzey Liang, Tabgaç ve Uygur döneminde yapılan Türk Budist mağaraları; gerek sanat alanında getirdiği mimari form, plastik ve bezemeye yönelik yenilikler ile, gerekse işlenen konular ve öne çıkarılan motifler ile Türk kültürünün izlerini ve etkilerini taşımaktadır. Bu bildirimizde Haziran 2017 Dunhuang’da bir çalıştay kapsamında ziyaret ettiğimiz ve hakkında yeni bilgiler topladığımız bazı Türk dönemi mağara örnekleri üzerinden Dunhuang Budist sanatına yenilik katan ve kökeni Gök Tanrı dinine dayanan kadim Türk kültüründen almış olabileceğini düşündüğümüz motif örnekleri, resim temaları ve üslupları incelenecektir. Doktora tezimizin de ana konusu olan Türk Budizm kültürü ve bu kültürün özellikle Turfan Uygurlarının kültürüne etkilerinin yanı sıra, Budizmin Türk kültüründen nasıl beslendiğini çarpıcı örneklerle ortaya koymaya çalışacağız. Ele alacağımız bir kaç örnek ile de, Turfan ve Kansu Uygur Budist sanatının birbiriyle etkileşimini somut bir şekilde sergileyeceğiz. Kültür tarihi alanında yürüttüğümüz bu çalışmanın UNESCO Dünya Mirası içinde yer alan Türk Budist eserlerini din, edebiyat ve sanat alanlarını içeren disiplinler arası bir araştırma yöntemi ile Türk kültürü merceği altında inceleme konusunda katkı sağlamasını hedeflemekteyiz.

The Dunhuang Mogao Caves were first built by the first Buddhist Turkish dynasty in Northern China, Northern Liang in the 4th century. As the building of caves by Chinese, Turkish, Tibetan and Mongolian ethnic dynasties ruling the region continued until 14th century, they were called “Thousand Buddha Caves” due to the number of caves, Today, Mogao Caves are in UNESCO World Heritage List with 492 remaining caves. Within this unique Buddhist culture, the caves built by the Turkish patronage during Northern Liang, Northern Wei and Uygur times show some traces and influences of Turkish culture; thanks to their innovations about new architectural forms, emphasized themes, plastic features and decorative motives. In this paper, we will present some examples of Turkish period caves that we visited during a workshop in Dunhuang June 2017. We will try to reveal the motifs, themes and styles that we think to be inherited from old Turkish culture which is based on Sky God Religion. We will give some striking examples on the impact of Turkish Culture on Buddhism, which was one of the main topics of our doctoral thesis where we especially made research on the impact of Buddhism on Turfan Uygurs’ Culture. With a few examples we will discuss, we will try to put in evidence the concrete interaction between Turfan and Kansu Uygur Buddhist art. We also aim to contribute to the study of Turkish culture through the interdisciplinary research methodology of the Turkish Buddhist monuments in the UNESCO World Heritage, including religious, literary and artistic fields.

Ak Hun Kitabeleri

Müslüme Melis Savaş

ORCID: 0000-0001-7984-0800

Sayfalar: 539-558

Saka ve Kushanlardan sonra Kuzey Hindistan’a hâkim olan Ak Hunlar’ın Hindistan coğrafyasındaki hâkimiyetleri M.S. 4. ve 6. yüzyıllar arasındadır. Sanskrit metinlerde Hūṇaḥ ya da Sveta Hūṇaḥ olarak anılan Ak Hunlar, dönemleri boyunca çağdaşları ve ikinci büyük Hint İmparatorluğu olan Guptalar ile yıllarca mücadele etmişlerdir. Bu mücadeleler sonucunda büyük Hint İmparatorluğu’nu yıpratmayı başaran Ak Hunlar, söz konusu devletin yok olmasındaki en büyük etkeni teşkil etmiştir. Hint coğrafyasında öne çıkan Ak Hun hükümdarları Toramana ve Mihirakula’dır. Onlar başarı, cesaret ve kahramanlıkları ile hem Türk hem de Hint tarihinde isimlerinden söz ettirmişlerdir. Toramana ve Mihirakula’ya ait bilgiler Hint metinlerinin yanı sıra Gupta hükümdarlarına ait yazıtlarda da yer almaktadır. Ayrıca söz konusu hükümdarların somut varlıkları onların kendilerine ait yazıtları ile de Hindistan coğrafyasında ölümsüzlük kazanmıştır. Çalışmamızda Türk tarihinde çok fazla bilinmeyen Ak Hun hükümdarlarına ait bu yazıtlar araştırılıp, Hem Hintli hem de Batılı yazarlar tarafından ele alınan araştırma eserleri incelenerek onlara ait kitabeler üzerindeki yazılar ve onların şekilleri Türk ve Hint kültürü açısından değerlendirilip elde edilen sonuçlar aktarılacaktır.

After Saka and Kushan, the dominance of the White Huns, which settled in northern India, over Indian geography, is between the 4th and 6th centuries. Throughout the sovereignty of the White Huns, cited as Hūṇaḥ or Sveta Hūṇaḥ in the Sanskrit texts have struggled for many years with Gupta which is contemporary and the second largest Indian empire. As a result of these struggles, White Huns, which succeeded in wearing down the Great Indian Empire, constituted the greatest influence on the destruction of the Empire mentioned. White Hun rulers most famous in the Indian geography are Toramana and Mihirakula. They had their names mentioned in Turkish and Indian history with their success, courage, and heroism. Information about Toramana and Mihirakula are also included in inscriptions belonging to Gupta rulers, as well as Indian texts. In addition, the tangible assets of the rulers mentioned, have become immortal in Indian geography with their own inscriptions. In this study, these inscriptions belonging to the White Hun rulers, which are little known in Turkish history will be investigated, the research works handled by both Indian and Western authors will be examined, the writings on inscriptions and their forms will be evaluated in terms of Turkish and Indian culture, and the results obtained will be transferred.

Türk Kültüründeki “Tepük” Oyunu ve Bunun Adlandırılış Varyantları

Negizbek Şabdanaliyev

Sayfalar: 559-568

Kültür içinde oyunların ayrı bir yeri vardır. Bazı oyunların tarihini yazılı kaynaklardan yola çıkarak saptamak mümkündür. Örneğin, Divanü Lugati’t-Türk eserinde tepük oyunu hakkında bilgi verilir. Burada verilen bilgilerden yola çıkarak tepük oyununun bugünkü futbolun babası olduğunu ileri sürenler olmuştur. Ancak bu oyun, futboldan farklı bir oyun olduğu fikrini destekleyen ve bu fikri ispatlamak için de tepükün Merkezî Asya ve Güney Sibirya Türk topluluklarındaki bugünkü şekillerini ve bahsi geçen oyunun adlandırılış varyantlarının etimolojisini ele alan araştırmalar da mevcuttur. Bu oyunların söz konusu halklardaki oynanış tarzı ve bu oyunlarda kullanılan aletlerin fizikî yapıları da tepükün futboldan faklı bir oyun olduğu fikrini desteklemektedir. Tepük oyununa çok benzeyen oyunlar başka milletlerde de vardır. Çinlilerde janzi, Korelilerde jegi chagi gibi oyunlar oynanmaktadır ve söz konusu milletlerin tarihî yazılı eserlerinde verilen bilgilere göre bu oyunlar çok eski çağlardan beri gelmektedir. Bu oyunlar da oynanış tarzı bakımından yukarıda sayılan Türk halklarındaki oyunlar ile benzerlik ihtiva etmektedir. Bu durum da tepük oyununun çok eskilere dayandığına ve futboldan faklı oyun olduğuna işaret etmektedir.

Games have a distinct place in culture. It is possible to determine the history of some games by going out from the written sources. For example we can find some information about tepük game in the Divanü Lugati’t-Türk. Based on this information some researchers suggest that tepük was the archetype of soccer game. However other researchers support the opinion that this game was a different game from the football and they try to determine the etymology of the names of the variants of the tepük game today. Also they try compare the ways and devices of present games existing among the Turkic-speaking peoples of Central Asia and Siberia. The ways of these games and the physical structures of the devices used in these games also support the opinion that the tepük was a game different from the football. There are games are very similar to the tepük game in other nations. For example janzi in Chinese and jegi chagi in Koreans. According to the information given in the historical writings of these nations, these games have been around since ancient times. These games are similar to the games of the Turkish people mentioned above in terms of their playing style. This indicates that the tepük game is the very old game and it was the different game from the football.

Erzurum ve Erzincan Çevresindeki Urartu Dönemi Kaya Basamaklı Su Tünelleri

Nezahat Ceylan

ORCID: 0000-0002-9889-7279

Sayfalar: 569-598

Anadolu Tarihinde, önemli uygarlıklardan birisi de Urartu Uygarlığıdır. Urartu ile ilgili pek çok ülkenin bilim adamı çalışma yapmıştır. Urartu Coğrafyası doğuda İran Azerbaycan’ına, kuzeyde Ermenistan ve Güney Gürcistan’a, kuzeybatıda Erzincan bölgesine, güneydoğuda Urmiye Gölü bölgesine, batıda ise Fırat Nehri ve Toros Dağlarına kadar genişlemiştir. Urartu Uygarlığı, hiç şüphesiz keramik verileri, mimari yapıları, kaya işçilikleri, madenciliği ve yazıtları ile oldukça önemlidir. Kaya basamaklı su tünelleri, Urartu Dönemine ait pek çok kalede karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Erzurum- Erzincan bölgesinde tespit edilmiş kalelerin bir bölümü bu tür kalelerdendir. Erzurum bölgesinde; Dellal Kaya Basamaklı Su Tünelleri, Harami Kalesi, Hasanbey Kalesi, İspir Kalesi, Kaptır Kalesi, Küçük Çağdarış Kalesi, Oltu Kalesi, Pasinler Kalesi, Sıfırın Boğazı Kaya Basamaklı Su Tüneli yer almaktadır. Erzincan Bölgesinde ise; Ozanlı Kalesi, Çadırkaya (Pekeriç) Kalesi, Karakaya Kalesi, Sırataşlar Kalesi, Kemah Kalesi, Üçpınar Kalesi, Şirinlikale Kalesi, Kalenin Sırtı Kalesi, Bakacak Kalesi ve Kalecik Kalesi bulunmaktadır. Çalışmalarımız sonucu Urartu’nun kuzeybatıdaki sınırlarının, Erzincan ili, Refahiye ilçesinin 24 km. kuzeydoğusunda Çatalçam Köyü sınırları içerisinde yer alan, Kalenin Sırtı Kalesi’ne kadar ulaştığını tespit etmiş olduk. Dolayısıyla Urartu’nun kuzeybatıdaki en uç sınırı Kalenin Sırtı Kalesidir. Şimdiye kadar Urartu’nun kuzeybatı sınırı, Erzincan Altıntepe Kalesi olarak ifade edilmekteydi. Makalemizle Urartu sınırı Refahiye ilçesine kadar genişlemiş oldu. Önümüzdeki yıllarda bölgede yapacağımız yüzey araştırmaları Urartu sınırlarını değiştirecek mi şimdilik bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey bölgedeki çalışmaların aralıksız devam etmekte olduğudur.

One of the important civilizations in the history of Anatolia is the Urartu Civilization. Scientists have worked on many Urartu-related countries. Urartu Geography extends to Iran Azerbaijan in the east, Armenia and South Georgia in the north, Erzincan region in the north, and Urmiye Lake in the south, and the Euphrates and Taurus Mountains in the west. The Urartu Civilization is undoubtedly very important with ceramics, architecture, rock workmanship, mining and inscriptions. Rock steps water tunnels, many of the Urartu period are out of the antagonism. Especially, some of the qualities found in Erzurum-Erzincan region are such properties. In Erzurum region; Dellal Kaya Stepped Water Tunnels, Harami Fortress, Hasanbey Fortress, İspir Fortress, Kaptır Fortress, Küçük Çağdarış Fortress, Oltu Fortress, Pasinler Fortress and Zero Strait Rock Stepped Water Tunnel. In the Erzincan Region; Ozanlı Castle, Çadırkaya (Pekeriç) Castle, Karakaya Castle, Sırataşlar Castle, Kemah Castle, Üçpınar Castle, Şirinlikale Castle, Kalenin Back Castle, Bakacak Castle and Kalecik Castle. The result of our studies is that the boundaries of the northwest of Urartu, Erzincan province, 24 km. we found that it reached as far as Kalenin Back Castle, located in the border of Çatalçam Village in the north-east. Therefore, the most extreme limit of Urartu in the northwest is the Kalenin Bottom Kales. Until now, the northwest border of Urartu was referred to as Erzincan Altıntepe Castle. The Urartu border with our edifice was enlarged to the area of Refahiye. We do not know for now whether the survey will change the Urartu borders in the coming years. The only thing we know is that the work in the region continues unabated.

Ottoman Education in Iraq and Its Impact on Iraqi Society

Sahar Ahmed Naji

Sayfalar: 599-608

The education system in Iraq was based on mosques, thus focusing on religious studies. Education has witnessed a great development in the Ottoman era, with the establishment of modern schools, the most famous of which were Adiliyah, AlSulaymaniyah, Aatakah Khatoon and others. The Ottomans were interested in establishing schools in Iraq and tried to please scientists because of their impact on the stability of the country. Education in Iraq developmental during the reign of the ruler Medhat Pasha greatly, where he was very much concerned with the reform of education, he opened the four schools are the school of civil Rashda, military school, military preparatory school, and the School of Arts and Crafts. The military school curriculum, founded in 1869, was the teaching of modern military arts such as artillery, naval and military engineering, as well as mathematical and natural sciences and principles of geography, history, calligraphy and foreign languages, and the duration of study is four years. The Ottoman government paid attention to the students of the military schools, pledging their living expenses and promising to send their graduates to Istanbul and introduce them to military institutes there. Another development was the opening of other schools starting in 1871, and the opening of a civilian school for the purpose of obtaining administrative staff, and the school of industries and most of its students from the orphans and the poor are trained by craftsmen and experienced people. In this research, we will attempt to explain how the education system in Iraq evolved and the efforts of the Ottoman government to achieve the progress of education in Iraq.

Eski Çağ’da Vakıf: Anadolu’dan Bir Vakıf Örneği Iasos’tan Kraliçe Laodike Vakfı

Senem Dinç

Sayfalar: 609-621

Vakıflardan özellikle polislerde ortaya çıkan ani harcamalar ya da sürekli masraflar konularında yararlanılmıştır. Böyle durumlarda ortaya çıkan masrafın karşılanması için genelde kent halkından bağış toplanırdı. Ancak bazen ortaya çıkan ani harcamalar sıradan vatandaşları aşacak boyutlarda olabilirdi. Bu gibi zamanlarda kentin ileri gelenleri masrafların tamamını karşılayabilirdi. Vakıf kurucuları yukarıda belirttiğimiz gibi genelde eşraftan kişilerdir. Ancak Hellenistik Krallıklar zamanında krallar ve kraliyet ailesi üyeleri, Roma İmparatorluğu yönetiminde imparatorlar ve aile üyeleri de vakıflar kurabilmişlerdir. Bu çalışmamızda, Eskiçağ’da vakıflar konusunu kraliyet ailesi üyelerinin kurdukları vakıflara ait bir örnek olan Seleukos Kralı III. Antiokhos’un karısı Kraliçe Laodike’nin Iasos (Milas / Kıyıkışlacık) kentinde kurduğu bir vakıf örneği üzerinden anlatmaya çalışacağız.

The poleis have benefited from the foundations especially when extra coast and had to be born during war or famine in Hellenistic and Roman times. In such cases, city collected donations from the people. The benefactors of poleis could choose to either provide loans at low interest to make donations to the city. Sometimes, the benefactors could have wanted to continue the donations. This was the gift was made in the from a foundation. In the Hellenistic and Roman period foundations could set up for games, family cults, festivals, distributions at regular, gymnasiums and the restoration of buildings in the cities etc… Founders could be notables of a city, kings, governors, emperors, and their families. This study contains the subject of foundation in Ancient History and the foundation of Queen Laodike who was wife of Antiochos III, as an example of foundations set up by members of the royal family.

1828-1829’da İran ve Türk Kütüphanelerindeki Bazı Yazmaların St. Petersburg’a Nakli

Serdar Oğuzhan Çaycıoğlu

ORCID: 0000-0002-2396-6022

Sayfalar: 623-637

Rusya, 1826-1828 yılları arasında Kaçar Hanedanlığı ile Güney Kafkasya üzerinde giriştiği mücadele sonucunda Revan, Nahçıvan ve Karabağ gibi Türk şehirlerine hâkim oldu, ardından Urmiya ve Erdebil’i ele geçirdi. Ruslar savaş sırasında İran kütüphanelerinde bulunan bazı yazma eserleri toplayarak ilk önce Tiflis’e, oradan da imparatorluğun merkezi St. Petersburg’a götürdüler. Bazı yazmalar ise 1829’da Feth Ali Şah’ın Rus Çarı’na hediyesi olarak gönderildi. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Doğu Anadolu’daki vilayetleri işgal eden Ruslar, Ahıska, Erzurum ve Bayezid gibi Türk şehirlerinde buldukları bazı yazmaları da alıp götürdüler. İran ve Türkiye’deki yazmaların St. Petersburg’a götürülmesi ve onların değerlendirilmesinde Prof. Senkovskiy, önemli bir rol oynadı. İyi yetişmiş bir şarkiyat uzmanı olan Senkovskiy, birkaç batı dilinden başka Türkçe, Arapça ve Farsça’ya hâkimdi. Onun ilmi faaliyetleri Rusya’daki doğubilim çalışmalarının gelişmesinde önemli katkı sağladı. Bu çalışmada Prof. Senkovskiy’nin hayatının genel hatları ile şarkiyatçılık alanındaki faaliyetlerinin yanı sıra, İran ve Osmanlı sınırındaki bazı Türk şehirlerinde bulunan yazmaların toplatılarak St. Petersburg’a götürülme hadisesi incelenecektir. Çalışmanın kaynaklarını, Rusya Devleti Tarih Arşivi’nde (RGİA) bulunan arşiv belgeleri, Tiflisskiye Vedomosti gazetesinde çıkan haberler, Prof. Senkovskiy’in Genel Kurmay’a yazdığı mektup ile Başkomutan Paskeviç’in İran’da bulunan Rus generallerle yaptığı yazışmalar oluşturmaktadır.

Russsia performed a struggle with the Kachar dynasty and for the South Caucasus between 1826-1828. Russia dominated Turkish cities such as Revan, Nakhichevan and Karabakh as a result of the struggle. Russia then occupied Urmia and Ardebil. During the war, the Russians gathered some of the manuscripts from the Iranian libraries, and firstly transfered to Tbilisi, then to St. Petersburg. Some manuscripts were sent by Feth Ali Shah as a gift to the Russian Tsar in 1829. In 1828-1829 Ottoman-Russian War, the Russians occupied the provinces in Eastern Anatolia. Russians took away some of the manuscripts that were found in Turkish cities such as Akhiska, Erzurum and Bayezid. Professor Senkowsky played an important role in the transportation and evaluation of manuscripts in Iran and Turkey. Senkowsky was a well-educated orientalist. He have command of Turkish, Arabic and Persian in addition to a few western languages. His scientific activities have made a significant contribution to the development of the studies of orientalism in Russia. In this study, not only Senkowsky’s life and his activities in the field of orientalism, but also the transfer of some manuscripts from Iran and Ottoman libraries to St. Petersburg are examined. The main sources consist of archive documents in the Russian State History Archive (RGIA), news in the Tiflisskiye Vedomosti newspaper, Senkowsky’s letter to the General Staff, and Commander in chieff Paskevich’s correspondence with the Russian generals in Iran.

Hitit Kentlerinde Yerleşim Dokusu ve Aşağı Kent Olgusu

Serkan Demirel

ORCID: 0000-0002-7634-1421

Sayfalar:639-661

Yerleşim dokusu dikkate alınarak Hitit kentlerinde ne tür bir sosyo-ekonomik sistemin var olduğu hakkında daha çok düşünmek gerekmektedir. Zira kentler sosyal tabakalaşmanın ve ekonomik yapılanmanın görünür hale geldiği yerlerdir. Bu bağlamda Hitit kentleri, içerisindeki nüfusun sosyal ve ekonomik yapısını yansıtmaktadır. Eski ve Yeni Hitit dönemlerinin yerleşme dokuları arasında farklılıklar vardır. Boğazköy’de, Eski Hitit dönemine tarihlenen yerleşim içerisinde, Kültepe tabaka III-IV’e benzer şekilde, sıradan halkın yaşam alanları olan konut bölgelerinin kent içerisinde planlandığı görülebilir. Yeni Hitit döneminde nüfustaki değişim nedeniyle kentin yapılaşma alanlarından konutlar kaldırılmış, idari ve dini yapı topluluklarının alanları genişlemiştir. Böylelikle sıradan halkın yaşam alanları, yerini daha resmi ve kültsel nüfusun ihtiyaçlarına uygun mekânlara bırakmıştır. Halkın konut alanları ise surlarla korunan kent alanı dışında Aşağı Kent olarak adlandırılan yerleşim bölgelerine kaymıştır. Boğazköy’ün yanı sıra muhtemelen Alacahöyük, Kuşaklı, Maşat Höyük, Eskiyapar ve Ortaköy’de bu durumu görmek mümkündür. Benzer eğilimlerin Alişar, Troya VI-VII’de bulunduğundan söz edilebilir. Geç Bronz Çağ’a tarihlenen Yeni Hitit dönemi kentleri klasik sınıflandırmanın dışında yerleşim-ticaret kentleri ile saray-tapınak kentlerinin bir karışımı olarak görmek faydalı olabilir. İdari ve dini yapılar, gelirin depo edildiği geniş alanlar ve yerleşim alanını kuşatan surlar bu yerleşimlerin tipik özellikleridir. Bu doğrultuda tarımsal üretim ve vergi yoluyla elde edilen gelirin elinde toplandığı yönetici sınıfının yerleşme dokusunda baskın karakter olduğu söylenebilir. Kent tasarımında idari ve resmi görevlilerin çalışma ve ikametine ayrılmış alanlar geniş yer tutarken sıradan halkın yaşam alanları kent dokusuna sirayet etmemiştir. Kentlerdeki sosyal tabakalaşma, muhtemel yönetici ve yönetilen arasındaki etnik ayrım nedeniyle halkın konut alanlarının sur duvarlarının hemen dışında bulunan Aşağı Kent yerleşim bölgelerinde olduğu düşünülmektedir. Bu durumda Boğazköy’deki gibi Aşağı Kent alanının yeniden tanımlanmasında fayda olabilir. Arkeolojik olarak üzerinde çalışılıyor olsa da bu alanların var olduğuna ilişkin Hititçe çivi yazılı metinlerde de bazı kanıtlar söz konusudur.

It is necessary to think more about what kind of socio-economic system exists in the Hittite cities considering the settlement pattern. Cities are places where social stratification and economic structuring become visible. In this context, Hittite cities reflect the social and economic structure of the population in it. There are differences between the settlement patterns of the old and new Hittite periods. It can be seen that within the settlement area of Boğazköy dating to the Old Hittite period, similar to Kültepe layers III-IV, the residential areas, which are ordinary people’s living spaces, are planned in the city. In the new Hittite period, due to the change in the population, the houses were removed from the settlement areas of the city and the areas of administrative and religious buildings expanded. Thus, the habitat of ordinary people has left their place to spaces that are more suitable for the needs of the more formal and cultic population. People’s residential areas have shifted to settlement areas called Lower City outside the city area. Besides Boğazköy, it is possible to see this situation in Alacahöyük, Kuşaklı, Maşat Höyük, Eskiyapar and Ortaköy. Similar trends can also be seen in Alişar and Troy VI-VII. Apart from the classical classification, it can be useful to see the New Hittite cities dated to the Late Bronze Age as a mixture of settlement-trade cities and palace-temple cities. Administrative and religious buildings, large areas where income is stored, and walls surrounding the settlement area are typical characteristics of these settlements. In this direction, it can be said that the income obtained through agricultural production and taxation is the dominant character of the ruling class in the settlement. In the urban design, the areas devoted to the study and residence of administrative and official officials have a large space, while the living spaces of ordinary people have not spread to urban pattern. Due to the social stratification in the cities and the ethnic distinction between the rulers and the ruling people, it is thought that the residential areas of the people are located in the Lower City regions just outside the city walls. In this case, it may be useful to redefine the Lower City area as in Boğazköy. There is some evidence in Hittite cuneiform texts about the existence of these areas, although they are being worked on archaeologically.

Toplumsal İletişim Açısından Türk Dünyasında Ritüellerin Rolü: Kırgız ve Tıva Türklerinde Kullanılan Günlük Ritüellerin Kıyaslamalı Analizi

Topçugül Narmamatova

Sayfalar: 663-683

Toplum içinde yaşayan bireyin çevresindeki insanları daha iyi tanıması ve onlarla uyumlu ilişki kurabilmesi için toplumsal ilişki veya toplumsal etkileşim kurabilme beceri ve gücüne sahip olması gerekir. Bu bağlamda bir çeşit bilginin paylaşılmasında ve uygulanmasında toplumsal iletişim önemli rol üstlenebilir. Toplumsal iletişim sürecinde iletişim bireysel düzeyde değil toplumsal düzeyde bilgi alışverişi ve kullanım süreci olarak görülür ve toplumsal gerçekliğin yaratılma, yaşanma, sürdürülme ve değiştirilmesi aracıdır. Bir toplumda iletişimin kimler arasında, hangi sonuçlarla ve nasıl gerçekleşeceği büyük ölçüde o toplumun toplumsal ve kültürel özellikleri tarafından belirlenir. Toplumda yaşayan birey olarak toplumdaki aldığımız yer, eğitim düzeyimiz, kişisel özelliklerimiz, inanç ve değerlerimiz, tutum ve davranışlarımızda toplumdaki kültürel değerlerin, örfadetlerin ve ritüellerin rolü büyüktür. Bu çalışmada Türk Dünyası içinde bulunan, ancak coğrafya açısından birbirinden oldukça uzakta ve farklı dini inançlarda olan Kırgız ve Tıva halklarındaki günlük hayatta kullanılan ritüeller kıyaslamalı olarak analiz edilecektir. Uzun yıllardır birbirinden uzaklarla yaşayan bu Türk soylu halkların günlük hayatta kullandıkları ritüellerdeki benzerlik ve farklılıkların ortaya koyulması amaçlanan bu çalışmada Türk soylarının zaman ve mekana bakmaksızın kendi kültür, gelenek ve göreneklerini nasıl korudukları ve sürdürdükleri açıklanacaktır.

The individual who lives in the community needs to have communication power and skills in order to have a harmonious relationship with the people around him. In this context, social communication can play an important role in the sharing and implementation of some kind of information. In the social communication process the communication will be seen as information exchange and usage process at the social level. And it is the means of creating, experiencing, sustaining and changing social reality. The communication between whom and how will take place and what will be consequences in a society is largely determined by its social and cultural characteristics. Cultural values, customs and rituals can play a great role in our place in society, in our educational level, personal characteristics, beliefs and values, attitudes and behaviors. In this study, the rituals used in the daily life of the Kyrgyz and Tiva peoples which are in the Turkish world, but located far from each other in terms of geography and in different religious beliefs,will be analyzed comparatively. This study aims to reveal similarities and differences in the rituals used by Turkish noble peoples who have lived far away from each other for many years and to explain how Turkish people protect and maintain their culture, traditions and customs regardless of time and place.

Kültür ve Medeniyetler Tarihi Entelektüel Kültürün İki Öğesi: Bilim ve Felsefe

Ülker Öktem

ORCID: 0000-0002-4739-8752

Sayfalar: 685-706

Konumuz, ‘Kültür ve Medeniyetler Tarihi’ kapsamında ‘Entelektüel Kültürün İki Öğesi: Bilim ve Felsefe’dir. Burada, öncelikle üzerinde durulması gereken iki kavram, kuşkusuz, ‘kültür’ ve ‘medeniyet’ kavramlarıdır. Medeniyet kavramının anlamı, kültür kavramının anlamından daha geniştir. Öyle ki, ‘medeniyet’, ‘kültür’ ü de içine alır. Medeniyet, kısaca, ‘insanın kalıtımla getirmediği tüm özellikleri ve başarılarıdır’ diye tanımlanabilir. ‘Kültür’ e, ‘manevi medeniyet’, ‘fikir’ ve ‘duygu’ medeniyeti de denilebilir. ‘Manevi medeniyet’ e veya kültür’ e, insanın maddi alandaki faaliyet ve başarılarını kapsayan ‘maddi’ ya da ‘teknik medeniyet’ eklenirse, medeniyet kelimesinin anlamı tam olarak ifade edilmiş olur. Kültürün bariz bir biçimde bilimin ve felsefenin etki alanına giren kısmına da ‘entelektüel kültür’ denir. O halde, entelektüel kültürün iki temel öğesi, bilim ve felsefedir. İşte, biz, burada, önce, bu iki entelektüel kültür öğesi ve tarihleri (bilim tarihi- felsefe tarihi) üzerinde kısaca duracak; sonra, her ikisini, kendi tarihleriyle ilişkilendirerek aralarındaki fark ve benzerlikleri söz konusu edeceğiz. Çünkü gerek bilim, gerekse felsefe, tıpkı sanat gibi, sadece kendi tarihleri ile ilişkilendirilebildiğinde anlaşılabilen, insanoğlunun en büyük aktivitelerinden biridir.

In this paper, we discuss the theme of ‘Intellectual Culture and Its Two Elements: Science and Philosophy’ within the context of ‘History of Culture and Civilizations’. Two concepts that we need to elaborate here are, undoubtedly, ‘culture’ and ‘civilization’. ‘Civilization’ has a broader meaning than the concept of ‘culture’. In fact, the concept of ‘civilization’ embraces ‘culture’. Civilization, in short, can be described as ‘all no inheritable features and accomplishments of human’. Culture, on the other hand, can be called as ‘spiritual civilization’ and ‘civilizations of thoughts and emotions’. If ‘material’ or ‘technical civilization’ involving the material activities and accomplishments of human are added on to the ‘spiritual civilization’ or ‘culture’, only then the meaning of ‘civilization’ will be clearly expressed. The part of culture explicitly encircling science and philosophy is defined as ‘intellectual culture’. In that case, we can declare that two elements of intellectual culture are science and philosophy. In this paper, we will shortly mention about those two elements of intellectual culture and their histories (history of science and history of philosophy). Then, we will discuss the similarities and differences between them through connecting to their own histories. The reason for this association is that both science and philosophy, just like art, are considered among the biggest activities of humanity which can only be understood truly through connecting to their histories.

Yazılı Kaynaklar ve Arkeolojik Bulgular Işığında Anadolu’da Ön Türk İzleri

Yusuf Kılıç

ORCID: 0000-0001-8024-8521

Sayfalar: 707-716

M.Ö. 2350 yılında Mezopotamya’da kurulan Akad Devleti’nin kralları Sargon ve Naram-Sin’in Anadolu’ya yaptıkları seferlerle ilgili başarılarını anlattıkları yazıtlarda bazı Anadolulu toplum ve şehirlerinden söz etmektedirler. Bu kaynaklarda adı geçen toplumlardan birisi de “Turki”lerdır. Ayrıca Mezopotamya’da M.Ö. 2. binyılın başlarından itibaren hüküm süren Babil ve Asur krallarının yazıtlarında da Mezopotamya çevresindeki “Turukku” kabilelerinden sık sık söz edilmektedir. M.Ö. 1. bin yılda ise Turanikavimler olarak kabul gören İskit ve Kimmerlerin Anadolu’da oldukları Asur ve Yunan yazılı kaynaklarından öğrenilmektedir. Hatta M.S. 1. yüzyılın ilk yarında yazılmış olan Paul’un Hristiyanlığa davet mektuplarında bile İskitlerin Denizli Honaz ve çevresinde olduklarının bahsi geçmektedir. Bununla birlikte yapılan araştırmalarla tespit edilen birçok Tamga ve Kurganlar da Türklerin 1071 Malazgirt Zaferinden çok daha önceki zamanlarda Anadolu’da olduklarının göstergesi kabul edilmektedir. Bu çalışmanın amacı Anadolu’da Türk varlığına dair izleri yazılı ve arkeolojik kaynaklar ışığında ortaya koymaktır.

A number of Anatolian societies and cities were mentioned in the inscriptions regarding the achievements of Sargon and Naram-Sin, the kings of Akkadian country established in Mesopotamia in 2350 B.C, about the military expeditions to Anatolia. One of the societies which took place in these resources was the “Turki’s”. Additionally, in the Babylonia and Assyrian inscriptions, dating back to 2nd millennium B.C. in Mesopotamia, tribes named as “Turukku” were frequently mentioned. In line with this, it came out from the Assyrian and Greek sources that Scythians and Kimmerians, regarded as Turanic societies, lived in Anatolia in the 1st millennium B.C. Even, Scythians lived around Honaz, Denizli in Turkey as understood from the St. Paul’s letters to the Romans which were written in the first half of the 1st century B.C. At the same time, lots of Tamga (seals) and Cairns are accepted as a sign that Turks had been in Anatolia much earlier than 1071 battle of Malazgirt. The purpose of this study is to gain insight into the traces of Turks in Anatolia under written and archaeological sources.